Milliyet yazarından çarpıcı iddia! Obama Gülen'i vermez çünkü...!
Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş'ın iddiasına göre; ''Fethullah Gülen’in Pensilvanya’daki odasından bir intihar saldırısı ya da bombalama planladığını kanıtlamadığınız sürece, ABD'deki durumu değişmez.''
Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş'ın iddiasına göre; ''Fethullah
Gülen’in Pensilvanya’daki odasından bir intihar saldırısı ya da
bombalama planladığını kanıtlamadığınız sürece, ABD'deki durumu
değişmez.''
ATV ekranlarında gazetecilerin sorularını cevaplandıran Erdoğan,
Obama ile Fethullah Gülen hakkında yaptığı konuşmayı aktarmıştı.
Erdoğan, Obama'nın 'mesaj alınmıştır' dediğini ifade etmişti.
Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş, bugün köşesinde Obama'nın Gülen'i
Türkiye'ye iade etmeyeceğini kaleme aldı.
Aydıntaşbaş'ın iddiasına göre; 'Fethullah Gülen’in Pensilvanya’daki
odasından bir intihar saldırısı ya da bombalama planladığını
kanıtlamadığınız sürece, oradaki durumu değişmez.'
İşte o yazı:
Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen hafta bir televizyon röportajında
Barack Obama’ya telefonda Fethullah Gülen’i şikâyet ettiğini ve
iadesini istediğini söyledi. Erdoğan Obama’nın buna olumlu
baktığını da ekledi.
Bunun üzerine Beyaz Saray, alışılagelmişin dışında bir üslupla
Washington’daki gazetecilere “Başkan Obama’ya atfedilen cevap doğru
değildir” dedi.
Hükümetin bu kadar naif olmasına şaşırıyorum. Anladığım kadarıyla,
ne kendi imajlarının hızla çöktüğünü ne de ABD’nin tarihsel olarak
bu tür meselelere nasıl baktığını bilmiyorlar. Aydınlatayım...
Washington’un başından itibaren hükümet-cemaat gerilimine karışmak
istemediği aşikâr. Bu yüzden de Başbakan’ın 17 Aralık’tan hemen
sonra ABD elçisi Francis Ricciardone’yi hedef alan sözlerine hemen
sert tepki geldi; kapalı kapılar ardında ‘Bizi iç kavgalarınıza
bulaştırmayım’ mesajı verildi.
Ben ABD’nin sahiden bu kavgada taraf tuttuğunu sanmıyorum. Bir
yanda Gülen cemaatinin Washington’a kadar uzanan güçlü sivil toplum
ağı, diğer yanda meşru Türk hükümeti ile ABD arasında onlarca yılan
uzanan köklü, kurumsal bağlar var. Birini birine tercih etmektense,
savaşı dışarıdan izliyorlar.
Ancak Fethullah Gülen’in iadesi, Amerika’dan taraf tutmasını
istemek demek. Bu, hem pratikte hem de siyaseten mümkün değil.
Amerika’yı az çok tanıyanlar, bu ülkenin Avrupa’daki siyasi
baskılardan kaçan dindarlar ve din adamları tarafından kurulduğunu
bilir. Bu yüzden de dini ve siyasi özgürlükler konusunda hassastır
Amerikan siyaseti.
Erdoğan’ın Gülen’e yönelik üslubu ve başlattığı adli süreç, bırakın
Hoca’nın ABD’deki varlığını zora sokmayı, tam tersine
sağlamlaştırmıştır. Erdoğan’ın meydanlarda cemaate yönelik
tehditkâr üslubu ve cemaatin ruhani liderinin iadesini istemesi,
Gülen’i Amerikalıların gözünde otomatik olarak Dalai Lama ya da Çin
Komünist Partisi’nin yıllardır mücadele ettiği Falun Gong
tarikatının lideri Li Hongzhi statüsünde uluslararası bir mağdura
dönüştürme potansiyelini taşıyor.
Böyle bir taarruz karşısında ne mevcut ABD kanunları ne de Kongre,
Obama veya daha sonraki yönetimlerin Fethullah Gülen’i sınır dışı
etmesine izin vermez. Erdoğan yüklendiği sürece Gülen’in yeri
sağlamdır.
Peki, ya Gülen cemaatine yönelik ‘Paralel Yapı’ iddiası daha somut
bir adli sürece dönüşürse? Cemaate yakın bazı savcılar ya da polis
şefleri arasında bir koordinasyon ortaya çıkar, bu Pensilvanya ile
ilişkilendirilirse? O zaman adli mekanizmalar devreye girer ama ben
bu sürecin dahi Gülen’in iadesine neden olacağını sanmıyorum. Şöyle
söyleyeyim: Fethullah Gülen’in Pensilvanya’daki odasından bir
intihar saldırısı ya da bombalama planladığını kanıtlamadığınız
sürece, oradaki durumu değişmez.
Birkaç nedenden dolayı. Öncelikle ortada ”siyasi bir kavga” var;
terör suçu yok. Başbakan Obama’yla görüşmesinde Washington’un zaman
zaman Türkiye’den bazı isimlerin iadesini istediğini hatırlattı.
Ancak bunlar neredeyse tamamen El Kaide bağlantılı adli
soruşturmalar.
Gülen hareketi ise (aynı Ak Parti gibi) Batı’nın gözünde ‘El
Kaide’ye alternatif’, desteklenmesi gereken bir İslam modeli.
Amerika’nın taşrasından bir Kongre üyesi yıllar önce bana ‘Bunlar
anti-molla Müslümanlar değil mi?’ diye olayı basitleştirmişti.
Batı, İslam dünyasına geniş bir coğrafya üzerinden bakıyor.
Pakistan’dan Libya’ya kadar uzanan bu coğrafyada, Müslüman olup da
Batı’yla uyumu seçen, herhangi bir terör eylemine bulaşmamış,
Batılı eğitim sistemi ve demokrasiyi benimseyen bir muhafazakâr
grubun, hele de bu ölçüde etkin ve örgütlü ise, Batı için
cazibesini anlamak için âlim olmaya gerek yok.
Erdoğan’ın Gülen’le uluslararası mücadeleye 1-0 yenik başlamasına
neden olan bir başka unsur da Gezi olaylarından bu yana yara alan
kişisel imajı. Artık Batı kamuoyu Başbakan’ı bir zamanlar Time’a
kapak olan ‘Müslüman demokrat’ olarak algılamıyor. Şöyle
özetleyeyim: YouTube ve Facebook’u kapatmaktan söz eden bir liderin
Batı’da umduğu kurumsal desteği bulması mümkün değil. Avrupa ve ABD
medyası, Gezi olaylarından bu yana Erdoğan’ı sert ve Türkiye’yi
otoriterliğe sürükleyen bir lider olarak tanımlıyor. Başbakan’ın
yolsuzluk soruşturmalarını örtbas ettiği algısı da yabancı medyada
sıkça dile getiriliyor.
Maalesef gördüğüm kadarıyla hükümette İngilizce bilen danışmanlar
olsa da Batı dünyasını algılayabilen pek az insan var. Örneğin bir
Danimarkalı, Alman ya da Fransız’ın seçim sürecinde meydanlarda
toplanan büyük kalabalıklardan, kefenli gençlerden ürkmemesi ya da
iktidarın ‘Yolsuzlukla sandıkta hesaplaşılır’ tezini kabullenmesi
mümkün değil. Bunlar her kuruşun denetlendiği, Mutlak Güç’ten kuşku
duyulan, herhangi bir siyasetçi eşine bile devlet bütçesinden uçak
bileti alındı diye koskoca hükümetlerin yıkıldığı ülkelerden. Bu
ülkelerin mevcut Türk demokrasisindeki ”hitabet + güç = haklılık”
denklemini kabullenmesi zor.
Bütün bunları alt alta koyunca, iktidarın sadece içeride değil, dış
dünyayla ilişkilerinde de yanlış bir yol izlediği ortaya çıkıyor.
Eminim, Obama dahil bir çok dünya lideri Tayyip Erdoğan’ın güçlü
bir lider olduğunu, 30 Mart’tan muhtemelen başarıyla çıkacağını
tahmin ediyordur.
Ama bu her dediğini yapacaklar anlamına gelmiyor. İşte ‘meşruiyet’
meselesi de bu yüzden önemli...