14 Eki 2012 12:05 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:15

MEDYA MAHALLESİ EKRANLARA "CHAPERON"LU" OLARAK DÖNDÜ!

Haluk Şahin, gazetelerin internet deklarasyonunu masaya yatırdığı yazısında Medya Mahallesi'nde Ayşenur Arslan'ın partneri olan Akif Beki'ye ilginç bir benzetme yaptı.

GAZETELERİN İNTERNET DEKLARASYONU VE GERÇEKLER

Son yılların en etkili medya programı olan Medya Mahallesi CNN Turk ekranlarına “chaperon”lu* olarak döndü: Bundan önceki yayın dönemlerinde iyi saatte olsunları ürkütecek şeyler söyleyen Ayşenur Arslan’ın yanında şimdi Başbakan’ın eski basın danışmanı Akif Beki var. Türk medyasını yakından izlemek isteyen çoğu kişi, “chaperonlu” da olsa, Ayşenur Arslan’a kavuşmaktan memnun. Türkiye’nin ciddi kırılmalar yaşadığı ve bunun medyaya yansıdığı şu dönemde televizyonda konuşulup tartışılacak o kadar çok var ki…

Kötü rastlantıya bakın: Programın başlamasından bir gün önce 20 gazete ortak bir deklarasyon yayınlayarak içeriklerinin kendilerine ait olduğunu ilan ettiler ve “mal”larının internet ya da televizyonlarda her türlü kullanımına karşı yasal yaptırımlar uygulayacaklarını kesin bir dille duyurdular.

Gazeteyi göstermeden, gazete haberini okumadan günlük medya eleştirisi programı nasıl yapılır?

İlk günkü programda Arslan bu duruma isyan etti ve eskilerin tabiriyle “ifrattan tefrite” geçildiğini söyledi.

Tamamen katılıyorum: “Vur deyince öldürmek” ya da bir “uçtan ötekine savrulmak” diye buna derler. Gazetelerin günümüzün yeni medya düzeni ile bağdaşmayan bu “uç”un sakıncalarını keşfetmeleri de çok sürmeyecektir!

Gazete içeriklerinin adeta talan edildiği eski korsanlık düzenini savunacak değilim. Gerçekten kantarın topuzu kaçmıştı. Gazetelerin kendi emekleri ve paralarıyla ürettikleri içerik insafsızca harcanıyordu. Haberler, asalak internet sitelerinde “babalarının malıymış gibi” en geniş haliyle veriliyor, köşe yazıları satır satır ya da işlerine gelen biçimde okunuyordu.

Tabii, karşılığında tek kuruş ödemeden, Tam Yağma Hasan’ın böreği düzeniydi bu; bir şeyler yapılmalıydı.

BİNDİKLERİ DALI KESENLER

Ama yapılması gereken bu muydu? Ben o kanıda değilim. Hatta, bu yasaklama ile gazetelerin kendi bindikleri dalı kestiklerini düşünüyorum.

Eski medya düzeninde, para harcayarak içerik üretenler bu içeriği korumak için “telif hakkı” türünden kurallar koymuş, ilkeler geliştirmişlerdi. İçeriği üreten işletme, ilan/reklam ya da satış karşılığında para kazanıyor, bunun bir kısmını içerik üreticilerine ödüyordu.

İnternetin bu düzeni allak bullak edeceği belli olduğu için gazeteler daha en baştan onun hakkında iyi şeyler düşünmediler, ama kendilerini korumak için ne yapmaları gerektiğini bir türlü kestiremediler. Zamanla ağır hasar oluştu: İçerik internet tarafından bedava verilince okurun ona para ödeyerek ulaşmasına gerek kalmıyordu. Bedavası dururken kim para öderdi?

Peki, o zaman değirmenin suyu nereden gelecekti?

Müzik dünyasında olduğu gibi gazetecilik dünyasında da bu soruya doyurucu bir yanıt verilemedi. Yazılı basının içine düştüğü ağır ekonomik bunalımın nedenlerinden birisi, hiç kuşkusuz, beleşçi internetçiliktir.

Başta Rupert Murdoch’un gazeteleri olmak üzere pek çok yayın organı içeriklerinin kendileri ve başkaları tarafından internette kullanımını sınırlamak için çeşitli yöntemler denediler, internetten para kazanmanın yollarını aradılar. Ufak tefek bazı başarılara rağmen kesin bir çare bulamadılar.

Son yıllarda “tablet”lerin yaygınlaşması ile elektronik ortamda gazete ve dergi içeriği satışı daha cazip hale geldi ama durum netleşmiş değil. Arayış devam ediyor.

Bu arayış sırasında medyanın diğer alanlarında değişim de devam ediyor. Özellikle gençler artık haberlerini gazetelerden değil, internetten alıyorlar. Sosyal medya, başta Twitter ile Facebook olmak üzere, hem bir haber mecrası haline geldi, hem de geleneksel medyaların içeriğinin paylaşımı ve tanıtılmasında gittikçe artan bir görev üstlendi.

Yeni medya ekolojisinde artık birbirinden kopuk mecralardan değil, eski ile yeninin işbirliği yaptığı koalisyonlardan ya da medya kokteyllerinden söz ediyoruz. Örneğin, köşe yazarı gazetede çıkan yazısını Facebook ve Twitter’dan duyuruyor, tamamına ya da bir kısmına link veriyor, blogunda tartışmaya açıyor, televizyonda sözü edilmesi için girişimlerde bulunuyor, radyoda sorulara yanıt veriyor. Yeni medyayı bir düşman olarak değil, bir destek, bir yansıtıcı ya da köprü olarak görüyor. Özellikle, kağıt gazete ile hiçbir ilişkisi olmayan ve maalesef olmayacak olan gençlere ulaşmak için kullanıyor.

“Beni internetten göremezsin” ya da “Beni internette yalnızca benim siteme gelerek görebilirsin” dediğinizde gençlerden kopmayı göze alıyorsunuz demektir. Bu özellikle Hürriyet ya da New York Times gibi “marka” haline gelmemiş, gelemeyecek yayın organları için doğru. Eğer “baba”lardan biri değilseniz ve gençlere ulaşmak istiyorsanız onların bulunduğu yerlere gidip sık sık varlığınızı hatırlatmak, “Bakın ben de varım!” demek zorundasınız.

Yoksa, iyi korunmuş köşenizde unutulup gidersiniz. Gençler gençler sizin varlığınız gibi yokluğunuzun farkına bile varmazlar.

MAKUL KULLANIM ARANMALIYDI

Bu olguların ışığında, gazeteler açısından Türkiye’de de yapılması gereken şeyin kesin yasaklama değil, “makul kullanım” kuralları geliştirmek olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Örneğin, televizyonun sabah programlarında hiç gazete okunmaması ya da gazete sayfası gösterilmemesinin özellikle küçük ve orta boy gazeteler için ağır bir bedeli olacağı çok geçmeden ortaya çıkacaktır. Her sabah adı televizyonda duyulan, birinci sayfaları gösterilen -- BEDAVA reklamı yapılan! -- bir takım gazeteler kendilerini unutulma sarmalında “nisyan” ülkesine doğru yuvarlanırken bulacaklardır. Yaptıkları yenilikleri duyuramayack, yazarlarının adını hatırlatamayacaklardır.

Yapılması gereken şey, her iki tarafın da işine yarayacak makul bir kullanım biçimi aramaktı. Gazete yöneticileri, internet siteleri, televizyoncular, iletişim akademisyenleri ve okur/izleyicilerle oturup konuşulabilir, herkesin kazançlı çıkacağı formüller arayabilirlerdi.

Örneğin şöyle:

Tamam televizyoncu arkadaş, benim gazetemden en fazla üç haberi, bir paragrafı geçmemek şartıyla okuyabilirsin, ama bu sırada ekranın üst köşesinde benim logomu en az 10 saniye tutacaksın. Benzer bir kural köşe yazıları için de geçerlidir. Bir başka deyişe, beleş içeriğin bedelini beleş reklamla ödeyeceksin.

Ya da: Ayağına denk al internetçi arkadaş, benim haberimi kaynak göstermeden zinhar veremezsin, ancak benim gazetemde bugün şöyle bir haber olduğunu haber olarak verebilirsin, logomu da koynak ve içeriğin şu kadarından fazlasını kullanmamak şartıyla…

Buna bir çeşit takas gözüyle de bakabilirsiniz. Zaten dijital teknoloji mecralar arasında kalın duvarlı ayrımları olanaksız kılıyor. Dijital teknoloji “her şey dahil” makamındandır. Bir az önce sözünü ettiğim kokteyl düzeni işte bunun zorunlu sonucu. _

*“Chaperon” sözcüğüne ilk olarak AFS öğrencisi olarak Amerika’ya lise son sınıfı okumak için gittiğimde rastlamıştım. Cuma geceleri öğrencilerin dans ettiği salona okula-aile birliğinden birkaç ebeveyn “chaperon” olarak gelirdi. Öğrencilerin yanak yanağa dans etmesine ses çıkarmaz, ama dans dudak dudağaya dönerse omuza dokunarak uyarırlardı.

Haluk Şahin/Bielog.com