07 Mar 2011 08:39
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:06
MEDYANIN YENİ KUŞAK TÜRBANLI FEMİNİSTLERİ!
"Türbanlı feministler"le liberal feministler, önümüzdeki yıllar içinde birbirleriyle ilgili önyargılarını kırabilir"
Yeni kuşak türbanlı gazeteciler
Bu yazıyı Bolu’dan yazıyorum.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği "Medya’da Kadın Algısı-İstismar ve İstihdam" konulu çalıştay nedeniyle iki gündür buradayız.
Çeşitli yayın organlarından, kimisi muhafazakâr kimisi feminist; kimisi örtülü kimisi örtüsüz, kadın-erkek gazeteciler, gazete ve TV yöneticileri; bilim insanları kafa kafaya vermiş "Medya’da kadın algısı" gibi dikenli bir konuyu tartışıyoruz.
Medya yaptığı haberlerle, kullandığı kadın modelleriyle okurlara ya da izleyicilere nasıl bir rol modeli dayatıyor? Kadın medyada nasıl yer alıyor, nasıl ve ne kadar temsil ediliyor? Nasıl temsil edilmeli? Medyada kadın bedeninin istismarı nasıl son bulabilir? Sebep, medyada üst yönetimin erkeklerde olması mı? Kadınlar medyada yönetim kademelerine nasıl gelebilir? Gelirse medyadaki kadın algısını değiştirebilir mi?
Tartışmaların bu temalar etrafında döndüğünü göz önüne alırsanız, neden "dikenli" bir konu dediğimi de anlarsınız. Zira, hepimizi bildiği gibi, kadına ve aileye bakış, Türkiye’de hakim iki yaşam tarzı arasındaki en gerilimli konudur.
Bilirsiniz, feministler muhafazakâr düşünceyi kadını geleneksel eş ve anne rolü içine hapsetmekle, mevcut erkek egemen kültürü yeniden ve yeniden üretmekle, geleneksel aile modeli içinde kadının ezilişini göz ardı ederek aileyi kutsamakla eleştirirler. Muhafazakâr kadınlar ise feministleri aileyi ve aile değerlerini toptan reddetmekle ve erkek düşmanlığına varan bir tutum içinde olmakla suçlarlar. Bu epey zamandır böyledir.
Daha doğrusu böyleydi. Çünkü bu toplantıda da bir kez daha gözler önüne serildi ki, son yıllarda muhafazakâr cenahta yaşanmakta olan büyük değişim, belki de en çarpıcı bir biçimde bu cenahın genç kadın gazetecilerinde kendini ortaya koymakta.
Şu anda muhafazakâr medyada muhabir, editör, yapımcı olarak çalışan, köşe yazısı yazan, söyleşi yapan yeni bir kadın kuşağı var ki, bunlar içinde yetiştikleri geleneksel kültürün kadın ve aileye ilişkin değerlerine sorgulayıcı bir gözle bakıyor, eleştiriyor ve bu değerleri dönüştürmeye çalışıyorlar. Örneğin, aile içindeki geleneksel rol bölüşümüne karşı çıkıyor; dindar erkeklerde gördükleri çifte standartları, iki yüzlülükleri eleştiriyor; hem geleneği hem de dini yeniden yorumlayarak kadın erkek arasında daha adil ve daha eşitlikçi ilişkiler talep ediyorlar. Ama bütün bunları yaparken, kendilerini feministlerden ayırmaya, feminist jargondan uzak durmaya da özel dikkat sarf ediyorlar.
Öte yandan, feminist kadınlar ise, bu muhafazakâr kadın hakları savunucularına kuşkulu gözlerle bakmaya, muhafazakârlıkla kadın hakları savunuculuğunu bir araya getirme gayretlerini oldukça umutsuz bir çaba olarak görmeye ve biraz da tepeden bakmaya devam ediyorlar.
İşte bu toplantı, bu ruh hali içinde olan ve birbirine karşı oldukça güçlü önyargılar taşıyan bu iki kesimi bir araya getirmesi bakımından önemliydi.
Tartışmalarda fikir ayrılıkları elbette vardı. Ama bundan daha önemlisi, büyük bir "dil uyuşmazlığı" olmasıydı. Çoğu kez, aynı fikir farklı kavramlarla ortaya konduğu için bir anlaşmazlık noktası gibi görülüyordu. Örneğin biz "kadın erkek eşitliği" derken, muhafazakâr arkadaşlarımız "kadın erkeğin mütemmim cüz’üdür" lafını "kadın ve erkek birbirlerinin mütemmim cüz’üdür" diye revize ederek, eşitlik kavramı yerine "takım olma" kavramını getiriyordu.
Gerek toplantılar sırasında, gerekse ara sohbetlerde yaptığımız bu tip kavramsal tartışmalar, AK Parti Kadın Kolları Başkan Yardımcısı Ayşe Keşir’in bir yazısındaki şu cümleleri getirdi aklıma: "Kadın hakları, kadın erkek eşitliği konuları gündeme geldiğinde, muhafazakâr ve feminist söylemlerin, birbirlerinin diline aşina olmamaktan, ortak dil yaratamamaktan, birbirinin tarihine, söylemine, kelimelerinin yüküne aşina olamamak ve dil birliği kuramamaktan kaynaklanan iletişim kazaları yaşıyoruz."
Bolu toplantısında biz de sık sık bu tip iletişim kazalarına şahit olduk. Ama bundan fazla da gocunmadık. Çünkü bunca yıl "ayrı dünyaların insanları olmuş" birbirinden neredeyse tamamen kopuk yaşamış insanlar olarak, bu kopukluğun öyle birkaç çalıştayla giderilemeyeceğini, ortak dil oluşturmak ve empati kurmak denen şeyin uzun bir zaman ve çaba gerektirdiğini biliyorduk. Mesele, bu diyalogun başlamış olmasıydı. Besbelli ki, daha uzun süre kavramları tokuşturup yarıştıracak ama sonunda birbirimizin dediğini anlayacaktık.
Ben bu yılın 8 Mart’ında, muhafazakâr kadın hakları savunucularıyla feministler arasında kurulan bu iletişimin altını çizmeyi önemli buluyorum. "Türbanlı feministler"le liberal feministler, önümüzdeki yıllar içinde birbirleriyle ilgili önyargılarını kırabilir, ortak bir dil geliştirebilir ve ortaklaştıkları noktalarda ortak mücadele etmeyi becerirlerse, bunun Türkiye kadın hareketinde yepyeni bir dinamizm yaratacağı sanıyorum.
Gülay GÖKTÜRK / www.bugun.com.tr
Bu yazıyı Bolu’dan yazıyorum.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği "Medya’da Kadın Algısı-İstismar ve İstihdam" konulu çalıştay nedeniyle iki gündür buradayız.
Çeşitli yayın organlarından, kimisi muhafazakâr kimisi feminist; kimisi örtülü kimisi örtüsüz, kadın-erkek gazeteciler, gazete ve TV yöneticileri; bilim insanları kafa kafaya vermiş "Medya’da kadın algısı" gibi dikenli bir konuyu tartışıyoruz.
Medya yaptığı haberlerle, kullandığı kadın modelleriyle okurlara ya da izleyicilere nasıl bir rol modeli dayatıyor? Kadın medyada nasıl yer alıyor, nasıl ve ne kadar temsil ediliyor? Nasıl temsil edilmeli? Medyada kadın bedeninin istismarı nasıl son bulabilir? Sebep, medyada üst yönetimin erkeklerde olması mı? Kadınlar medyada yönetim kademelerine nasıl gelebilir? Gelirse medyadaki kadın algısını değiştirebilir mi?
Tartışmaların bu temalar etrafında döndüğünü göz önüne alırsanız, neden "dikenli" bir konu dediğimi de anlarsınız. Zira, hepimizi bildiği gibi, kadına ve aileye bakış, Türkiye’de hakim iki yaşam tarzı arasındaki en gerilimli konudur.
Bilirsiniz, feministler muhafazakâr düşünceyi kadını geleneksel eş ve anne rolü içine hapsetmekle, mevcut erkek egemen kültürü yeniden ve yeniden üretmekle, geleneksel aile modeli içinde kadının ezilişini göz ardı ederek aileyi kutsamakla eleştirirler. Muhafazakâr kadınlar ise feministleri aileyi ve aile değerlerini toptan reddetmekle ve erkek düşmanlığına varan bir tutum içinde olmakla suçlarlar. Bu epey zamandır böyledir.
Daha doğrusu böyleydi. Çünkü bu toplantıda da bir kez daha gözler önüne serildi ki, son yıllarda muhafazakâr cenahta yaşanmakta olan büyük değişim, belki de en çarpıcı bir biçimde bu cenahın genç kadın gazetecilerinde kendini ortaya koymakta.
Şu anda muhafazakâr medyada muhabir, editör, yapımcı olarak çalışan, köşe yazısı yazan, söyleşi yapan yeni bir kadın kuşağı var ki, bunlar içinde yetiştikleri geleneksel kültürün kadın ve aileye ilişkin değerlerine sorgulayıcı bir gözle bakıyor, eleştiriyor ve bu değerleri dönüştürmeye çalışıyorlar. Örneğin, aile içindeki geleneksel rol bölüşümüne karşı çıkıyor; dindar erkeklerde gördükleri çifte standartları, iki yüzlülükleri eleştiriyor; hem geleneği hem de dini yeniden yorumlayarak kadın erkek arasında daha adil ve daha eşitlikçi ilişkiler talep ediyorlar. Ama bütün bunları yaparken, kendilerini feministlerden ayırmaya, feminist jargondan uzak durmaya da özel dikkat sarf ediyorlar.
Öte yandan, feminist kadınlar ise, bu muhafazakâr kadın hakları savunucularına kuşkulu gözlerle bakmaya, muhafazakârlıkla kadın hakları savunuculuğunu bir araya getirme gayretlerini oldukça umutsuz bir çaba olarak görmeye ve biraz da tepeden bakmaya devam ediyorlar.
İşte bu toplantı, bu ruh hali içinde olan ve birbirine karşı oldukça güçlü önyargılar taşıyan bu iki kesimi bir araya getirmesi bakımından önemliydi.
Tartışmalarda fikir ayrılıkları elbette vardı. Ama bundan daha önemlisi, büyük bir "dil uyuşmazlığı" olmasıydı. Çoğu kez, aynı fikir farklı kavramlarla ortaya konduğu için bir anlaşmazlık noktası gibi görülüyordu. Örneğin biz "kadın erkek eşitliği" derken, muhafazakâr arkadaşlarımız "kadın erkeğin mütemmim cüz’üdür" lafını "kadın ve erkek birbirlerinin mütemmim cüz’üdür" diye revize ederek, eşitlik kavramı yerine "takım olma" kavramını getiriyordu.
Gerek toplantılar sırasında, gerekse ara sohbetlerde yaptığımız bu tip kavramsal tartışmalar, AK Parti Kadın Kolları Başkan Yardımcısı Ayşe Keşir’in bir yazısındaki şu cümleleri getirdi aklıma: "Kadın hakları, kadın erkek eşitliği konuları gündeme geldiğinde, muhafazakâr ve feminist söylemlerin, birbirlerinin diline aşina olmamaktan, ortak dil yaratamamaktan, birbirinin tarihine, söylemine, kelimelerinin yüküne aşina olamamak ve dil birliği kuramamaktan kaynaklanan iletişim kazaları yaşıyoruz."
Bolu toplantısında biz de sık sık bu tip iletişim kazalarına şahit olduk. Ama bundan fazla da gocunmadık. Çünkü bunca yıl "ayrı dünyaların insanları olmuş" birbirinden neredeyse tamamen kopuk yaşamış insanlar olarak, bu kopukluğun öyle birkaç çalıştayla giderilemeyeceğini, ortak dil oluşturmak ve empati kurmak denen şeyin uzun bir zaman ve çaba gerektirdiğini biliyorduk. Mesele, bu diyalogun başlamış olmasıydı. Besbelli ki, daha uzun süre kavramları tokuşturup yarıştıracak ama sonunda birbirimizin dediğini anlayacaktık.
Ben bu yılın 8 Mart’ında, muhafazakâr kadın hakları savunucularıyla feministler arasında kurulan bu iletişimin altını çizmeyi önemli buluyorum. "Türbanlı feministler"le liberal feministler, önümüzdeki yıllar içinde birbirleriyle ilgili önyargılarını kırabilir, ortak bir dil geliştirebilir ve ortaklaştıkları noktalarda ortak mücadele etmeyi becerirlerse, bunun Türkiye kadın hareketinde yepyeni bir dinamizm yaratacağı sanıyorum.
Gülay GÖKTÜRK / www.bugun.com.tr