22 Oca 2014 23:11 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:53

Medyanın mutfağından sansür-otosansür hikayeleri!

Gazeteci Mustafa Alp Dağıstanlı, yeni çıkan "5N 1Kim?" kitabıyla medya dünyası içerisinde bilinmeyenleri yazdı.

Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda çalışan deneyimli gazeteci, yeni kitabında birçok ilginç bilgiye yer vererek "siyaset-medya-ticaret" ilişkisini sorguluyor. BirGün gazetesinden Berkant Gültekin'in gazeteci Dağıstanlı'yla söyleşisi şöyle:
GAZETECİLERİN HABER DİYE YAPTIKLARI "YALAN"
- Kitabınıza haberin tarifini yaparak başlıyorsunuz. Diyorsunuz ki "Haber, Başbakan’ın söylediği değil, muhabirin yazdığıdır." Bu tanımdan yola çıkarsak, Türkiye medyası haberin neresinde?

- 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun başlamasından birkaç gün sonraydı, Fethullah Gülen bir şeyler söyledi. Gazetelere bakıyorum, Fethullah Gülen’in o açıklamasını olduğu gibi kullandılar. Bu bir haber değil. Bu bir kaynak, bir belge. Sen bunu tarihsel arka planıyla, hadi onu geçtim, o günkü büyük çerçevenin içine koymadığın zaman bunun bir anlamı yok. Metinde Arapça alıntılar, Kur'an’a göndermeler falan var, ben çoğunu anlamadım mesela. Şimdi şöyle düşünmek lazım. Ben anlamadığıma göre okurların da en azından büyük bir kısmı anlamamıştır. Halbuki gazetecinin okurdan bir farkı olması lazım. Okur dediğin mühendis, kapıcı, elektrik teknisyeni falan. Sabahtan akşama kadar gazeteciler gibi olan bitenle uğraşmıyor ki. İnsanların zaten işi var. O zaman gazetecinin Gülen’in o sözleri neden söylediğini, iktidar-Cemaat arasındaki ilişkilerin boyutunu bir teknisyene, bir doktora anlatması lazım. Sonra okur onu düşünür, bu tarafı tutar o başka mesele. Bu en basit kural bile gazeteciler tarafından uygulanmıyor. Peki gazeteciye ne gerek var? Herhangi bir insanı çıkar, “Alın size Fethullah Gülen’in konuşması” der, o da bu işi rahatlıkla yapar.
Ama bizim medya, iktidar baskısından kaynaklı olarak, Başbakan’ın söylediğini haber yapıyor. Başbakan’ın ne söylediği tek başına haber değildir. Dünyada bütün başbakanlar yalan söyler, yalan söylemeyen başbakan yoktur ve bizim başbakan da en yalancı başbakanlardan biri. Sen gazeteci olarak, “O onu dedi, bu bunu dedi” haberciliğine geçtiğin zaman ve asıl olarak da Başbakan’ın laflarına itibar ettiğin zaman, sürekli yalan söylüyorsun demektir.

Bu AKP yanlısı gazeteleri İngilizce'ye çevirsek ve yurtdışında bir iletişim fakültesine göndersek, bunlara gazete demezler. Bir partinin yayın organı falan bile bu kadar taraflı olamaz. Bir kaide gözetir hiç olmazsa.

"28 ŞUBAT'TAN FARKI YOK"
- 28 Şubat’ın yarattığı emir-komuta biçimindeki medya düzeninden kitabınızda söz ediyorsunuz. Mevcut duruma bakınca da AKP’nin medya patronlarıyla kurduğu ilişkilerin bu yapıya uygun olduğu ortada. Burada ilginç bir durum söz konusu değil mi; kendini 28 Şubat’ın mağduru olarak gösteren AKP, o sürecin yarattığı ortamdan sonuna kadar faydalanıyor, hatta o ilişkileri derinleştiriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Medya açısından değerlendirildiğinde, 28 Şubat nasıl iktidara köle bir medya düzeni yaratması yarattığı için yargılanıyorsa, bana göre AKP’nin yarattığı düzen de aynı şekilde yargılanmalı. Bu Türkiye’deki genel siyasal yapının izdüşümü gibi bir şey. Çok merkezi bir siyasi kültürü var bu toplumun. Ta Osmanlı’dan, Fatih Kanunnamesi’ne kadar giden bir süreçten bahsediyoruz. Aşırı merkeziyetçi yapı, orasından burasından budanmasına rağmen aynen devam eden bir şey. Mesela Demokrat Parti (DP) döneminde de öyle oldu. Çok partili düzene geçtik ama DP de tek parti gibi davrandı. Bu siyasi yapı kolay değişmiyor. Bir seçim yapmakla bütün problemleri halletmiş olmuyorsun. AKP için de aynı durum geçerli. AKP mağduru yaşayarak geldi buraya fakat o siyasi yapıya dokunmadı, genel tavra o da uydu. AKP gördü bu düzeni kullanabileceğini. “Ona ihale veririz, buna ceza keseriz ve bunları adam ederiz” diye düşündüler ve şikâyetçi oldukları şeyin aynısını kendileri yaptılar.
- Kitapta dikkat çeken noktalardan biri, tüm suçu sisteme ya da AKP’ye yükleyip, gazetecilik mesleğinin ilkelerini yok sayan “gazetecileri” ayıklamıyorsunuz. Gazetecilerin direnç göstermemesi, kişiliksizleştirmeye önemli bir katkı sunuyor değil mi?
- Bütün suçu sisteme attığımız zaman hepimiz günahsız oluruz ve bütün sorumluluklarımızdan arınırız. Herkesin bir sorumluluğu var. Bir şey yapıyorum fakat yaptığım şey beni tanımlamıyorsa problem var demektir. Halbuki biz insanlar yaptıklarımızla tanımlanırız. Durumu nasıl düzeltebiliriz? Bir şey dışarıdan düzeltilemez. Ancak içeriden düzeltebiliriz.
Gazeteciler bir şey yapacak yani. Gazeteciler bütün emirlere uyarsa, “Abi sistemin suçu, kapitalist ekonomide yaşıyoruz, Türkiye’de baskı çok, yapacak bir şey de yok” derse, e o zaman ne diye didiniyoruz? O zaman sus zaten. Kitapta da bahsettim, o insanlar burada seslerini çıkarmadan çalışırken, şimdi oraya buraya yazı yazıp “O öyle olmaz, bu böyle olmaz” diyorlar. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bir insan bir şeyden rahatsızsa, sen “Bu tablo yamuk” diyorsan, oturduğun yerden kalkacaksın, üç kuruşluk efor sarf edeceksin ve o tabloyu düzelteceksin. Biz hiçbir çaba sarf etmeden, hiçbir bedel ödemeden bütün bu medya aleminin düzelmesini istiyoruz. Nasıl olacak bu! Çalışırken sesini çıkarmıyorsun.
Galatasaray’dan Taksim’e yürüyerek gazetecilik kurtarılamaz. Bence gazetecilerin yapacağı eylem sokak eylemi değil. Sokak eylemini gazeteciler öldürüldüğünde, yaralandığında ve tutuklandığında yaparsın. Bunlar için eyvallah. Fakat “Fikir özgürlüğü” sloganıyla eylem yapılamaz bana göre. Çünkü o mücadele senin çalışırken vereceğin mücadeledir.
"ÖZRÜ SEYİRCİDEN DİLEYECEKSİN"
- Gezi Direnişi süreci medya açısından büyük bir kırılma yarattı. İnsanlar NTV’nin önüne giderek kanalı protesto etti. İşin ilginç tarafı ise, NTV çalışanlarının da bıkkınlıklarını haykırırcasına bu protestoya destek vermeleriydi. Kitabınızdan öğrendiğimize göre kanal önce dengeli olmak istedi ancak sonunda yine iktidara teslim oldu. NTV’nin Gezi sürecindeki bu ileri-geri tutumunu nasıl açıklıyorsunuz?

- Kitle hareketlerinden ve sokak eylemlerinden tüm iktidarlar korkar. Kontrol edilemez bir şeydir çünkü. NTV ve Doğuş Holding de bundan korktu. Garanti Bankası'ndan para çekilmesi türünden şeyler konuşuldu. Fakat bir yandan da orada çalışan insanlar AKP’ye oy veren insanlar değil. Hatta içlerinde bir seçim yapılsa ÖDP birinci parti çıkar.
NTV’nin CEO’su Cem Aydın, insanlar kanalın kapısına dayandıktan iki gün sonra “Burama kadar geldi” dedi, herkesi toplayıp bir konuşma yaptı. Bu toplantıda çalışanlardan özür diledi ve daha düzgün diyemem ama “Daha dengeli bir yayın izleyebilir miyiz” noktasına getirdi işleri. Fakat kanalın içinde öyle düşünmeyenler de vardı. Muhtemelen onlardan biri de Nermin Yurteri’ydi. O zaten Başbakanlık muhabiriydi, NTV’ye öyle geldi. Hükümet’in ajanı gibi çalıştığı için, o süreçte de Hükümet’e karşı “Ben yapmıyorum bunu, Cem Aydın yapıyor” intibası yarattı. En azından bana anlatılanlar bu yönde.
Bu süreçte Başbakan Fas’a gitmişti. Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün sözleri biraz ortamı yumuşatır gibiydi. NTV’de bu durumdan istifade daha dengeli bir yayın politikası izlemeye karar verdi. Ama Erdoğan gelip, esip-gürleyince işler bozuldu. Tabi Cem Aydın’ın özrü de problemli. Özür öyle olmaz. Sen bir haber kanalısın, umuma yayın yapıyorsun. Bir özür dileyeceksen, çalışanlarından dile tamam ama asıl özrü seyircilerinden dilemelisin. Çünkü seyircilerine bunca yıl yalan söyledin. O zaman çıkıp televizyon ekranından özür dileyeceksin. Eğer böyle bir özür dileyebilseydi, bu kanalı da bağlardı. Kanal buna uymasaydı bile, en azından Cem büyük gürültü kopararak giderdi.

Medyanın mutfağından sansür-otosansür hikayeleri! - Resim : 1
MİZAHI YASAKLAYAN GAZETECİ
- Kitapta medya dünyasında yaşanmış hayli çarpıcı anekdotlar var. Bülent Arınç bir gün NTV’yi ziyaret ediyor, bir çalışanın masasında mizah dergisini eline alıyor ve hoşnutsuz bir şekilde bırakıyor. Arınç gittikten sonra ise kanalın sorumlularından Nermin Yurteri koşar adım mizah dergisi okuyan muhabirin yanına geliyor ve bir daha böyle şeyler istemediğini söylüyor. İktidar yandaşı gazetecilik bir noktada alıştığımız bir şey ama işi bu kadar ileri götüren nedir?

- Benim kitapta anlattığımdan daha büyük bir baskı var. Bir keresinde TRT internet sitesine aynı gün konuşan Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin söylediklerini koyuyor. Başbakan’ın haberi 900 vuruş, Bahçeli’nin haberi 2200 vuruş olmuş diye bir pazar günü TRT aranarak “Nedir bu rezalet?” diye soruluyor ve kimin yaptığı tespit ediliyor. Yani bu derecede bir kontrol var. Böylesine baskının olduğu bir yerde Nermin Yurteri gibi örnekler yadırganacak bir şey değil. Neticede karikatürü mahkemeye vermiş bir Başbakan'ın yönettiği ülkede yaşıyoruz. Ona itaat eden bir gazeteci de ne yapacak, gidecek mizah dergisini yasaklayacak.
- Kitabı yazmaktaki amacınız neydi?
- Ben aslında buna benzer bir kitap yazmayı eskiden beri düşünüyordum. NTV’deki Cem Aydın’ı eskiden beri tanıyorum. Ona anlatmıştım. NTV’de dış haber editörüyken Cem’e bir gün şunu dedim; “Bu gazetecilik denilen şey her günün tarihini yazmak demek, benim bu tarihe itirazım var.” Çıkış noktası burası. Herkes sağda solda konuşuyor. Peki bu kadar fazla kahraman gazetecimiz varsa eğer, gazetecilik niye bu halde? Herkes George Orwell’ı cebinden çıkaracak neredeyse! Ben 30 yıldır gazetecilik yapıyorum ve kimin ne yaptığını gördüm. Onlar da beni gördü. Yazdığım şeylere cevap verecek olan versin. Gazetecilik öyle yapılırsa, sonuç böyle bir köleleşme olur. Foyanın ortaya çıkması ve kandırmacayı göstermek için yazdım bu kitabı.