24 Eki 2010 14:13 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:44

MEHMET BARLAS'TAN İTİRAF; "POLEMİKLER BİZİM MESLEĞİN EĞLENCESİDİR!"

Sabah yazarı Mehmet Barlas, Zaman'dan Nuriye Akman'a çok çarpıcı açıklamalar ve itiraflarda bulundu

Mehmet Barlas, her yazısından, her yorumundan yeni bir şeyler öğrendiğim bir meslek büyüğüm. Otağtepe’deki evinde onu ziyaret ettiğimde, son zamanlarda değişik kavramlar çerçevesinde tartışılan köşe yazarlığının geleceğinden girdik, oradan gazeteci polemiklerine geçtik ve biraz da Türk sosyetesini konuştuk.

Barlas hangi köşe yazarlarını beğeniyor, Ahmet Hakan’la polemiği hakkında ne düşünüyor, Ertuğrul Özkök-Aydın Doğan ilişkisini nasıl değerlendiriyor, Kenan Evren yargılanacaksa başka kimlerin de yargılanması gerekir diye düşünüyor, merak ediyorsanız buyurun hepsi ve daha fazlası bu söyleşide...

-Köşe yazarlığının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

- Ertuğrul Özkök’te sit-com gazeteciliği diye, Eyüp Can sokak yazarlığı diye bir kavram türetti. Bu konularda daha önce üretilmiş kavramlar var. Sokak çocuğu diye de bir kavram var. Bir insanı küçümsemek için kullanılan bir kavram. Aynı kavramın gazeteciliğe dönük türetilmesi bence çok doğru değil. Köşe yazarlığı konusu dünyanın her yazılı basınında var. Benim izlediğim Amerika’nın ciddi gazetelerindeki köşe yazarları çok önemli insanlar. Onları okuduğunuz zaman yeni bir dünyaya ait bilgiler alırsınız. Bizde de böyle yazarlar var. Ben mesela Etyen Mahçupyan’ı okuduğum zaman mutlaka bir şey öğrenirim. Zaman’da Selim İleri’yi okuduğum zaman Türk edebiyatının unutulmuş, yeraltında kalmış değerlerinin bugüne dönük pırıltılarını görürüm. Bejan Matur’u okuduğum zaman Kürt sorununa, başörtüsü sorununa farklı bakış açıları görürüm. Ahmet Kekeç, öfkelendiğine öyle farklı bir açıdan bakıyor ki, diyorum ya ben niye böyle bakamıyorum. Şimdi bunların hiçbirisi sokak çocuğu değil, sokak yazarı değil. Bunlar benim ufkumu açan, bana yeni bakış açıları getiren yazarlar. Bir de bir takım semtlerin sokaklarında dolaştığı zaman o semtleri Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesi gibi aa, böyle bir semt varmış diye hayretle, hayranlıkla yazan yazarlar var. Bunlara sokak yazarları diyebiliriz. Ama bunlardan fazla bir şey almıyorum ben.

-Eyüp Can sokak yazarı derken yazarların alana inmesini, oturduğu yerden ahkâm kesmemesini kastediyor.

-Orada da bence bir yanlış var. Yazarlık ve muhabirlik ayrı şeydir. Muhabirlik bizim meslekte rütbelerin en büyüğüdür. Batıdaki örneklerine baktığınız zaman mesela Hella Pick vardı mesela Guardian’da, kıdemli bir muhabir. Artık orgeneral gibi. Yazar olmaya ihtiyaç duymaz ki. Türkiye’de yazarların muhabirlik etmelerini beklemek muhabirlere de artık hadi sen muhabirliği bırak, muhabirlik statüsünde yazarlık et, demeleridir.

-Başarılma ihtimali düşük mü görüyorsunuz?

-Çok zor. Muhabir o zaman muhabirliği unutuyor. Yani yazarlık ayrı statü gibi. Yazar olduğu zaman oturduğu yerden ahkâm kesmeyi öne alıyor. Ya da bilgilerini köşesine dökmeyi öne alıyor. Haberleri değil. Haberleri yorumluyor. Yani haber yorumcusu ile haber üreticisi aynı değildir. Ama hem muhabir, hem de haber üreten olmak mümkün, Hasan Cemal gibi. Her gün yorumunu okuyorum. Bir gün kalkıyor gidiyor, Karayılan’la konuşuyor, dağa çıkıyor. Hem haber yapıyor, hem onu yorumluyor. Yani sokak yazarlığından kasıt buysa bu zaten var, yapılıyor. Ben de başyazarlık ettiğim dönemde miydi, gittim Kaddafi ile röportaj yaptım mesela.

-Beyaz Türkler kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Kimi Nişantaşı’nda, kimi de suluboya kutusunda, sulandırılmış beyazda kendisine statü arıyor. Yani beyaz olunca o yüzde 42’yi simgelediğini sanıyor. O yüzde 42’nin içinde MHP’liler de var. Acaba ona daha yakın olmasın beyazlık. Laikçi, demokrasi karşıtı, halkın her dediği mutlaka yanlıştıra inanan, kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır özdeyişine kendini adamış bir tipleme bu. Saçma sapan bir şey yani. Beyaz Türk kavramını Güldemir fantezi olsun diye üretmişti. Şimdi bunlar ciddiye aldılar.

-Özkök, beyaz Türkler kongresini toplamak istediğini yazdı...

-O kongreye siyah Amerikalıları temsilen Obama’yı da çağırsa ilgi çekici olurdu.

-Peki, sit-com gazeteciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Sit-com gazeteciliğinin örneğini aslında Ertuğrul Özkök’ün kendisin de vermek gerekir. Yani içinde bulunduğu ortam neyse onu heyecanlandırıyor. Orada kendine göre bir senaryo yazıyor. Bu mesela bir şarap sofrası olabilir, bu mesela bir aşkın tartışıldığı sofra olabilir. Orada kendince hayali bir senaryo yazıyor. Bu gerçek ötesi bir şey. Ben sit-com gazeteciliğin Türkiye’de iyi bir örnek olduğu kanaatinde değilim.

-Ertuğrul Özkök’ün yazılarından bir şey öğrendiğiniz olmuyor mu?

-Ertuğrul Özkök’ün bazı yazıları beni şaşkınlığa düşürüyor. Çünkü Ertuğrul Özkök’ün farklı kişilikleri var. Çok uzun yıllar Hürriyette gazete yöneticiliği yaptı. Ve özellikle 28 Şubat’tan sonra gazetesine izlettiği yol ve kendi yazılarında ne söylediyse yanlış çıktı. Yani bir gazeteyi yanlış yola sürüklemek konusunda hangi manşeti attıysa, hangi tezi ortaya attıysa hepsi yanlış çıktı. Mesela 28 Şubat döneminde Ecevit’in yardımcısı vardı, Hüsamettin Özkan. Onunla gidip konuştuktan sonra yazdığı bir yazı vardı. Yani Hüsamettin Özkan olmadan Türkiye’de ne devlet yönetilir, ne toplumun sağlığı, ne de istikrarı korunabilir içerikli bir yazı yazmıştı. Nerede Hüsamettin Özkan şimdi? İşte Abdullah Gül’ün seçimindeki manşetler. 411 el kaosa kalktı manşeti. Hürriyet’in son referandumda hayır’ın amiral gemiliğini yapması. Yani Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla hayır dedirtti. Şimdi Ertuğrul Özkök’ün bu bakımdan o dönemdeki izlediği çizgi ile gazeteyi getirdiği nokta ortada. Yani patronunu bütün gazetelerini sattırma noktasına getiren bir yönetici sit-com gazeteciliğini örnek olarak verse ne olur, vermese ne olur.

-Tek sorumlu Özkök müdür yani?

-Ana sorumlu odur. Ve Aydın Doğan’ı çok idealleştirdi. Bütün yanlışları Aydın Doğan’ın sermayesine monte etti. Şimdi bütün gazeteler satılık. Böyle bir şey olur mu? Yani onun gazeteciliğe verebileceği bir tavsiyenin kalmaması lazım.

-Genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonraki yazılarını nasıl buluyorsunuz?

-Sanki geçmişinin özrünü yazmaya çalışır gibi. Bence Ertuğrul Özkök’ü gazetecilerin değil, Aydın Doğan’ın sorgulaması gerekiyor. Yani sen benim yöneticim olduğun zaman ben ciddi medya patronuydum, büyüyordum. Şimdi Milliyet’i de, Hürriyet’i de, Kanal D’yi de, hepsini satmak durumundayım. Bu senin kötü yönetimin sonucunda meydana geldi. Bunun hesabını ver demesi lazım.

- Aydın Bey’in hiç mi rolü yoktur bu noktaya gelişte?

-Aydın Bey’in rolü Ertuğrul Özkök’e güvenmesi. Yani bir insan bir kere bakar yanlış. İki kere bakar yanlış. Sürekli yanlış yapan adam.

- Geçen Pazar günkü yazısında ruhunun bir parselini sattığı Aydın Bey’le ilişkisinde kendisinin karlı çıktığını, ona hakkını helal ettiğini söylüyor.

-Alan memnun satan memnun olduğuna göre bize birşey söylemek düşer mi?

-Hürriyet satılabilir mi?

-Fiyata bağlı. Her şeyin bir fiyatı vardır. İki yabancı grup Hürriyet’e de talip diye haberler var.

-Aydın Bey medyadan tamamen çıkarsa bu ne anlama gelir?

-Çok yazık olur. Aydın Bey’in Babıali’deki ilk çalıştığı insanlardan biri benim. Aydın Bey neticede yazarına saygılı, yazarına karışmayan, korumaya çalışan, asıl amacı sermaye olarak büyümek olan bir işadamıydı. Şimdi lüzumsuz yere bir siyasal simge oldu. Yani Türkiye’deki insanlarda bir anket yapsanız Aydın Doğan’a karşı duygularının ne olduğunu görürsünüz.

-Meslek yaşamınız boyunca bir çok kez polemiğe girdiniz. Bunların en uzunu hangisiydi?

-En uzunu Emin Çölaşan diye hatırlıyorum. İki üç sene sürdü. 28 Şubat döneminde noktalandı. Çünkü Emin Çölaşan bana dava açtı. Davada dedi ki, Mehmet Barlas’ın yazıları yüzünden sokağa çıkamaz hale geldim. Sonra sekiz milyar lira tazminat ödedim kendisine.

-Bu parayı ödeyince kendisiyle polemiğe girdiğinize pişman oldunuz mu?

-Ben kimseye dava açmadığım için biraz şaşırdım bu davaya ve sonucuna. Çölaşan’dan evvel Uğur Mumcu ile bir polemik yaşadık. O çok uzun sürmedi. Uğur Mumcu arkadaşımdı zaten. O beni Özal’ı tuttuğum için eleştiriyordu. Uğur Mumcu ile zaten ölümümden çok kısa süre öncede konuştum.

-Ne konuştunuz?

-Polemiklerin eski arkadaşlıkları olumsuz etkilemesinin zararlarını konuştuk. Bu benim hoşuma giden bir polemik değildi, ama mecburdum. O bana ilk atışları yaptığı için ben de cevaben yapıyordum. Yani bu böyle bir şeydir. Bizim medyada duramazsınız.

-Bu tarz polemikler daha çok erkek yazarlar arasında şiddetli bir biçimde oluyor. Bu bir çeşit sokak kavgası gibi, hani her erkek çocuğunun ihtiyacı olan...

-Yok, mesela şimdi Hıncal Uluç ile Ayşe Arman arasında polemik var. Sokak çocuğu olmaya gerek yok. Eğer size birisi bulaşırsa sizde ona cevap vermeye çalışırsınız. Ama bu sadece bizim kuşak için değil ki, aynı şey Falih Rıfkı için, Peyami Sefa için, Ahmet Emin Yalman için, birbirlerine neler söylediler şaşarsınız. Falih Rıfkı, Ahmet Emin Yalman’a "Selanik’te okurken mubassırın kapının arkasında sana ne yaptı yazsana" demiş. O da demiş ki, "Sen Cemal Paşa’nın yanında yedek teğmen olarak çalışırken Cemal Paşa sana çatırda ne yaptı? Sen de onu yaz".

-Ahmet Hakan’la polemiğinizde karşılıklı hakarete varan sözler sarfedildi. Neden fikir düzeyinde kalınamıyor?

-Herkesin bir üslubu var. Sizin bir hakaret olarak nitelediğiniz tanımlamaları ben verdiğim zaman, onların ne anlama geldiğini de anlatıyorum. Mesela 1402’de Yıldırım Beyazıt’ın Osmanlı ordusu Timur ile savaşırken Osmanlının bir bölüm askeri Timur’un yanına geçtiği zaman buna bir isim veriliyor.

-Mürted.

-Şimdi bu bilgi değil mi? Siz benim o yazımı okumadan mürtedin ne olduğunu biliyor muydunuz?

- Bilmiyordum. Ama bilgi vermek, hakaret etmeyi mazur gösterir mi?

-Bilgi bilgidir. Doğru bilgiden hakaret çıkmaz. Buna benzer bir takım bilgiler verdiğiniz zaman hem okuyucuyu bilgilendiriyorsunuz, hem bu arada polemikteki atışınızı yapıyorsunuz.

-Şu anda yüzünüzdeki ifade bu polemikten çok eğlendiğinizi gösteriyor.

-Bizim mesleğin eğlencesi de bu.

-Bunlar aynı zamanda kişilik çatışmaları da diyebilir miyiz?


-Diyemezsiniz. Çok sakin, hayatlarında hiç kavga etmemiş insanlar bile o değişim sürecinde karşı karşıya gelebiliyor. Ben kavgacı değilim. Polemikçi de değilim. Ama yapıyorum. Denizdeki balığın durumu. Yani yüzdüğünüz zaman denizin derinliklerine uymak durumundasınız.

-Aile bireylerinizin de bu tartışmaya dışarıdan katılıyor olması da eleştirildi. Haberx sitesinde çıkan yazılar...

-Haberx sitesinde onlarla ilgili bir şey çıkmadı. Twitter’da bütün bu olanlar. Bu sanal âlemde herkes her şeyi yazıyor. Her gün köşe yazısı yazarken bir de twitter’da yazıyor bazı arkadaşlarımız. Şu anda tuvalete gidiyorum diye naklen yayın yapıyorlar. Yalnızlık psikolojisi var bunun altında. O yalnızlığını siberaleme sergiliyor.

- Haberx’te çıkan bir yazıda Ahmet Hakan tehdit edilmedi mi?

- Böyle bir yazıyı görmedim. Araştırdım, bulamadım da. Oğluma sordum. Oğlum "Kırk tane kişi yazıyor Haberx’te. Öyle bir yazı çıkmış olabilir ama hiçbir yazıyı sansürlemiyoruz. Ama Haberx’te not vardır. Çıkan yazı yazanın sorumluluğunu içerir. Ben de o yazıyı görmedim, kırk yazardan kim bilir hangisi yazmıştır" dedi.

-Ben tehdit edilseydim bu açıklama beni tatmin etmezdi. Sizi eder miydi?

-Tanımadığım bir kişi tarafından yazılmış okumadığım bir yazının sorumluluğunu nasıl taşıyabilirim ki? Ahmet Hakan mesela neden bana bulaştı diye düşünüyorum. Zaman zaman böyle boşluğa yazılar yazıyorsunuz. Nasıl bugün Eyüp Can sokak yazarlığı diyor. Ben de o tür yazılar yazarken belki de Ahmet Hakan "Bunu benim için mi yazdı" diye düşündü. Mesela benim eleştirdiğim bir tarz var. Genç kızlar için çıkan dergiler vardır. Onlarda anketler görürsünüz. Bugün yapmayacağım on şey. Bugün bir daha görmemem gereken on insan falan diye. O tür yazıların günlük gazetelerde, siyasi içerikli sütunlarda yer almasını eleştirdim. Acaba Ahmet Hakan ondan mı alındı, beni hedef alıyor diye?

-Niye alınsın ki?

-Çünkü o da bir genç kızın hatıra defterine yazar gibi bazen. Bir imza, iki satır, bu beni hatırlatır türü yazılar yazıyor, anketler yapıyor. Görmemem gereken on film falan gibi. Belki ondan gocundu. Ya da bir kere tatile çıkmıştı. Dedi ki, okumadığım kitapları okuyacağım, görmediğim ülkeleri göreceğim, izlemediğim filmleri izleyeceğim. Sonra anlaşıldı ki sadece Bodrum’a gitmiş. Tatilden döndüğü zaman isim vermeden yazdım. Amma da çok bilmediği şey varmış. Hepsi Bodrum’daymış, görmediği ülkeler Bodrum’daymış diye. Belki ondan alındı. Benimki matraklıktı. Zaten Bodrum’da Aydın Doğan da ona "Hürriyet’e geçmesen hiçbir şeydin. Hürriyet’e geçtin, adam oldun" demiş. Ben de olduğu adamlığı eleştirdim.

EVREN BUGÜN YARGILANSA ÜZÜLÜRÜM

-Bu polemiğin başında Evren’i evinizde ağırladığınız için sizin de yargılanmanız gerekmez mi diye bir soru vardı.

-Bir askeri darbe olduğu zaman ne yaparsınız? Yani dağa çıkıp silahla boğuşanını hatırlamıyorum. İki yöntem vardır. Ya bu darbe hep kalsın dersiniz. Mesela 28 Şubat bin yıl sürecektir diye Ertuğrul Özkök yazılar yazdı. Ya da kardeşim teşekkür ederiz, bizi kurtardın. En kısa zamanda kışlana geri dön dersiniz. Ben bu yolu izledim.

-"Teşekkür ederiz, bizi kurtardınız"ı inanarak mı söylüyordunuz? Yoksa bir an evvel gitsin diye, onu inandırmak amacıyla mı söylüyordunuz?

-Onu inandırmak amacıyla. Askeri rejimden kurtarılmayı bekliyorsunuz. Ona erken git, kışlana dön. İşte Atatürk de zaten bak hemen kışlasından çıkmış diye yazıyorduk. Evren’le ilişkim şöyle başladı. Eşi Sekine Hanım ölmüştü. Ben de başyazardım, Çankaya’daki yalnız adam diye yazdım. Meğer kızları falan varmış, o zaman öğrendim. Bir seyahate gidiyoruz, galiba Romanya’ydı. Ben gazeteci heyetine katılmak için Ankara’ya gittim. Ankara’da Orhan Tokatlı büro şefi dedi ki, Mümtaz Soysal’ı tutukluyorlar.

-Sebep?

-Terzi Fikri hakkında çok eskiden yazdığı bir yazı nedeniyle. Ben uçağa bindim. Evren orgeneral üniformasıyla. Mehmet Barlas nerede diye sora sora geldi. Biz de gazeteciler arkada oturuyoruz. Kalktım, buyurun, benim dedim. "Eşimin vefatı hakkında yazdığınız yazıyı çok duygulanarak okudum. Teşekkür etmek istiyorum. Benden istediğiniz olursa ne olur söyleyin" dedi. Var, Mümtaz Soysal’ı tutukluyorlar dedim. "Canım o da öyle yazılar yazmasın" dedi. Canım benden bir istediğiniz var mı diye soruyorsunuz ben de bunu söylüyorum dedim. Döndü gitti. Romanya’da indik. Çavuşesku’nun sarayında yemek yiyoruz. Geldi yanıma. "Seyahat nasıl geçiyor Sayın Barlas?" diye sordu. Çok kötü geçiyor. Çünkü aklımda Mümtaz Soysal var dedim. Köstence’ye gittik. Ben Mümtaz Soysal’ı düşünüyorum. Yani ne zaman yanıma gelse Mümtaz Soysal diyorum. Evren "Ne olur, şu seyahatle ilgilenin, ben o işi halledeceğim" dedi. Yine beş altı kere Mümtaz Soysal dedim. Uçakta dönüyoruz. Geldi yine yanıma. Uçakta Ali Baransel, seyahatin nasıl geçtiğini sordu. İyi geçmedi dedim. Çünkü Mümtaz Soysal’ı düşünüyorum. Ali Baransel’e döndü. "Biz Sayın Barlas’a söz vermedik mi o meseleyi halledeceğiz" diye. İndik Ankara’da uçaktan. Orhan Tokatlı Mümtaz Soysal kurtuldu dedi. Onunla tanışmamız böyle oldu.


-Sonra, bir daha nasıl karşılaştınız?

-Arkasından Turgut Özal başbakan yardımcısı. Aradı beni. Dedi ki kardeşim Korkut Özal hastanede tutuklu. Kaza geçirmiş. Parti kapatıldığı için o da tutuklu, tedbir konduğu için. Bir astsubay varmış, durmadan hakaret ediyormuş Korkut Özal’a. Ne olur şu Evren’e söyler misin? Duymuş Mümtaz Soysal olayını. Kenan Evren’e söyledim. O astsubay oradan alındı.

Korkut Bey sonra tahliye oldu. Hep bu tür ilişkiler yani. Milliyet kapatıldı. Ben çok ağır bir mektup yazdım Kenan Evren’e. Benim başyazar olduğum gazeteyi nasıl kapatırsınız? Vatanı siz ne kadar seviyorsanız bizde o kadar seviyoruz diye. Telefon geldi. Ankara’ya çağırdı beni.

-Gittiniz tabii.

-Evet dedi ki, "Sizin gazetenizi yazarlar için kapatmadık ki. Erdal İnönü parti kuracak. Metin Toker’i çağırdık. Ne olur kurmasın. İnönü’nün oğlu, saygımız büyük. Biz ilk dönemde herkesi veto edeceğiz. İlk dönem sonrasına ertelesin partinin kurulmasını dedim. Ama dinlemedi kurdu, biz de veto ettik. Ertesi gün Metin Toker sanki bir konuşma olmamış gibi aleyhimize yazılar yazdı, ondan kapattık." Sonra açıldı gazete. Ama kapatılmadan bir gün önce yazı işleri toplandı. Bütün yazarlar yaşasın diye seviniyor. Kapatıldık, namusumuz kurtuldu diye bana bakıyorlar. Ben de Metin Toker’e Metin abi anlatsana, niye kapatıldı dedim. Çankaya’daki pazarlığı bir anlatsana dedim. Herkes ne pazarlığı diye şaşırdı. Metin Toker ben söyleyecektim falan dedi. Yani Kenan Evren ile ilişkilerim hep böyle oldu.

-Bu yüzden mi Evren aleyhinde bir şey yazmadınız?

-Evet bütün bunlar olduğu için ben de onun aleyhine bir şey yazmadım. Sadece asker geri dönsün dedim. Mesela anayasa referandum döneminde tek yazım yok. Bu anayasaya evet demeli, falan filan. Hatta üç ay da kavga ettim, ayrıldım gazeteden. Ama cumhurbaşkanı oldu. Ben de işsizim o sırada. Telefon etti, gelebilir miyim diye.

-Evren davet ettirtti kendini yani. Bir gazetecinin evine bir devlet başkanının gelmesi normal midir?

-Bakın Vitali Hakko’nun düğünü vardı. Ben de gazeteden gittim. Kapının önünde bir park yeri var. Oraya park ettim. Polis geldi, orası başbakanın yeri dedi. O başbakansa ben de başyazarım dedim. Çekil git dedim. Arabayı bıraktım, gittim. Yani ben böyle rütbe farkı görmüyorum. İnönü gelip benim evimde kardeşimle misket oynardı, cumhurbaşkanıydı. Ben evimde böyle gördüm.

-İnsan bir devlet başkanını evinde ağırladığı zaman artık onun aleyhinde bir şey yazamaz hale gelmez mi?

-Ben merhaba dediğim insan aleyhinde yazamıyorum. Evime gelmesine lüzum yok. Yani Turgut Özal benim arkadaşımdı. Başbakan olduğu zaman cumhurbaşkanı, en son beraber olduğumuzda ya dedim benim şişman arkadaşım, seni çok seviyorum. Cumhurbaşkanı olsan da seviyorum, olmasan da seviyorum dedim. Ben de seni çok seviyorum, ne yapayım dedi. Turan Güneş’le de arkadaştık. Son ölmeden önce telefon etti. Barlas ne oldu, ne yapacaksın dedi. Bodrum’a gidiyorum dedi. Bir günlüğünü buraya gel, sonra İzmir’e giderken uğradım. Yani insanın arkadaşı olabilir, başbakan da olabilir, cumhurbaşkanı da olabilir. İkincisi, ben gazeteci olarak her yere giderim. Ama kimse bana gelmez diye bir anlayışı kabul etmiyorum. Herkes beni davet eder. Ben kimseyi davet etmem diye kompleksim yoktur. Benim evimdeki yemek Çankaya’daki yemekten daha iyi.

-Merhaba dediğiniz kişinin bile aleyhinde yazamam derken, o davetlerle kendi gazeteciliğinizi baskı altında tutmuş olmuyor musunuz?

-Kişisel açıdan adamı eleştirmem. Ama yaptığı şey yanlışsa eleştiririm. Özal ile iki sene küs kaldım. Ailesinin aldığı hediyeleri yazdığım için. Hatta beni çağırdı. Ne olur, Semra Hanım ile barış. Çünkü bir insanın arkadaşı ile karısı küs olduğu zaman arkadaşların görüşmesi de zorlaşır. Ne olur Semra Hanım’la barış artık dedi bana.

-Siz bir devlet başkanı olsanız bir gazetecinin evine gider misiniz?

-Arkadaşımsa, beğendiğim bir insansa giderim. Yani Ahmet Necdet Sezer benim evime gelse ne olur, gelmese ne olur. Ama mesela Turgut Özal geldi, çok sevindim. Cumhurbaşkanıyken de geldi. Her doğum günüme geldi mesela.

-Abdullah Gül’ü davet etmeyi düşünür müsünüz?

-Abdullah Gül ile ortak görüşmemiz gereken bir şey varsa, evimdeki arkadaş sohbeti içinde davet ederim, hiç kompleks duymam. Tayyip Erdoğan da geldi bu eve, Necmettin Erbakan da. 28 Şubat döneminde şu bahçede iktidarda olmayan bütün partinin liderlerini topladık.

-Evren bugün yargılansa üzülür müsünüz?

-Üzülürüm tabii. 1980’lerin şartlarında darbe yapmak vatanseverlik gibi görülüyordu. Bugün bütün Türkiye’nin kafa yapısı değişti. Bugün anlaşıldı ki bu demokrasiye kastetmektir, devlete kastetmektir. Zorbalıktır. 1980’de öyle algılanmıyordu.

-Tabii sizin ailenizden 12 Eylül’de işkence görenler, mağdur olanlar, asılanlar olsaydı belki siz de Evren’in yargılanmasını isterdiniz.

-Tabii tabii. Ama bana Mamak’ta işkence görüp çıkanlardan teşekkür edenler oldu. Onların durumları hakkında yazılar yazdım. Yani o işkence gördüğümüz günlerde senin yazdığın şu yazı bize nefes aldırdı diye teşekkür edenler de oldu.

-Yani sembolikte olsa bir darbecinin yargılanmasının yararı olmaz mı Türkiye’ye?

-Mutlaka olur. 27 Mayıs’tan başlayarak tüm darbecilerin yargılanması lazım ama. Batı Çalışma Grubunu kuranlar hiç yargılanmayacak. Onlar hala aktif olacaklar. 27 Mayıs’ı yapanlar senatör olacak. Kenan Evren yargılanacak! Yani toptan eğer askeri darbenin aktörlerini yargılayacaksan doğrudur. Bir daha olmaması için doğrudur. Evren de yargılanmalı. Ama Evren’in yargılanması yeter mi? Mesela Kurucu Meclis’te yer alanların da yargılanması gerekmez mi? Kamer Genç Kurucu Meclis üyesiydi. 1982 Anayasasını hazırlayanlar yargılanmalı mı? Kurucu Meclis üyeleri yargılanmalı mı?

-Ne cevap veriyorsunuz bu soruya?

-Ben cevap veremiyorum. Çok zor bir soru. Ben dâhil, işte Kenan Evren’in kitabında 12 Eylül’ü destekleyen yazarların hepsi yargılanmalı mı? Kenan Evren’i her gittiği yerde alkışlayan kitleler yargılanmalı mı? Çok zordur bu. Bütün Almanlar yargılanmalı mı? Yani Almanlar Hitlerin yaptıklarını bilmiyorlar mıydı sahiden?

-Bilenler de vardı, sürü halinde o propagandanın seline kapılanlar da vardı.

-Nürnberg’de kaç kişi yargılandı? Elli kişi. Bütün o soykırım, bütün o İkinci Dünya Savaşı kırımı, bütün o rezillikleri sadece o Nürnberg’de yargılananlar mı yaptı? Artı, Hitlerin istihbarat servisinin başında Gehlen diye bir adam vardı. Savaş bitti. Amerikalılar Gehlen’e yeni istihbarat servisini kurdurdular. Niye? Dünya böyle adaletsizliklerle, haksızlıklarla dolu.

-Türk sosyetesi üzerine bir kitabınız vardı sizin. Gazeteciler arasından sosyetik diyebileceğimiz kimler var?

-Bilmiyorum, o listeyi yapamam. Ama anladığım kadarıyla Nişantaşı’nda Ahmet Hakan var.

-O sosyetikse siz nesiniz? Sosyeteye sizi çağırmazlar mı?

-O benim özel hayatım. Benim kendi sosyetem var.

-Kimlerden oluşuyor?

-Yazarlardan, ressamlardan. Mesela Ömer Uluç benim sosyetemin yıldızıydı. Kaybettik onu. Dün akşam burada Selim İleri vardı.

-Kendini sosyetede bir yerlere davet ettirmek için neler yapmak gerekiyor?

-Bir bir yerden şöhret sahibiyseniz ya da çok büyük servetinizin olduğunu belli eden haberler çıkarsa zaten onların dikkatini çekersiniz. Davet edildiğinizde önceden çiçek göndereceksiniz davet sahibine. İlk davet edildiğinizde her şeye güleceksiniz. Neşeleneceksiniz. Hiçbir şeye hayır demeyeceksiniz. Onların görgüsüzlüklerini kavradığınızı belli etmeyeceksiniz. Yani böyle bir sosyete davetindeydim. Çok güzel bir hanım. Onun yanına oturdum. İçiyoruz. Garson geçiyordu. Oğlum iki tane bira getir dedim. Aman o benim kocam dedi. Adam o kadar beyaz giymiş ki garson sandım. Sonra adam geldi, tanıştırdı beni. Adam bana "Sizinle tanışmak istiyordum. Çünkü ben bir banka, bir gazete, bir televizyon almak istiyorum. Size danışmak istiyordum" dedi.
-Kahkaha mı attınız?

-Yok, tebessüm ettim. Allah kolaylık versin dedim. Ama yani bir banka, bir gazete, bir televizyon onu sosyeteye sokabilir yani. Benim açımdan sosyete dediğiniz şey çevredir. Arkadaşlarınız sosyeteden olur, sosyeteden olmayabilir. Ama bu aileniz ve arkadaşlarınız iç kalenizi oluşturur. Sonra ikinci bir çevre ve arkadaşlar vardır. Bunlar da dostlardır, sevdiğiniz insanlardır. Öyle dramatik anlarda bunlar elenirler. Çok uzun zaman birlikte olduğunuz, arkadaş gibi gördüğünüz, dost gibi gördüğünüz insanlar bir de bakarsınız kritik anlarda sizin çevrenizden ayrılırlar. Orada bir silkelersiniz onları.

-Siz nasıl silkelediniz onları?

-Ben bunu en son 28 Şubat’ta yaptım. 28 Şubat’ta ta bizim üçüncü kuşak arkadaş olduğumuz insanlar var. Bunlar dinci, Türkiye’ye şeriatı getirmek istiyorlar diye düşünen insanlar. 28 Şubat’a karşı çıktım diye ben ve Canan’ı dışlamaya çalıştılar. Hatta bir davetteydik o dönemde. Böyle insanlar soğuk davranıyor, çok eski dostlarımız. Canan dedi ki, ya bunları Cemil’in düğününe çağırmadık diye bize kızmışlar. Yok dedim, bunlar bizi şeriatçı görüyorlar ondan. Yok dedi, olur mu öyle şey. Bak sana göstereceğim dedim. Yanlarına oturduk. Gayet soğuk davranıyorlar. Bak, iyi haber vereceğim size dedim. Erbakan artık bizim eve yerleşti. Bizde kalıyor dedim. Onu inandırdım, günde beş vakit namaz fazladır. Artık üç vakit kılmayı kabul etti. Nihayet iyi bir iş yapmışsın dedi.

-İnanmıyorum. Bu bir işadamı mı?

-Ünlü bir işadamının eşi. Gördün mü Canan dedim. İyi günler dedik kalktık. Bunları böyle elersiniz. O iç kalenizi sağlam tuttuğunuz takdirde dışarıdaki saçmalıklar, sosyete ya da bilmem ne size yansımaz. Eğer bu çevreyi sağlam tutarsanız kendi sosyetenizi oluşturursunuz. Onun merkezinde aile vardır. Onun merkezinde gerçekten arkadaşlık birikimleri vardır. Ben bunu babamdan öğrendim. Bizde de devam ediyor, bizim iç kalemiz çok sağlam. Dışarıdakileri tasfiye edersiniz, gelir geçer.

-Size neden "İş takipçisi" denir?

-Bir kere dendi o. 1987’de Güneş Gazetesi’ndeydim. Mehmet Ali Yılmaz gazetenin sahibiydi. Bir gün çağırdı beni. Ben de başyazar ve genel yayın müdürüyüm. Yanında bir işadamı var, müteahhit. O da Karadenizli. Belediye ile bir ihaleye girmiş. Dedi ki, ben en düşük fiyatı vermeme rağmen Bedrettin Dalan başkasına verdi. Bir yolsuzluk ihbarı. Ben bunun üstüne takip ederim dedim. Bedrettin Dalan’a gittim. Atanur Oğuz vardı genel sekreteri. Böyle bir ihale olmuş, biz en düşük fiyatı verene değil, en yüksek fiyatı verene verip rüşvet almışız dedi. Atanur Oğuz dosyayı getirdi. Açtık, tam adamın söylediğinin tersine en yüksek fiyatı o vermiş. Ben de döndüm, dedim ki, burada böyle bir olay yok. Sen en yüksek fiyatı vermişsin. Adam gitti. Ondan sonra İstanbul’da müthiş bir kış oldu, kar yağdı. Bizim gazetede de işte belediye yolları açamıyor diye bir haber çıktı. Ertesi günde Bulvar Gazetesi’nin bir sütununda bir yazı çıktı. Dalan demiş ki, beni Güneş’te eleştiriyorlar. Çünkü Mehmet Barlas geldi. patronu adına ihale istedi. O ihaleyi alamayınca belediye yolları açamıyor diye yazdı. Ertesi gün de Sabah Gazetesi iş takibi yapan gazeteci kim diye o yazıyı haber yaptılar. Sonra Dalan açıklama yaptı. Ben hata yaptım, özür dilerim dedi. Ama iş takipçisi lafı oradan kaldı.

-Genelde genel yayın yönetmenleri, ister istemez patronlarının işlerini takip eder. Bunu yapanlar var.

-Var yani. Ses kayıtları falan çıktı.

-Size böyle bir takip ricası yapıldı mı?

-Hayatımda olmadı. Hayatımda hiçbir patronum, kendi işiyle ilgili bana hiçbir şey söylemedi.

Nuriye AKMAN / ZAMAN