Medya Zirvesinin Laboratuvarı Deniz Otobüsü Olayı Mı Oldu?
Efendim, malumunuz, bir süre önce sayın başbakanımızın daveti üzerine toplanan “Medya Zirvesi”nde basının ”teröre karşı ortak” tavır alması, “teröre ve teröriste propaganda imkânına yol açabilecek haberlere fırsat vermeme” yaklaşımı benimsenmişti. Bu konu çok yönlü tartışıldı. Kimileri bu durumun “demokrasi açısından taşıyabileceği risklere” dikkat çekerken kimileri de “basın desteği olmadan terörle savaşın mümkün olmadığı”nı savundu. Her iki bakışında kendine göre haklı itirazları, kaygıları, gerekçeleri var. Ancak o günden bugüne ciddi ve sarsıcı diyebileceğimiz bir terör eylemi olmadığı için bu yaklaşımın ne derece etkili olduğunu da test etmek mümkün olmadı.
AMACI DIŞINDA HERŞEYİ ÖĞRENDİK NEREDEYSE!
Öyle veya böyle, bu konuda gönüllü veya zoraki bir “konsensüs” olduğu kesindi. Sorun buna ne kadar uyulduğu veya uyulacağı gibi gözüküyordu. İşte son deniz otobüsünün kaçırılma olayı bir anlamda buna dair ilk işaretleri vermiş bulunuyor. İlk izlenimim, özellikle TV kanalları haberi vermede çekince göstermemekle birlikte –hatta kimi kanallar sıkı bir şekilde takip ederek- esas olarak “propaganda” anlamına gelebilecek yönlerini pek vermediler sanki. İşin bu yönlerine nedense hemen hiç değinilmedi. Ellerinde “bilgi” mi yoktu yoksa toplumla paylaşılmak istenmedi bilmiyorum. Sanki ortada “amaçsız”, akışa göre “Şöyle bir Marmara turu atayım, kafama uygun bir yer bulursam takılırım” diyen bir “terörist” vardı!
Burada eylemcinin profiline, davranışlarına, olaydaki “tuhaflıklar”a hiç girmeyeceğim. Şimdilik bu kadar “ses getirici” eyleme kalkışıp fakat aynı zamanda bu kadar “amatör” davranan “terörist” görmedim demekle yetineceğim. Ayrıca bir gemiyi ve yolcularını kontrol altına almak için birden fazla ve silahlı “eylemci” gerekir. Bu nasıl “örgütlü” eylem anlayamadım doğrusu. Yoksa “Kocaeli Valisi’nin ilk andaki açıklaması daha mı doğru idi acaba?” gibi kafamda bir “şüphe”de oluşmuyor değil hani. (Rehinelerine çay ve bisküvi yollayan “garip” bir terörist idi bu!) Tam KCK, MCK derken üzerine “ilginç” geldi doğrusu. Neyse, hiç girmeyeyim, bu aslında ayrı bir yazı konusu…
Örneğin ilk anlarda –eğer doğruysa- eylemcinin “İmralı’ya gitmek istediği” yönündeki bilgiler kısa sürede fazla telaffuz edilmez oldu. (Burada ister istemez insanın aklına şu soru geliyor; acaba eylemci bu eylemi “Öcalan’ın hapsini protesto” ya da “ev gözetimine çıkartılsın” amacıyla mı yapmıştı? Bu konuda bir beyanı, talebi ya da “bildirisi” oldu mu? Olduysa muhtevası neydi? Daha da vahimi aslında hiçbir “talebi” malebi yok muydu? ) Dolayısıyla bu yön muğlakta kaldı. Örneğin kamuoyu bu eylemin halen ve niçin yapıldığını bilmiyor. “Teröristin işi ne eylem yapmak” şeklinde bir yaklaşım kimilerini tatmin edebilir ama beni etmedi doğrusu. (Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım eylemciyle “bir saatten fazla süren müzakereler yapıldığını” söylüyor. Bu konuşmalar herhalde lak lak olsun diye yapılmadı ve o esnada birtakım “hissiyatlar” dile getirilmiş olmalı.) Bu konuda çoğu kez birbiriyle tutarlılık göstermeyen, hatta çelişen “resmi açıklamalar” dışında farklı bir bilgi veya yoruma denk gelemedik nedense. Dolayısıyla en azından bu noktada –eğer sezilerim doğru ise- “Medya Zirvesi”nde alınan kimi kararlara –biraz gecikerek dahi olsa- uyulmuş gibi gözüküyor. Her ne kadar ilk anda klasik “habercilik” refleksleriyle hareket eder gibi olup sonradan “hizaya” girmiş gibi gözükseler bile. Tabii olayın “zirve” sonrası bir “ilk” olması sebebiyle bazı “acemilikler”, çizgi dışına çıkmalar, “sapar gibi” olmalar, “yalpalamalar” yaşanmadı değil. (Zamanla öğrenecekler abisi!) Fakat “ayar”ı yedikten sonra kısa sürede kendilerine döndüler doğrusu. Bunu da “ısınma turları” için belli ölçülerde “normal” kabul etmek lâzım gerekecek herhalde…
BU KADAR KUSUR KADI KIZINDA DA OLUR!
Bu anlamda medya deniz otobüsü kaçırma olayına “lakayt” kalmayıp, görmezden gelmese de görece “sakin” ve “itidalli” bir yaklaşım sergiledi denebilir. (Neyse ki acar bir muhabir deniz otobüsüne atlayıp “terörist”in ağzına mikrofonu dayamaya kalkışmadı!) Tabii bu kararlar nasıl “yorumlandı” ve hangi yönde, kimler nasıl “inisiyatif” kullandı bilmiyorum. Daha doğrusu Habertürk ve Yiğit Bulut dışında bunu pek fazla “açık eden” olmadı. Feribotun kaptanını bile “canlı yayın”daki “ses bağlantısı”ndan alan Bulut, bu tavrını bizzat yayına bağlanarak aktardı. "Son dakikayı kaldırdık, ses bağlantısı da yapmayacağız" diyen Bulut, kaptanın Habertürk canlı yayınına alınmasını da “propagandaya alet olma” adına yanlış olduğunu belirtti. Dolayısıyla Yiğit Bulut dışında “resmi tavrı” bu kadar “alenen” savunan çıkmadı. Bu anlamda eylem açık bir “oto-sansür” çağrısına da vesile oldu. Lakin diğerlerinin eğilime “uymadıkları” anlamına gelmiyor tabii ki. Bu anlamda Bulut kendisiyle “tutarlı” davrandı bile denebilir…
Sonuçta beklenen “verim” alındı mı bilemem. Ancak zirvenin ilk “test sürüşü” bu olayla iyice su yüzüne çıktı diyebilirim. Her ne kadar ilk anda bazı şeylerin “delindiği” gibi bir izlenimi verse de “esas”ta “sapma” olmadı ve medya zirvesinin kararlarına “sadık” kalındı bana göre. Sonuçta bu çapta bir olayı kimse “görmezden” gelemezdi. Gelinmedi de. Fakat eğer zavallı bir “meczup” değilse ve “terör sırf terör olsun” diye yapılmıyorsa bu eylemin bir “amacı”, “hedef”i olmalı. Bundan bahsetmediğiniz sürece olayın “macerası”ndan, SAT komandolarından, hatta eylemcinin ne kadar “fakir bir halk çocuğu” olduğundan bahsetmekte beis yoktu elbette. İşte “kararlar”ın asıl etkisi de burada çıkıyor bana göre… Neyse, medyanın “medya zirvesi” sonrası ilk “terörle sınavı” fazla bir “defo” vermeden kazasız belasız atlatıldı. Ancak öyle görünüyor ki, bundan böyle, bu konularda hafif “şaşı” bir medyamız olacak demek ki. (“Şehla” mı deseydim acaba?) Bir gözü hükümette bir gözü haberde!...
Atilla AKAR
[email protected]