Medyada zam istemek “ayıp”, "kabahat” ya da “suç” mu?
Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar Milliyet/Vatan Grubu’ndaki “Zam tartışması” dolayısıyla sektördeki genel yaklaşımı ele aldı…
Yıllar önce gene Medyaradar sitesinde yazdığım, 28.10.2011 tarihli
“Medyada ‘kapı önüne koyulma’
duygusu!..” başlıklı yazımda zırt pırt ve keyfi
olarak uygulanan tenkisatlar dolayısıyla Türkiye’de “iş
güvencesi”nin ve kimi hakların en olmadığı kurumların başında
medyanın geldiğini vurgulamış ve medyada “insan kaynakları”nın
gerçekte “insansızlaştırma kaynakları” olarak çalıştığını
söylemiştim. Hiçbir “rasyonel” kritere göre yürümeyen davranışların
süreç içinde “toplu kıyımlar”a kadar vardığını ve gazetecileri
fiilen aşağılamak anlamına geleceğini hatırlatmıştım.
Bu gibi tavırların giderek bir “huy” olarak yerleşip adeta
“normalleştiğini” ileri sürdüğüm yazıda “Bu sektörde (Onun bunun
adamı, yalakası değilsen) çalışanın bir trikotaj işçisi kadar iş
güvencesi yoktur. “ tezini savunmuştum. Garip ama gerçek olan buydu
çünkü. Medyada yaşananlar her geçen gün bu kanaati
pekiştiriyordu…
Dahası bunun en ironik şekilde teşekkül ettiğini, herkesin hakkını
savunan ama kendi haklarını savunamayan mesleğin gazetecilik
olduğunu iddia etmiştim. Bugün işler daha da berbat noktalara
gelmiş bulunuyor. Artık patronlar belli taleplerde bulunan
çalışanlarını “gazeteyi tümden kapatmakla” bile tehdit edebiliyor.
Muhakkak ki bilinçaltı işsiz kalma korkusu ancak böyle ajite
edilir. Bravo doğrusu!..
İşte bana bunları yeniden düşündüren ise Milliyet / Vatan grubunun
patronu Erdoğan Demirören’in çalışanlarına yaptığı konuşmayla
ilgili haberler oldu. Konuya dair haberlerde geçen iddiaya göre
Demirören, çalışanları gazete binasında toplayarak, "Zam yok,
gerekirse burayı bir dakikada kapatırım" açıklaması yapmıştı. Bu
“tepki” neye istinaden verilmişti?
Milliyet ve Vatan’da tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Bu anlamda
okuduğunuz yazı –öyle görünse de- doğrudan bir Milliyet/Vatan ya da
Erdoğan Demirören yazısı da değildir. Onlar ancak medyadaki bir
soruna “vesile” olmuşlardır. Çünkü bu sorun bugün burada yarın bir
başka yerde her zaman zaten karşınıza çıkabilecek türden bir
sorundur. Ali’ye Veli’ye göre değişen bir durum değildir. Kişiler
geçici tutumlar –maalesef- kalıcıya benzemektedir…
Aynı şekilde kimileri gibi hemen Demirören’in gazetenin kimi
kararlarını Erdoğan’a danışarak almasını ya da “üzdüm mü seni
patron…” hitabını da hatırlatacak değilim. Çünkü çalışanına karşı
tutumunda sağ-sol, iktidar yanlısı yahut “muhalif” olmanın medyada
fazla fark etmediğini de gördüm. Hatta kimi sözüm ona “sıkı solcu”
patronlar eliyle bizzat yaşadım bile. Dolayısıyla olayı siyasi
tartışmalara çekip işi sulandıracak değilim. Sanki cenahına göre
fazla fark ediyormuş gibi!..
SÖYLENENLER BİR ZİHNİYETİ ELE VERİYOR!..
Aslında söylenenler olaya “bakış”ı ve bir “zihniyet”i ele veriyor
gibidir. Bu çalışanlarının taleplerini, rahatsızlıklarını, diyalog
içinde halledilecek “normal” bir hak arayışı olarak değil de sanki
bir “tehdit” olarak gören, bir türlü modern çalışma hayatı
kurallarına adapte olamayan “klasik patron bakışı”dır. Bu bakış
böylesi sorunlarla karşılaştığında işleri eski ve güzel bir tabir
olan “uhuletle ve suhuletle” (Sessiz ve sakin) halletmeyi değil en
negatifinden ele almayı adeta refleks hale getirmiştir.
Gerçekte sendikasız olmanın (Ya da sendikasızlaştırılmanın!) bir
ürünü olan bu tarz gayri-modern ilişkilerde böylesi “konuşmalar”
kaçınılmazdır. Buradaki asıl sıkıntı “muhatap”ların normal
kanallarla bir araya gelip, problemlerini gene o kanallar yoluyla
çözememesidir. Aynı atmosfer ve zihniyet içinde zam ve diğer
taleplerde normal birer talep olarak değil de sanki bir “ayıp”,
“kabahat” ya da “suç” olarak algılanmaya meyillidir. Asıl terslik
buradadır!..
Hiç şüphesiz bu gibi durumlara (Emek-Sermaye ilişkileri açısından)
“tek taraflı” bakılamaz. Patronlarında kendilerine göre sorunları
vardır. Onlar da “makul” bir şekilde ortaya konulabilir. Sonuçta
“rasyonel” ve “hakkaniyetli” bir “çözüm” de uzlaşılır. Lakin
“diğer” tarafı “yok” sayar, sadece emredileni yapmakla mükellef
insanlar gibi görürseniz olay çetrefilleşir.
Aynı şekilde bunlar bahane” edilerek, bazı hakları budamanın,
baskılamanın gerekçesi de olamaz. Ya da “o zaman sende git
kardeşim” denilip, kestirilip atılamaz. (Burada iki yıldır
ücretlerine zam yapılmayan yahut ayrılmaları durumunda tazminatını
alamama riski altında olduğunu söyleyen bir çalışan kitlesi söz
konusudur) Hele de söylendiğine göre “En fazla işsizlik basında
var” hatırlatması niçin yapılmaktadır. “Ya buna razı olun ya da
işsiz kalın” mı denilmek istenmektedir? “İşsiz arkadaşlarınızı
görün de halinize şükredin” mesajı mıdır? Hele de “gazeteyi
kapatırım” gibi sözler ne anlama gelmektedir? Bu da bir tür
“psikolojik baskı” değil midir?
Yanı sıra "Çalışın kâr edin, öyle zam isteyin" nasıl bir bakışın
ürünüdür? Bir müessesenin “kâr” a geçip geçmemesi (Ki reel durumu
rakamsal olarak bilmiyoruz) öncelikle patronlarının,
yöneticilerinin sorunu ya da kusurudur. Çalışanların yükümlülükleri
ise başkadır. Orada başka sıkıntılar varsa onun da muhasebesi
ayrıdır. Burada sanki tüm fatura çalışanlara çıkarılmak istenmekte
gibidir.
Bilemiyorum; olayların bu noktalara çekilmesi şart mı? Bu tarz
lafları işittikçe mesleğim adına üzülüyorum. Gazete çalışanlarının
–niyet ne olursa olsun- fiilen aşağılandıklarını, adam yerine
konulmadıklarını, bir tür “düşman” gibi görüldüklerini düşünüyorum.
Yanılıyorsam lütfen düzeltin.
Yoksa baştan da dediğim gibi amacım ne şu patronu ne bu patronu ne
de bir kurumu hedeflemek değil. Kimseyle “özel bir problemim” de
yok zaten. Ben sadece ilkesel düzeyde ve doğru olduğuna inandığım
bir yaklaşımı hatırlatmaya çalışıyorum.
Öyle veya böyle zam istemek ne bir suç ne de günahtır. Burada
kızmak, öfkelenmek, kaçamak yollara sapmak yerine meşhur “patron
soğukkanlılığı” ile soruna pratik bir çözüm getirmek sanırım en
makul arayış olacaktır…
19.01. 2016.
[email protected]