Medyanın mutfağından sansür-otosansür hikayeleri!
Gazeteci Mustafa Alp Dağıstanlı, yeni çıkan "5N 1Kim?" kitabıyla medya dünyası içerisinde bilinmeyenleri yazdı.
Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda çalışan deneyimli gazeteci, yeni
kitabında birçok ilginç bilgiye yer vererek "siyaset-medya-ticaret"
ilişkisini sorguluyor. BirGün gazetesinden Berkant Gültekin'in
gazeteci Dağıstanlı'yla söyleşisi şöyle:
GAZETECİLERİN HABER DİYE YAPTIKLARI "YALAN"
- Kitabınıza haberin tarifini yaparak başlıyorsunuz. Diyorsunuz ki
"Haber, Başbakan’ın söylediği değil, muhabirin yazdığıdır."
Bu tanımdan yola çıkarsak, Türkiye medyası haberin
neresinde?
- 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun başlamasından birkaç gün
sonraydı, Fethullah Gülen bir şeyler söyledi. Gazetelere bakıyorum,
Fethullah Gülen’in o açıklamasını olduğu gibi kullandılar. Bu bir
haber değil. Bu bir kaynak, bir belge. Sen bunu tarihsel arka
planıyla, hadi onu geçtim, o günkü büyük çerçevenin içine
koymadığın zaman bunun bir anlamı yok. Metinde Arapça alıntılar,
Kur'an’a göndermeler falan var, ben çoğunu anlamadım mesela. Şimdi
şöyle düşünmek lazım. Ben anlamadığıma göre okurların da en azından
büyük bir kısmı anlamamıştır. Halbuki gazetecinin okurdan bir farkı
olması lazım. Okur dediğin mühendis, kapıcı, elektrik teknisyeni
falan. Sabahtan akşama kadar gazeteciler gibi olan bitenle
uğraşmıyor ki. İnsanların zaten işi var. O zaman gazetecinin
Gülen’in o sözleri neden söylediğini, iktidar-Cemaat arasındaki
ilişkilerin boyutunu bir teknisyene, bir doktora anlatması lazım.
Sonra okur onu düşünür, bu tarafı tutar o başka mesele. Bu en basit
kural bile gazeteciler tarafından uygulanmıyor. Peki gazeteciye ne
gerek var? Herhangi bir insanı çıkar, “Alın size Fethullah Gülen’in
konuşması” der, o da bu işi rahatlıkla yapar.
Ama bizim medya, iktidar baskısından kaynaklı olarak, Başbakan’ın
söylediğini haber yapıyor. Başbakan’ın ne söylediği tek başına
haber değildir. Dünyada bütün başbakanlar yalan söyler, yalan
söylemeyen başbakan yoktur ve bizim başbakan da en yalancı
başbakanlardan biri. Sen gazeteci olarak, “O onu dedi, bu bunu
dedi” haberciliğine geçtiğin zaman ve asıl olarak da Başbakan’ın
laflarına itibar ettiğin zaman, sürekli yalan söylüyorsun
demektir.
Bu AKP yanlısı gazeteleri İngilizce'ye çevirsek ve yurtdışında bir
iletişim fakültesine göndersek, bunlara gazete demezler. Bir
partinin yayın organı falan bile bu kadar taraflı olamaz. Bir kaide
gözetir hiç olmazsa.
"28 ŞUBAT'TAN FARKI YOK"
- 28 Şubat’ın yarattığı emir-komuta biçimindeki medya düzeninden
kitabınızda söz ediyorsunuz. Mevcut duruma bakınca da AKP’nin medya
patronlarıyla kurduğu ilişkilerin bu yapıya uygun olduğu ortada.
Burada ilginç bir durum söz konusu değil mi; kendini 28 Şubat’ın
mağduru olarak gösteren AKP, o sürecin yarattığı ortamdan sonuna
kadar faydalanıyor, hatta o ilişkileri derinleştiriyor. Bu durumu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Medya açısından değerlendirildiğinde, 28 Şubat nasıl iktidara
köle bir medya düzeni yaratması yarattığı için yargılanıyorsa, bana
göre AKP’nin yarattığı düzen de aynı şekilde yargılanmalı. Bu
Türkiye’deki genel siyasal yapının izdüşümü gibi bir şey. Çok
merkezi bir siyasi kültürü var bu toplumun. Ta Osmanlı’dan, Fatih
Kanunnamesi’ne kadar giden bir süreçten bahsediyoruz. Aşırı
merkeziyetçi yapı, orasından burasından budanmasına rağmen aynen
devam eden bir şey. Mesela Demokrat Parti (DP) döneminde de öyle
oldu. Çok partili düzene geçtik ama DP de tek parti gibi davrandı.
Bu siyasi yapı kolay değişmiyor. Bir seçim yapmakla bütün
problemleri halletmiş olmuyorsun. AKP için de aynı durum geçerli.
AKP mağduru yaşayarak geldi buraya fakat o siyasi yapıya dokunmadı,
genel tavra o da uydu. AKP gördü bu düzeni kullanabileceğini. “Ona
ihale veririz, buna ceza keseriz ve bunları adam ederiz” diye
düşündüler ve şikâyetçi oldukları şeyin aynısını kendileri
yaptılar.
- Kitapta dikkat çeken noktalardan biri, tüm suçu sisteme
ya da AKP’ye yükleyip, gazetecilik mesleğinin ilkelerini yok sayan
“gazetecileri” ayıklamıyorsunuz. Gazetecilerin direnç göstermemesi,
kişiliksizleştirmeye önemli bir katkı sunuyor değil
mi?
- Bütün suçu sisteme attığımız zaman hepimiz günahsız oluruz ve
bütün sorumluluklarımızdan arınırız. Herkesin bir sorumluluğu var.
Bir şey yapıyorum fakat yaptığım şey beni tanımlamıyorsa problem
var demektir. Halbuki biz insanlar yaptıklarımızla tanımlanırız.
Durumu nasıl düzeltebiliriz? Bir şey dışarıdan düzeltilemez. Ancak
içeriden düzeltebiliriz.
Gazeteciler bir şey yapacak yani. Gazeteciler bütün emirlere
uyarsa, “Abi sistemin suçu, kapitalist ekonomide yaşıyoruz,
Türkiye’de baskı çok, yapacak bir şey de yok” derse, e o zaman ne
diye didiniyoruz? O zaman sus zaten. Kitapta da bahsettim, o
insanlar burada seslerini çıkarmadan çalışırken, şimdi oraya buraya
yazı yazıp “O öyle olmaz, bu böyle olmaz” diyorlar. Bu kabul
edilebilir bir şey değil. Bir insan bir şeyden rahatsızsa, sen “Bu
tablo yamuk” diyorsan, oturduğun yerden kalkacaksın, üç kuruşluk
efor sarf edeceksin ve o tabloyu düzelteceksin. Biz hiçbir çaba
sarf etmeden, hiçbir bedel ödemeden bütün bu medya aleminin
düzelmesini istiyoruz. Nasıl olacak bu! Çalışırken sesini
çıkarmıyorsun.
Galatasaray’dan Taksim’e yürüyerek gazetecilik kurtarılamaz. Bence
gazetecilerin yapacağı eylem sokak eylemi değil. Sokak eylemini
gazeteciler öldürüldüğünde, yaralandığında ve tutuklandığında
yaparsın. Bunlar için eyvallah. Fakat “Fikir özgürlüğü” sloganıyla
eylem yapılamaz bana göre. Çünkü o mücadele senin çalışırken
vereceğin mücadeledir.
"ÖZRÜ SEYİRCİDEN DİLEYECEKSİN"
- Gezi Direnişi süreci medya açısından büyük bir kırılma yarattı.
İnsanlar NTV’nin önüne giderek kanalı protesto etti. İşin ilginç
tarafı ise, NTV çalışanlarının da bıkkınlıklarını haykırırcasına bu
protestoya destek vermeleriydi. Kitabınızdan öğrendiğimize göre
kanal önce dengeli olmak istedi ancak sonunda yine iktidara teslim
oldu. NTV’nin Gezi sürecindeki bu ileri-geri tutumunu nasıl
açıklıyorsunuz?
- Kitle hareketlerinden ve sokak eylemlerinden tüm iktidarlar
korkar. Kontrol edilemez bir şeydir çünkü. NTV ve Doğuş Holding de
bundan korktu. Garanti Bankası'ndan para çekilmesi türünden şeyler
konuşuldu. Fakat bir yandan da orada çalışan insanlar AKP’ye oy
veren insanlar değil. Hatta içlerinde bir seçim yapılsa ÖDP birinci
parti çıkar.
NTV’nin CEO’su Cem Aydın, insanlar kanalın kapısına dayandıktan iki
gün sonra “Burama kadar geldi” dedi, herkesi toplayıp bir konuşma
yaptı. Bu toplantıda çalışanlardan özür diledi ve daha düzgün
diyemem ama “Daha dengeli bir yayın izleyebilir miyiz” noktasına
getirdi işleri. Fakat kanalın içinde öyle düşünmeyenler de vardı.
Muhtemelen onlardan biri de Nermin Yurteri’ydi. O zaten Başbakanlık
muhabiriydi, NTV’ye öyle geldi. Hükümet’in ajanı gibi çalıştığı
için, o süreçte de Hükümet’e karşı “Ben yapmıyorum bunu, Cem Aydın
yapıyor” intibası yarattı. En azından bana anlatılanlar bu
yönde.
Bu süreçte Başbakan Fas’a gitmişti. Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün
sözleri biraz ortamı yumuşatır gibiydi. NTV’de bu durumdan istifade
daha dengeli bir yayın politikası izlemeye karar verdi. Ama Erdoğan
gelip, esip-gürleyince işler bozuldu. Tabi Cem Aydın’ın özrü de
problemli. Özür öyle olmaz. Sen bir haber kanalısın, umuma yayın
yapıyorsun. Bir özür dileyeceksen, çalışanlarından dile tamam ama
asıl özrü seyircilerinden dilemelisin. Çünkü seyircilerine bunca
yıl yalan söyledin. O zaman çıkıp televizyon ekranından özür
dileyeceksin. Eğer böyle bir özür dileyebilseydi, bu kanalı da
bağlardı. Kanal buna uymasaydı bile, en azından Cem büyük gürültü
kopararak giderdi.
MİZAHI YASAKLAYAN GAZETECİ
- Kitapta medya dünyasında yaşanmış hayli çarpıcı anekdotlar var.
Bülent Arınç bir gün NTV’yi ziyaret ediyor, bir çalışanın masasında
mizah dergisini eline alıyor ve hoşnutsuz bir şekilde bırakıyor.
Arınç gittikten sonra ise kanalın sorumlularından Nermin Yurteri
koşar adım mizah dergisi okuyan muhabirin yanına geliyor ve bir
daha böyle şeyler istemediğini söylüyor. İktidar yandaşı
gazetecilik bir noktada alıştığımız bir şey ama işi bu kadar ileri
götüren nedir?
- Benim kitapta anlattığımdan daha büyük bir baskı var. Bir
keresinde TRT internet sitesine aynı gün konuşan Tayyip Erdoğan ve
Devlet Bahçeli’nin söylediklerini koyuyor. Başbakan’ın haberi 900
vuruş, Bahçeli’nin haberi 2200 vuruş olmuş diye bir pazar günü TRT
aranarak “Nedir bu rezalet?” diye soruluyor ve kimin yaptığı tespit
ediliyor. Yani bu derecede bir kontrol var. Böylesine baskının
olduğu bir yerde Nermin Yurteri gibi örnekler yadırganacak bir şey
değil. Neticede karikatürü mahkemeye vermiş bir Başbakan'ın
yönettiği ülkede yaşıyoruz. Ona itaat eden bir gazeteci de ne
yapacak, gidecek mizah dergisini yasaklayacak.
- Kitabı yazmaktaki amacınız neydi?
- Ben aslında buna benzer bir kitap yazmayı eskiden beri
düşünüyordum. NTV’deki Cem Aydın’ı eskiden beri tanıyorum. Ona
anlatmıştım. NTV’de dış haber editörüyken Cem’e bir gün şunu dedim;
“Bu gazetecilik denilen şey her günün tarihini yazmak demek, benim
bu tarihe itirazım var.” Çıkış noktası burası. Herkes sağda solda
konuşuyor. Peki bu kadar fazla kahraman gazetecimiz varsa eğer,
gazetecilik niye bu halde? Herkes George Orwell’ı cebinden
çıkaracak neredeyse! Ben 30 yıldır gazetecilik yapıyorum ve kimin
ne yaptığını gördüm. Onlar da beni gördü. Yazdığım şeylere cevap
verecek olan versin. Gazetecilik öyle yapılırsa, sonuç böyle bir
köleleşme olur. Foyanın ortaya çıkması ve kandırmacayı göstermek
için yazdım bu kitabı.