02 Tem 2010 14:18 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:26

''MEDYADA EN SIKIŞIK DÖNEM BU DÖNEM!'' DOĞAN AKIN AHMET TULGAR'A KONUŞTU!

Medyaradar'ın usta röportajcısı Ahmet Tulgar bu kez T24'ün patronu ve genel yayın yönetmeni Doğan Akın'la çok özel bir röportaj gerçekleştirdi.

"İlhan Abi, Cumhuriyet’in bekasını demokrasiden ayrı düşünebildi."

Doğan Akın ile Milliyet’te 7 sene çok yakın çalıştık. Onun hâlâ genç diyebileceğimiz kuşağın en parlak gazetecilerinden biri olduğunu düşünürüm. İğne ile kuyu kazar gibi, gün boyu çıkardığı sayfalar dolusu haberle çalıştığı, yönetiminde olduğu gazeteleri donatır. Evet, o bir donatıcıdır ama onun bu nicelik merakı niteliğe olan hassasiyetine zarar vermez, çünkü o aynı zamanda çok iyi bir işleyicidir. Ona haberini teslim eden muhabir bilir ki iş emin ve ehil ellerdedir. Zenginleşecektir.

Doğan Akın bu mesleğin geleneksel değerleri ile modern perspektiflerini bir arada uygulayan, Babıalî nezaketi ile günümüz gazeteciliğinin yüksek temposunu bir araya getirebilen özel bir adamdır.

Nezaket. Evet. Onun bu nezaketi lumpen muhabbetlere hayli meyleden haber masalarına bir nevi balans ayarı yapar.

Ben çalıştım onunla, darısı başka meslektaşlarıma.

Doğan’ı etik kaygıları ve vicdanı bağımsız gazeteciliğe, haber verme sabırsızlığı internet yayıncılığına yöneltmiş bir süre önce. Öyle anlaşılıyor. Muhabirlikteki başarılarından sonra Cumhuriyet ve Milliyet’te haber müdürlüğü yapan Doğan Akın, şimdi dokuz ayda Türkiye’nin en iyilerinden biri olan internet medyası T24’ün patronu ve genel yayın yönetmeni.



- Doğan, önce bir kariyerini özetlesene.

Ahmet, ben haziran 1987’de Ankara Siyasal’ı bitirdim, temmuz 87’de de Cumhuriyet gazetesine staj için başvurdum. Ahmet Tan işte istihbarat şefi, Yalçın Doğan Ankara Temsilcisi, orada staja başladım, ama yıldızlar geçidi tabii, yani Uğur Mumcu, Cüneyt Arcayürek, Erbil Tuşalp, Sedat Ergin, Cengiz Çandar, Yasemin Çongar, Tuncay Özkan, Ümit Aslanbay, yani o kadar iddialı gazetecilerin bir arada olduğu bir büroydu ki hiçbir zaman kadro alacağımız gibi bir şey, yakın zamanda hayal kurmadık. Zaten 3,5 yıl Cumhuriyet gazetesinde sigortasız çalıştım. O zamanlar medyadaki gelenek öyleydi. Ve 1987’den 1997’ye kadar 11 yıl aralıksız Cumhuriyet’te çalıştım. Orada işte stajdan sonra gece muhabirliği, belediye muhabirliği, Başbakanlık muhabirliği, parlamento muhabirliği yaptım. Sonra işte en son görevim Ankara haber müdürlüğüydü. Ve Ankara haber müdürlüğünden sonra olağan bir ihtilaf nedeniyle Cumhuriyet’ten ayrıldım. Ondan sonra da Milliyet Grubu’nda, Doğan Grubu’nda başladım.

- Sen Ankara gazeteciliğini de, İstanbul gazeteciliğini de iyi biliyorsun. Ankara’da Cumhuriyet’te, İstanbul’da, Milliyet’te haber müdürlüğü yaptın. Bunların ikisinin temel ayrımları nedir?

Ben bu değerlendirmeleri hep abartılı bulurum. Çünkü gazeteciliğin sonuçta temel bir doğası var ve bulunduğun şehre göre değişmiyor. Ama, dolayısıyla yani ikisinin arasındaki farkı kurgularken insan ihmal ediliyor. Yani hakikaten iyi bir gazeteci Ankara’da da çok iyi bir gazetecidir, İstanbul’da da çok iyi bir gazetecidir. Umur Talu çok iyi bir gazetecidir, hiçbir zaman Ankara’da çalışmamıştır. Bence nüanslar konusunda, nüanslara dikkat etmek konusunda Ankara gazeteciliğinde bir deneyim kazanmak daha mümkün. Çünkü Türkiye çok problemleri olan bir ülke, özellikle de diplomasi ve siyasette problemi var, dolayısıyla bu alanlarda nüanslara dikkat etmek, kelimelendirmeleri doğru yapmak, dolayısıyla da haber kaynakları, enformasyon arayan insanların gözünde daha itibarlı, daha inandırıcı metinler yazmak konusunda Ankara’da daha kısa zamanda daha çok şey öğrenebilirsiniz. Ama orada da şöyle bir problem olabiliyor Ankara gazeteciliği açısından da, ona çok dikkat etmek lazım, enformasyon talebi hâlâ bizim kültürümüze çok uygun değil, kızkardeşine iş istiyormuşsun gibi davranıyor bazen haber kaynakları, oysa habercilik kamu yararına yapılan bir iş, o açıdan da o zorluk bazen gazetecileri tehlikeli olabilecek derecede haber kaynakları ile özdeşleştirebiliyor.Ya da yakınlaştırabiliyor. Orada da mesela İstanbul’un o haber kaynaklarından uzaklığı ve mesafesi dengeleyici olabiliyor. Ben İstanbul deneyimimde bunu kazandım. Bunu da Ankara’da kazanmak daha zor aslında. İkisi birbirini çok bütünleyen şeyler. Bazı meslektaşlarımızın zaten işte o haber kaynakları ile haberciliği bir kenara bırakıp başka işler peşine düştüğünü de görüyorsunuz. Ankara gazeteciliğinin en önemli problemlerinden birisi, daha doğrusu önündeki en önemli tehlikelerden birisi haber kaynakları ile mesafeyi hakikaten iyi ayarlamak. Ama zorluğunu anlıyorum. Çünkü o haber kaynağından bir haber almak değil, ilişkiyi konsolide etmek lazım ve haber kaynakları da çok alıngan davranabiliyorlar. O zorluğu var Ankara gazeteciliğinin. Onun için yaptıkları işi yargılarken bence bu zorlukları, bu şeyi...


- İstanbul’da işin bu zorluğu pek yok.

Yok. Hayır. İstanbul’da yok. Çünkü İstanbul’daki haber kaynaklarının bileşiminde bürokrasinin etkisi az, Ankara’daysa başka bir şey yok adeta. Bütün haber kaynaklarınız, yöneleceğiniz bütün yer, gazeteyi temsil ettiğiniz bütün ortamlar genellikle Genelkurmay Başkanlığı, Bakanlıklar, yargı kurumları, işte parlamento falan gibi hep resmi niteliği olan kurumlar. Eh, oralarda daha formel ilişkiler var.


"Medyada en sıkışık dönem bu dönem"

- Peki bu işlerin daha kolay ya da daha zor yürüdüğü dönemler oluyor mu, yani sivil hükümetler döneminde, askeri rejim, cunta dönemlerini kast etmiyorum, ne gibi belirgin farklar oluyor dönemsel olarak?

Tahammül. Mesela her açıdan belki de Cumhuriyet tarihinin en fazla eleştirilen isimlerinden birisi işte Süleyman Demirel’dir. Fakat benim gazetecilik deneyimimde, çünkü Başbakanlık muhabiri olarak kendisini izledim, Cumhurbaşkanı iken de kendisini izledim. En rahat çalıştığımız dönemdi, çünkü tahammül konusunda toleransı en yüksek ve gazetelere normal dışı yollardan nüfuz etmek konusunda girişimleri bence en az olanlardan birisiydi. En rahat dönemlerimizden birisinin o olduğunu söyleyebilirim. Ama mesela Tansu Çiller döneminde medyaya nüfuz etme ve haberleri önleme, yönlendirme konusunda benim 1983 seçimlerinden sonraki dönemde gözlemlediğim en büyük girişimler o sırada olmuştu. Hakikaten de Tansu Çiller bu konuda sınır tanımamaya çok eğilimli birisiydi. Tabii Özal döneminin de şeyleri var. Ondan sonra, zannederim, koalisyon dönemlerinde bunu daha az hissediyorsunuz, çünkü iktidarın parçalanmış olması medyaya da bir şekilde artı bir şey olarak, tek elde toplanmamış bir güç olarak yansıyor ve medya göreli olarak daha nefes alabiliyor. Ama bence medyaya en fazla nüfuz edilen, medya patronlarının ve bütün iş dünyasının konuşurken "acaba başıma bir şey gelir mi?" diye en çok düşündükleri dönem 2002’den sonra başladı. Ve biliyoruz ki işte Doğan Grubu’nun başına gelen bu vergi meselesi diğer birçok patron için de bir ölçü oldu neler başına gelebileceği konusunda, bir. İkinci tarafında da ilk kez bir Başbakan’ın damadı bir medya grubuna da sahip olan bir holdingin genel müdürlüğünü yapıyor. Damadının kardeşi o holdingin yayın grubu başkanı ve o holdingin sahibi Ahmet Çalık Başbakan’a en yakın isimlerden birisi ve o holding Sabah-atv Grubu’nu iki kamu bankasından, Vakıfbank, niteliği tüzel kişiliği nedeniyle tartışılabilir ama sonuçta Vakıflar’a aittir ve Halk Bankası’ndan alınan 750 milyarlık kredi ile alabildi. Dolayısıyla bizzatihi de içinde olan bir siyasetten söz ediyoruz ve yanı sıra, Başbakan’ın diğer bir arkadaşı, çok yakın bir başka arkadaşı diğer bir medya grubunun başkanı. Yeni Şafak Grubu’nun başkanı. Ve buralarda, sekiz yıllık bir iktidardan söz ediyoruz, yorumlardan söz etmiyorum ama haberleriyle bir kez bile eleştirilmemiş bir şey söz konusu şu anda. Bir haberle bile eleştirilmemiş ya da bir olumsuzluk bile yayımlamamış bir medya var. Sekiz yıl çok uzun bir süre, eh baktığın zaman çok da gurur duyulacak bir şey değil. Bence en sıkışık dönemin bu dönem olduğunu düşünüyorum.

- Tamam, sivil hükümetlerin medya ile böyle bir ilişkisi var. Ama Türkiye’de medya hep bir şekilde, özellikle 12 Eylül’den sonra hep bir şekilde yandaş olmadı mı, yani mesela ordunun yanında, genel olarak mevcut statükonun yandaşı olmadı mı?

Bence medya tarafında baktığın zaman şöyle bir şey var, çok haklısın ama, orada yandaşlıktan da ziyade, iktidarları etkileme girişimleri vardı, yani hükümetlerin kurulmasına, hükümetlerin bileşimine, bakanlar kurulunun da oluşumuna müdahale eden...

- Ama hep arkasına bir şeyleri alarak.

Hep ona da nüfuz etmeye çalışan bir medya idi. Dolayısıyla o görüntüyü böyle birazcık, hani yandaşlıktan ziyade adeta şey, hani bir habercilik, bir medya işlevinin ötesinde, kendi işini aşarak, arkasındaki para gücüne güvenerek, bu sefer de iktidarlara nüfuz ederek sonuç almaya çalışan bir medya vardı. Bunun çok önemli hastalıklar yarattığı çok açık medyada. Ama buradaysa denklemin iktidar tarafı, sonuçta çok güçlü bir iktidar var tabii. Hem de sekiz yıldır iktidarda olmak, tek başına iktidarda olmak, parlamentoda salt çoğunluğu üzerinde bulundurarak iktidarda olmak çok önemli bir güç. Bu Türkiye’nin çok özlediği de bir şeydi bir taraftan, yani koalisyon hükümetleri istikrarsızlık yaratıyor filan diye, onun medya üzerinde daha önce örneğine çok rastlamadığımız, denklemin bu tarafını çok güçlendiren, ’tek parti, güçlü iktidar’ın medyada karşılığının nasıl tahammülsüz olacağını gösteriyor. Bu kadarı Özal’a da kısmet olmadı. Çünkü Özal hiçbir zaman bu kadar kuvvetli, uzun süre kuvvetli olamadı. Dolayısıyla ikisinin arasındaki fark, denklemin bu tarafının, iktidar tarafının çok güçlenmiş olması. Mesela Başbakan’ı genel olarak destekleyen, bazı girişimlerinde çok cesur bulan Cengiz Çandar gibi yazarlar bile bir eleştiri getirdiklerinde "Sen kimin avukatısın?" diye bir tepki ile karşılaşabiliyorlar. Başbakan gazeteciliğe işte bir tarafın avukatı olarak baktığı için, Türkiye’deki gazetecilik de buna çok uygun olduğu için, hep bir tarafın avukatlığı yani, Başbakan da o formasyona uygun davranıyor ve olağanüstü bir tahammülsüzlük var gazetelere, haberlere karşı, iş dünyasına karşı. TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplandı, Kürt sorunuyla ilgili görüşler dile getiriyor, anayasa değişikliği ile ilgili bazı görüşler dile getiriyor, Başbakan’ın kullandığı iki ifade, "Böyle saçmalık olur mu?, Bunlar siyaset acemisi" falan filan. Lisan sorunu, tahammül sorunu olan bir Başbakan söz konusu. Deniz Baykal’ın özel hayatı konusunda, "Orası onun yatak odası değil, onun için onun özel hayatı değil" gibi coğrafi bir hareket noktası olan, yani her konuya tahammülsüz, o tek parti iktidarı olmanın gücünü her an hisseden ve hissettiren ve bunu da işte uluslararası ilişkilerde de yansıtan bir başbakan var. Onun için ben daha önceki dönemlerden ayırıyorum.




"AKP inişe geçtiği anda medya ona muazzam yüklenecek."

- Peki medya sence bundan bir ders çıkaracak mı? Yani hataları, verdiği zararlar konusunda. Hükümetlerle, iktidarlarla daha mesafeli ilişki gerektiği konusunda. Yoksa kendilerine araç olabilecek yeni bir hükümet mi arayacaklar?

Bence bu dönemin sonu şöyle olacak. AKP inişe geçtiği andan itibaren muazzam bir medya şeyi altında, çünkü bu dönemde yaşadığını asla unutmayacaktır bazı gazeteler ve gazete sahipleri ve iş dünyası da, bunu kuvvetli bir olasılık olarak görüyorum, bence ilk sonucu bu dönemin AKP’ye karşı zaman zaman ölçüsüz bulacağımız ölçüde bir yüklenme olacaktır. Bunun bürokraside de görebiliriz, yargıda da görebiliriz, hatta bütün bu dönemin yasadışı ortam dinleme falan filan simetriğini önümüzdeki dönem AKP aleyhine çalışan bir mekanizma olarak da görebiliriz. Medya bundan ders çıkarır mı? Hayır. Mesele medyanın sahipliği konusunda. Eğer siz bir medya sahibi olarak çok sayıda işe sahipseniz, iktidarlar karşısında ilişkiniz hep bir şekilde bağımlılık ilişkisi oluyor ve konjonktür bazen sizin aleyhinize bazen de lehinize olabiliyor. Bu dönem belki biraz aleyhine medyanın. Başka bir dönemde de lehine olabilir ama bu medyanın sermaye yapısının ürettiği yapısal bir sorun. Derhal bundan bir ders çıkarılıp da hemen medyada önümüzdeki dönem bu yapıda bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Ama şu olabilir, bu gözlemliyorum da, iş adamları bence giderek medyanın da Türkiye’de bir demokrasi sorunu olarak bir problem teşkil ettiğini görmeye başladılar. Yani sağdan sola, bakın, görüşünüz ne olursa olsun, yazdığına, bakışına güvenilen, vicdanına güvenilen, muhakeme yeteneğine güvenilen bir medyanın yokluğunun aslında Türkiye için ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu giderek görmeye başladılar. Önümüzdeki dönem mevcut gazetelerin, mevcut medyanın yapısında değişiklik değil de, çünkü yeni medyalar da eski hastalıklarla şu anda inşa oluyor. Çünkü ne diyorduk, eskiden iktidarlara çok yakın, ona nüfuz etmeye çalışan bir medya vardı, eh şimdi bu taraftan bakıyorsunuz, Çalık Grubu medyada yeni aktör ve bakıyorsun "kamu bankalarından kredi ver, Başbakan’ı asla eleştirme" falan filan, bakıyorsun, aynı ilişkiler varsa, ne tarafında olduğunuzun hiçbir önemi yok, aynı hastalıklarla yapı tesis ediliyor. Bence işte iş adamlarının da bu dönemde, yani sermaye sınıfının gördüğü şey medyadaki demokrasi sorunu olabiliyor, kullandığı dil, tahammülsüzlükler, kışkırtmayla, etnik grupları, inançları birbirine kışkırtmakla, meselenin neresinde olursan ol, belki bu birikim önümüzdeki dönemde bağımsız medyaların desteklenmesi konusunda toplumun birçok kesimini motive edebilir. Bu çok önemli bir şey. Yani vicdanına, muhakemesine, birikimine ve profesyonelliğine güvenilen medyaların olması için öyle çok büyük paralar, şunlar, bunlar gerekmiyor. Sadece bağımlılıktan uzak durmak yeterli. Çünkü o medya günü gelir, mesela biraz önce şey dedim, bu dönemin ilk sonucu AKP’ye olağanüstü bir yüklenme olacaktır, o medya günü gelir AKP’nin de sığındığı, AKP’nin de hakkını savunan bir medya olur. Bunu niçin önemsiyorum? Mesela bu dönemde, İlhan Cihaner meselesi bu dönemin en çok tartışılan olaylarından biriydi ve İlhan Cihaner’in dinlettiği telefon konuşmalarının arasında Yeni Şafak gazetesinin patronunu zor durumda bırakan, mahkeme kararı ile dinlenen konuşmalar da vardı, ve Yeni Şafak gazetesi ve Zaman gazetesi hadiseyi sürekli, o dinlemenin de verdiği motivasyonla, cemaat soruşturmasının da verdiği motivasyonla tek taraftan aldı götürdü, halbuki meselenin tartışılan bir tarafı daha vardı, ama orada bir Kürşat Bumin çıktı, o gazetenin patronuna rağmen, o gazetenin de patronunu zor durumda bırakan bir tablo olmasına rağmen onun hukukunu aradı, İlhan Cihaner dosyası ile ilgili üç yazı yazdı, "çok önemli sorular var" diye, dolayısıyla bence bağımsız gazetecilerin, bağımsız mecraların Türkiye için öneminin daha iyi anlaşıldığı iklimi yaratmış olabilir bu dönem. Ben bundan daha çok umutluyum. Çünkü bir de internet var artık. Yani öyle bir gazete kurmak için bir kamyon filosu, bir dağıtım bilmem neyi, matbaalar, işte efendim, işte bürolar, bilmem neler gerekmiyor, her insan medya yapabilir.

- İşte hükümet kurma, hükümet düşürme meseleleriyle medyanın kendisini ilişkilendirmesi, bu aynı tavrı Kılıçdaroğlu’nun gelişinde, ona verilen medya desteğinde de işin içinde değil mi?

Evet. Kılıçdaroğlu’nun yarattığı sempati AKP’ye olan merkez medyadaki birikim birleşti ve Kılıçdaroğlu’yla ilgili aşırı bir iyimser hava oluştu. Bunu neden söylüyorum? Türkiye muhafazakâr bir ülke. Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı muhafazakârlık araştırmasına bakarsanız, muazzam bir aile muhafazakârlığı var, bu açıdan, bu yapıya baktığınız zaman AKP bu yapıyı en iyi ifade eden parti. Onu anlıyorsunuz. Zaten sonuçta 2002-2010. Yani yedi buçuk, 8 yıla yaklaştı, dört seçim geçirdi AKP, dört genel seçimde de birinci parti, girdiği ilk genel seçimden yüzde 34,5, son girdiği seçimden yüzde 38,5 yaklaşık aldı, yani yedi yılın sonunda puanında dört puanlık da bir artış var, dolayısıyla bu yapıyı unutarak, sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nun elbette hani haklı olarak yarattığı bir sempatiyle bence aşırı yorumlara ve beklentilerin de karıştığı yorumlara neden oldu. Katılıyorum hani ona. Göreceğiz seçimlerde ne olacağını. Ama birazcık AKP’nin yarattığı içten içe bir birikim Kılıçdaroğlu sempatisiyle birleşerek aşırı yorumlara yol açtı.

"Medya Kürt meselesinde dördüncü kuvvet olamadı, kışkırtma yaptı."

- Son yazında medyanın da Kürt yurttaşların yoğun olarak yaşadığı bölgeye yatırım yapmadığını söylüyorsun "iş adamları niye oraya yatırım yapmadı" lafına binaen. Medyanın o anlamda hataları nelerdir, suçları nelerdir? Kürt meselesi, çatışma sürecine ilişkin.

Kürt meselesinde dördüncü kuvvet olamadı Türk medyası. Birincisi bu kayıplar konusunda, Türkiye işte 1960, 1971, 1980, 1997, dört tane doğrudan ya da dolaylı darbe geçirmiş, bu bizim otoriter rejimleri dört kez yaşamış, sadece iki sene kalmıyor o darbeler, geliyor darbeciler, üç sene kalıyor ama yaptıkları anayasa 30 sene başımızda bekliyor, ondan kurtulamıyorsun, dolayısıyla darbeleri konsolide eden bir hukuki düzen de kuruyorlar. Bütün bu şey medyaya da çok tabii ki doğal olarak, birinci derecede yansıdı. Bir kere temiz bir dilimiz olamadı Kürt sorunu konusunda. PKK’nın ya da PKK’nin nasıl söyleneceği, efendim işte, safları belirleyen bir sembol oldu, ikincisi, yani işte Barzani bir "aşiret lideri" oldu, "anladığı dilden, tokat gibi cevaplar"la yer aldı bizim medyamızda ve vicdanımızın gördüğü ile kalemimizden çıkanlar aynı olamadı. En fecisi bizim bu karakollarda, şurada burada ölen çocukların ölümlerini sorgulayamadı medya, yani orada o çocukların ölmesi çok doğal, ölmeleri gerekiyormuş gibi davrandık ve 20 yıl boyunca bunu yaptık. Onun için dördüncü kuvvet olamamamızın nedenlerinden birisi. Şimdi bütün bu alışkanlıklarla hâlâ bir kışkırtma şeyi görüyorsunuz medyada. Nasıl bir kışkırtma? İşte en son bu benim yazıma da vesile olan şey, şimdi iş adamları çıkıyor ve "bu kanın durması için neler yapabiliriz" diye bir konuşma yapıyor. Eh, sonra çıkıyor Habertürk gazetesi, Habertürk’ün adı önemli değil, çünkü bunu bütün medya yapabilir, müktesebatı uygun çünkü, "TÜSİAD siyaset yapıyor ama Doğu’ya tek çivi çakmamış bugüne kadar, Doğu’da yoklar" diyor, şimdi sen Güneydoğu’da yatırımla, istihdamla ilgili bir yayın politikan varsa, bu TÜSİAD’da senin hoşuna gitmeyen görüşler ortaya çıktığında arka cebinde sakladığın bir manşet olmaz, yayın politikanla üzerinde durursun, geçmişine bir bakılır, geçmişinde Doğu’da ve Güneydoğu’daki özelleştirmeler yapılırken çok uyarılar oldu Türkiye’de, burada işsizlik daha özeldir, burada hayvancılık ölürse, işsizlik, genç işsizliği çok kötü, tabii ki Kürt sorunu ekonomiden ibaret bir şey değil ama, muazzam, yüzde 30’larda bir genç işsizliği, PKK’ya katılımlara baktığında 16 - 20 yaş arasında muazzam, en ana damar orası, dolayısıyla, tekrar vurgulayayım, sırf ekonomi ile çözülecek bir mesele değil ama işin bu tarafına madem bakıyoruz, eh medyaya da bakalım. Medya, ben işte Cumhuriyet’te çalıştım, büyük gruplarda çalıştım, biz kaç tane büro açtık orada? Biz orada kaç matbaa kurduk? Kaç kadrolu muhabir, gazeteci çalıştırdık? İşte o işsizlerin dolduğu kahvelere kaç bedava gazete dağıttık? Ölçüsü odur, TÜSİAD üyeleri de o kadar yapmıştır işte, dolayısıyla hani konuşmaya çalışan bir Türkiye’yi susturmaya kalkmak gibi bir işlevi olabilir mi medyanın? Yani "sen konuşuyorsun ama sus, hiç yatırım yapmamışsın", mesele o değil, eğer oysa ne devlet ne medya ne siyaset ne de iş dünyası, hiçbirimiz masum değiliz.

- Oysa tam da konuşulması medyayı rahatlatan, işlevini yerine getirmesini sağlayan ortamı oluşturur.

Konuşulmasını, tartışılmasını istemeyen bir medya olabilir mi? Akan kanın durması için işte Sedat Aloğlu toplantıda çıkmış demiş ki, "Türkiye Cumhuriyeti’ni Kürtler ve Türkler birlikte kurdular ifadesi Anayasa’ya yansıyabilir." Bu görüşün de tartışılabilmesi gerekir. Bakıyorsunuz işte Melih Aşık, "Teslim olalım diyor". Hayır öyle bir şey demiyor ki, "tartışılsın" diyor adam, ki ben Sedat Aloğlu hakkında, aleyhinde, kamu bankalarıyla kredi ilişkileri üzerine çok haber yapmışımdır. Bana ödül kazandırmış bir iş adamıdır bu arada Sedat Aloğlu. Yani işte "teslim olalım diyor", "TÜSİAD niye akıl vermeye, fikir üretmeye kalkıyor", "sadece parasını düşünen bir çıkar grubu olarak bu soruna çözüm üretemeyeceğini bilmiyor mu", kıdemli bir yazar Melih Aşık, bunlar örnek, o kadar çoğaltabilirsiniz ki bu örnekleri, özellikle yandaş diye adlandırılan medyadan vermiyorum örnekleri, bunlar merkez medyadan geliyor, sol değerleri, ifade özgürlüğünü savunmuş insanlardan söz ediyorum. Muazzam bir kafa karışıklığı ve tahammülsüzlük var Tükiye’de. Başbakan’ı eleştiriyoruz, gazetecimiz de, gazetelerimiz de bu ama diğer yandan. Dolayısıyla medya kışkırtarak, insanların konuşmalarını engellemeye çalışarak bir şey oluyor, bir tıkaç gibi bir pozisyon, kabul edilebilir bir şey değil. Bence bu da önemli. Daha demode, eski alışkanlıklardan kaynaklanan bir gazetecilik. Ben, demokrasi sorunu olarak görüyorum bunu. Bir genç meslektaşım bugün bana bir not atmış, "demokrasi sorunu olarak medya" yazımla ilgili ve "boğulacak gibi oluyorum ben de yazıları okudukça" falan diyor. Kürt sorununda devlet gibi, iş dünyası gibi medya da var masum olmayanlar sınıfında, bunu kabul etmek lazım. Lisanından, çocukların ölümünü sorgulamamasından. Şunu çok iyi anlıyorum bir askerle bir PKK’lının ölümüne insan vicdanı aynı bakamıyor. Bir tarafta bir çocuk zorunlu olarak bir askere gidiyor, çok kısa bir eğitimle bir karakolun önüne dikiliyor ve dört gözle askerliğinin bitmesini, bitip evine dönmeyi bekliyor, öbür tarafta ise başka bir motivasyon var, zorunlu olarak gitmeyen, gönüllü bir katılım ve büyük bir dava var, dolayısıyla insanların büyük bir bölümünün vicdanında bu iki gencin ölümünün aynı ağırlıkla tartılmamasını anlıyorum, bu çok anlaşılır bir şey, ama o çocukların ailelerinde yaşanan trajedinin farklı olduğunu düşünebilir misin bir, kaybedilen iki gencin ne kadar büyük bir kayıp olduğu konusunda bir ayrım yapabilir misin, bu duyguyu anlamakla beraber bunları gözden uzak tutabilir misin, bunlar tabii tutulamaz, bütün bu nüanslarda medya bugüne kadar baltayla gitti, dolayısıyla onun da kutuplaşmaya bir katkısı oldu, TÜSİAD Başkanı "zihinlerde Türkiye etnik olarak bölündü" diyor, haksız değil, bölündü ve artık hep içsavaş lafını daha çok duyar olduk ve ne kadar kolay sürüklenebileceğini Türkiye’nin biliyoruz, hem çok yüksek birlikte yaşama iradesi var hem de çok feci olaylar bir anda yaşanabilir Türkiye’de. Onun için bence çok daha toleranslı, çok daha işlevine uygun, bütün tarafların enformasyonunu üreten ve çok daha sağlıklı bir kamuoyunun oluşmasına hizmet eden bir medya lazım bize. "Böyle düşün" değil, "bu bilgilerle düşün" diyen bir medya lazım. Onun için de bu dönemde medya bu muhasebeyi daha çok yapacaktır diye umuyorum.

- Cumhurbaşkanı’nın internet medyası temsilcileri ile yaptığı toplantıya sen de katıldın. Eskiden cumhurbaşkanları, başbakanlar her dem yakınlarında olan gazetecileri sanki danışman gibi işlevlendirir ve onlarla istişarede bulunurdu. Bu dönem Cumhurbaşkanı, Başbakan daha geniş bir kesimi ile mi medyanın iletişim içinde? Yani Başbakan’ın yaptığı kimi çıkışlara rağmen.

Bir kere Erdoğan çok sahici bir adam. Başbakan. Yani çok şey. Sahiden sahici. Hani eleştirdiğiniz her şeyde bile, orada da nüanslı bakarsanız, insanları etkileme şeyi olan, duygularında samimi olan, zaten o samimi olduğunun bilincinde aşırı ölçülerde bir lisan kullanabilen bir adam bir taraftan da, dolayısıyla medyanın o geleneksel yapısına tepkisi de olan birisi, o açıdan evet ama o toplantıların sonucunda bir yansıma var mı dersen, bence yok. Özal bir zamanlar TRT Kürtçe yayın yapar dediğinde karşı çıkılmıştı, şimdi TRT, 24 saat Kürtçe yayın yapıyor. "Anadilde eğitim olmaz" diyorlar şimdi de. Hep bu yolun başı sonunda mı anlaşılacak? PKK’dan da bağımsız olduğunu düşündüğümüz saygın Kürt aydınları örgütün de bir kamuoyu olduğunu, bir tabanı olduğunu ve bu tabanın demokratik adımlar konusunda duyarlı olduğunu sürekli söylüyorlar. Yani böyle ileri adımlar, o cesareti gösterecek bir şey henüz göremedik. Ama bu masanın öteki tarafına geçildiğinde ne gibi değişkenler var, ne gibi bilgiler, engeller var, bilemiyorum, vardır muhtemelen bir şeyler ama bu taraftan bakıldığında hakikaten böyle, ileri bir liderlik, cesur atılmış adımlar ki şu anda iş dünyası buna çok uygun, aydınların önemli bir bölümü uygun, Kürt siyasetine karşı önemli eleştiriler, "o da kışkırtmalara katkıda bulunuyor" falan diye, uygun bir kamuoyu da var ama hiç ileri bir adım cesareti göremedik biz. Bir şeyler yapılması konusunda mutabakatı maalesef gençlerin ölümü sağlıyor. Annelerin gözyaşları sağlıyor. Ve artık siyasiler cenazelere o kadar kolay gidemiyor. Yani beklenmedik, acı bir yerden bir zemin de hazırlanıyor. Medyanın da artık kışkırtmayı bırakıp, enformasyon vermeye başlaması ve dördüncü kuvvet olması lazım.

"Çok hassas iki dosyayı biz yayımladık."

- Senin hep merkez medyadaki gazetelerden birinde yayın yönetmeni olman beklenirdi. Oysa sen şimdi internet medyası yönetiyorsun. Neden buraya yöneldin?

Ben Milliyet’te haber müdürlüğünde sekiz yıl geçirdim. Şeyi düşünüyordum, bir görevi, kendisini de tekrar eden bir görevi "sekiz yıl yaptım" demekle "18 yıl yaptım" demek arasında bir fark yok. Ve orada hep şeyi görüyordum, geliyorsun, Başbakan’ın konuşmasını anlatıyorsun, "şunu dedi", işte geliyorsun Genelkurmay Başkanı’nı anlatıyorsun, iş adamlarını anlatıyorsun, sendikaları anlatıyorsun ve ondan 15, 20 saat sonra basılıyor o gazete. Haber internette okunuyor. Bu bir süredir benim kafamı kurcalıyordu. "Haberciliğin doğru yerinde değilim" diye. Bir kere ilk hareket noktam o oldu. Artık gerçek zamanlı bir habercilik neredeyse başlamış durumda. Ve sen 20 saat, 15 saat sonra baskıya girecek bir gazeteyi yapıyorsun. Bu gazetelerin de yeniden yapılanmasına yol açacak. Yazarlar dahil herkesin yeniden örgütlenmesi gerekiyor gazetelerde. Yazarları örgütlemek biraz zordur, çünkü çok güçlü egolardan söz ediyoruz ama önemli bir olay olduğunda yazarlar dahil bütün kadronun toplanıp haber kaynaklarından aldıkları bilgilerle çok güçlü analizler ortaya koymaları gerekiyor internet medyası ile başedebilmeleri için. Oysa çalışılmamış kanaatlerden ibaret bir yazarlar topluluğu görüyoruz Türkiye’de. Ondan sonra, internet medyasına girdikten sonra şeyi gördüm, Doğan Burda’da sıfırdan Tempo 24’ü yaptığımızda, bir mecrayı inşa etmenin o kadar çok zor olmayacağını gördüm. Aydın Engin’le, efendim, Çiğdem Anad’la, bir dolu saygın isimle konuştum. Ve baktım ki hakikaten bir araya gelip bir şeyler yapabiliriz. Onun üzerine Doğan Burda’dan emekli olduktan sonra aldığım ikramiye ile bu işe kalkıştım. Dışarıya içerik sağlama, video işleri yapıp mütevazı bir gelir de elde ediyorduk. Şimdi biz reklam yolu gözlemiyoruz. Kimseye borçlu değiliz, kimseye bağımlı da değiliz. Şu küçücük ofiste dokuz ayda çok daha önce kurulmuş internet sitelerinden daha çok konuşulan haberler yaptık. Çünkü gazetecilik insana bakıyor. Doğru yere nişan almaya bakıyor. Vicdana bakıyor. Balbay’ın günlüklerini de biz yayımladık, Cihaner’in soruşturma dosyasını da biz yayımladık. Türkiye’yi ortadan ikiye bölen bir mesele de iki cephenin de çok hassas olduğu iki ana dosyayı biz yayımladık. Ve bu bize bakış açısı konusunda çok arzuladığımız bir şey sağladı. Şunu görüyorsun, medyanın öyle büyük sorunları var ki, hemen, bir şey yetiyor, sizi hemen ayırabiliyorlar diğerlerinden. Sağcı, solcu, liberal, radikal, kim olursa olsun herkesin güvenerek baktığı, yaptığı işten kuşku duymadığı bir mecra olmak çok zor değil. Aslında büyük yapıların içinde çok zor. Ama buralarda değil. Gazetecilikten tek para kazanmadığım ama en mutlu olduğum dönem bu. Cumhuriyet’te de çok mutlu olduğun dönemler vardı ama bu hiçbir şeyle karşılaştırılabilir bir şey değil. Eğer ne istediğinizi biliyorsanız, eğer bir yayın politikanız varsa, büyük bir sermayeye gerek kalmadan çok iyi bir yayın yapabilirsiniz.

- Cumhurbaşkanı ile toplantı nasıl geçti. İnternet medyasına etkisi ne olacak?

Bir kere çok sıcaktı Cumhurbaşkanı. İnternet’le çok ilgili. Dünya medyasını internetten izlediğini anladım. Yaklaşık 15, 20 kişiydik. Çok önemli uyarılar da yaptı. Çünkü biliyorsunuz internet medyası ile ilgili bir yasal düzenleme yok Türkiye’de. İnternet Medyası Derneği de o yasal düzenlemenin yapılması için girişimlerde bulunuyor. Cumhurbaşkanı’nın çok sağlıklı uyarısı şuydu: "Ya, bu işlerde dikkat edin, hani yasal düzenleme yapılırsa başınıza iş açılabilir." Çünkü Türkiye’nin böyle bir deneyimi de var, bir alanı düzenlerken aşırı sınırlamak gibi. Çok bence yararlı bir uyarıda da bulundu. Bazen kuralsızlığın aslında sakıncaları ile beraber çok önemli olanaklar da yayıncılık açısından getirdiğine ilişkin uyarıları da oldu. Ben çok sıcak buldum Cumhurbaşkanı’nı. Abdullah Gül’ün Tayyip Erdoğan’a göre daha sistematik bir dikkati var. Hemen bir iki hafta sonra internet medyasından temsilcilerle ilk yurtdışı seyahatine, Güney Kore’ye gitti zannederim. Mesela orada kendisine anlatılan meseleyi görerek hemen uygulamaya koydu. Böylece internet medyası ilk kez devlette kabul görmüş oldu. Bu benim için çok da önemli değil. Bu da medyanın eski bir alışkanlığı. Ama internet medyasından arkadaşlar bunu çok önemsediler. Devletten kabul görmek. Görmese kaç yazar? Kabul etmeseler kaç yazar benim gözümde? Ama o arkadaşları da anlıyorum. Rekabet eşitliği açısından bakıyorlar. Çünkü büyük grupların internet medyaları gazeteler, televizyonlar birçok kurumda akredite olmuş durumdalar.



- İlhan Selçuk’un ölümünden sonra kızı gibi sevdiğini söylediğiniz, gazeteci arkadaşımız Miyase İlknur ile bir söyleşi yaptınız. İlhan Selçuk’a veda sayfaları hazırladınız. İlhan Selçuk senin için ne ifade ediyordu? Türkiye gazeteciliğindeki yeri, önemi nedir?

Benim kişisel olarak hayatımda çok önemli yeri olan birisi İlhan Selçuk. Belki onu son dönemde en fazla üzen gazetecilerden birisiyim. Çünkü Balbay’ın günlüklerini, kendisinin de geçtiği Balbay Günlükleri’ni yayımladım. Şöyle önemli: Cumhuriyet gazetesinde bütün medyanın o biraz önce bahsettiğimiz iktidarla yakın ilişkileri döneminde Türkiye Başbakanı’nın vergiden nasıl kaçtığını, eşinin İstanbul Bankası’nı nasıl batırdığını, kamu bankalarının gerçekten klişe olarak söylemiyorum, nasıl yağmalandığını ben yazabildim ve İlhan Selçuk sayesinde yazabildim. Uğur Mumcu öldürülmüştü o dönemde. Ve İlhan Selçuk’un kapısına hem Tansu Çiller’in başbakan olarak adamları hem kamu bankalarının genel müdürleri, herkes dizildi. O haberlere nüfuz etmek, o haberleri engellemek için ve İlhan Abi hiçbirisiyle doğrudan temas kurmadı, "Doğan Akın’a gidin" dedi ve o haberleri devam ettirdi daima. Ve çok kuvvetli bir destek vererek. Mesela birgün ’dut’ diye bir yazı yazıyordu, muazzam bir Türkçe ile tabii, "Cumhuriyet’te yayımlanan haberlerimiz nedeniyle hükümetin neden hiçbir açıklama yapmadığını, dut mu yediğini" falan muazzam bir Cemal Süreya’nın deyimiyle ’cezalandıran mizah’ ile ve büyük bir destek verdi. Şimdi Türkiye’de bazı şeyler çok kolay unutulabiliyor. O dönemde baktığınızda İlhan Selçuk’un medyada, onun ifadesiyle ’medyalaşan basın’da tek başına bir güç olduğunu görüyorsunuz. Yani Türkiye başbakanı, kamu bankaları, büyük reklam portföyleri olan, bütçeleri olan, bütün her yeri susturabilmiş ama bir tek paraya çok ihtiyacı olan Cumhuriyet gazetesini susturamıyor. Çünkü İlhan Selçuk orada, kale gibi duruyor. Benim orada çeşitli görevlere getirilmemde çok teşviki oldu, çok cesaretlendiren şeyi oldu. Bir de gazetecilik tavrı olarak önemli şeyler öğrendim kendisinden, benim nikah tanığımdı aynı zamanda İlhan Abi. Sakin, onun hep bir ’dur bakalım’ tavrı vardı ve olaylara çizgi çekerek bakmamak, belki onun yazılarına bu böyle yansımıyordu ama insan olarak inanılmaz nezaket sahibi, didaktik olmayan, karizması da olduğu için tavır konusunda insanlara çok ilhamlar verebilecek bir adamdı. İşin bir tarafı bu. Eh, bir tarafında da laikliğin tehlikede olduğunu düşünüp parlamentoya karşı güçlere krediyle bakabilen şeyleri de oldu İlhan Abi’nin, işte ne yazık ki, parlamentoya, hükümetlere karşı askerin yanına savrulduğu dönemler olduğunu da biliyorum İlhan Abi’nin. Bunların hepsi birden İlhan Selçuk’tu. Ben ona şunu ekliyorum yalnız. Onun demokrasi mücadelesinden çıkan bir yanlıştı. İlhan Selçuk’un herşeyini tartışabilirsiniz ama bence her mücadele insanı için bakmamız gereken ana şey şu: Çıkarsızlık var mı, yok mu? İlhan Selçuk elbette çıkarsızlıktan hareket eden, hiçbir özel çıkarı gözetmeyen bir gazeteciydi. O kendi demokrasi mücadelesinden hareketle bizim yanlış bulduğumuz, çünkü ne olursa olsun parlamentoyu savunmalısınız, demokratik süreçleri savunmalısınız, Cumhuriyet’in bekasını, kendi çizgisindeki en belirgin özellik de budur, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasıdır, o Cumhuriyet’in bekasını demokrasidan ayrı düşünebildi. Çok saygı duyuyorum ona. O öyle bir çizgi ile demokrasi umut etti. Ama ben de onun yanında yetişmiş biri olarak Cumhuriyet’in ancak demokrasi ile bekasını kurtarabileceğini düşünüyorum. Demokrasiden ayrı bir cumhuriyet düşünemiyorum. Cumhuriyet’i kuranların iradesine de çok uygun bulmuyorum.

RÖPORTAJ: AHMET TULGAR [email protected]

FOTOĞRAFLAR: CELAL YILDIZ [email protected]