26 Eyl 2015 11:47
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:54
Levent Gültekin'den çarpıcı Vakit iddiası: Bugün iktidarda olanlar eskiden...
Gültekin, Vakit gazetesinde çalıştığı dönemden bir örnek vererek, "Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının geçmesinden tiksinirlerdi" iddiasında bulundu.
Bir dönem Star gazetesi ve Yeni Şafak'ta yöneticilik de yapan, gazeteci Levent Gültekin, "Kanaatim odur ki Ak Parti iktidarını kaybettiğinde bir daha dindarlık üzerinden siyaset yapan bir hareketin Türkiye’de iktidar olmasını belki 50 yıl, 100 yıl görmeyeceğiz" dedi.
Gültekin, "Din için iktidar olmalıyız dediler şimdi ise iktidarda kalmak için gözlerini kırpmadan dini harcıyorlar. Hatta harcadılar" görüşünü dile getirdi.
Son günlerde “Şatafatlı Mağlubiyet-İslamcıların İktidarla İmtihanı” adlı kitabı ile gündemde olan Gültekin, Vakit gazetesinde çalıştığı dönemden bir örnek vererek, "Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının geçmesinden tiksinirlerdi" iddiasında bulundu.
Cumhuriyet'ten Tayfun Atay'ın sorularını yanıtlayan Gültekin'in açıklamaları özetle şöyle:
- Geçen pazar yapılan ‘Teröre Karşı Tek Ses” mitingiyle başlayalım. Sivil Dayanışma Platformu düzenledi, ama miting aslında bir “devlet sesi”ydi ve bir seçim mitingine dönüştü. Nasıl değerlendiriyorsun?
LEVENT GÜLTEKİN - Mitinglerle halkı milli veyahut gayri milli diye bölmek, onları sorunun bir tarafı yapmak ülkemiz açısından büyük bir felaket. İktidarlar sorunları çözmek için vardır. O sorunları kullanarak halkı yanlarına çekmek, gelmeyeni düşman etmek için değil. Bu bir yönü. Ama asıl yönü toplumun getirildiği nokta. İnsanlar geçmişte de devletin düşman yaratma politikalarına kandılar. Ama bu kadar iç içe geçme, bu kadar devlet refleksiyle hareket etme, iktidarların politik çıkarlarını varlık savaşı olarak algılama ve bu iktidarın bütün kirlerini kendi üzerlerine alma dönemi belki hiç görülmemişti. 7 Haziran’da yalnızca din vardı seçim meydanlarında. Şimdi artık din de yetmiyor. Çünkü onu harcayıp tükettiler. Şimdi onun yanına milliyetçilik de eklendi. Aslında çok ciddi bir mesele var: Ülkeyi yönetenler o meydanlarda bu ülkenin yarısını gayri milli yani düşman ilan ediyorlar. Bu çok korkunç bir şey. HDP’ye oy verenlere ‘terörist’ vatan haini yaftası vuruyorlar.
Bir yöneticinin bunu yapabilmesi için o ülkeden nefret emesi gerek. Bu nefretin kaynağını anlamıyorum.
Eğer dertleri gerçekten PKK veyahut terör olayları olsaydı tam tersine HDP’nin yani siyasetin önünü açıp Kandil’in zayıflamasını sağlarlardı ki insanlar şiddetten uzak dursunlar. Fakat bizde tam tersi, iktidar HDP’yi köşeye sıkıştırıp PKK’nin önünü açıyor.
Dertleri PKK meselesini çözmek olsa HDP’ye oy vermiş 6.5 milyon insana terörist derler mi?
Aslında niçin böyle davrandıklarının nedenini hepimiz biliyoruz. AK Parti’nin tek derdi: Tek başına iktidar olmak. Bunun yolu da HDP’nin barajın altında kalmasından geçiyor. Türkiye’yi bölme, parçalama, yok etme pahasına tek başına iktidar olma çabasındalar.
‘Hepsini tükettiler’
- Ak Partililere döneceğim ama önce İslamcılık meselesini açalım. İslamcılığın içinden gelen, onu deneyimlemiş bir insan olarak yeni çıkan Şatafatlı Mağlubiyet kitabında da bugünkü pratiklerin ve söylemin artık İslamcılığın bittiği, tarihe karıştığı bir nokta olduğunu da söylüyorsun.
GÜLTEKİN - Aslında İslamcılık 7 Haziran’dan önce bitti. Yani İslamcılığın, İslamcıların bu ülkeye söyleyebilecek bir sözleri kalmadı. Hepsini tükettiler. Devletin tekeline giren pespaye bir din anlayışı ve onu kullanan kifayetsiz muhterisler var. Çünkü İslamcılığın iddiaları vardı muhalifken daha demokrat, daha vicdanlı, daha hoşgörülü ve daha özgürlükçüydüler. Fakat iktidarda hiçbirini gerçekleştiremediler. Bana Türkiye nasıl bir ülke diye sorsanız şöyle tanımlarım: Muhalifken demokrat, iktidar olduğunda faşistleşen insanlar ülkesi. Çünkü muhalifken hepimiz demokrasiyi kendimiz için istiyoruz. İktidarda da kendimiz için istemeye devam edince de faşist oluyoruz. Çünkü gerçek demokrat olmak için ne kültürümüz, ne kişiliğimiz ne aldığımız eğitim yeterli değil. İslamcılar bu zincirin son halkası oldular. Üstelik İslamcıların demokrasiden de öte bir medeniyet projeleri vardı. “İslam barış dinidir” diyorlardı. Ahlakın kaynağını İslam kabul edip kendilerini toplumun en ahlaklı insanları olarak görüyorlardı. İslam aynı zamanda özgürlük diniydi. Yani geldi, putları kırdı, herkese hayat hakkı tanıdı. “Senin dinin sana benim dinim bana”; bunu slogan haline getirmişlerdi. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Biz öyle bir Türkiye kuracağız ki hiç kimse aç yatmayacak diyorlardı. ‘Ötekilerin’ yaptığı sinemayı, edebiyatı, mimariyi, meselelere yaklaşıma burun kıvırıyorlardı. Kendilerini Batı dünyasının alternatifi olarak görüyorlardı.
Buna benzer değerlerle kendilerine bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Fakat anladık ki bunlar slogandan ibaretmiş.
Yeni Şafak-Vakit
- Yeni Şafak’tan önce Vakit’te çalışmışsın?
GÜLTEKİN - Kısa bir süre Vakit gazetesinde çalıştım. İbadetsiz İslamcılıklarını, yani profesyonel İslamcılık yaptıklarını, iş ahlaklarının bozuk olduğunu görünce ayrıldım ve Yeni Şafak’ta başladım, Yeni Şafak’ta reklam servisi elemanı olarak başladım, genel müdür olarak ayrıldım.
- Tabii Yeni Şafak şimdiki Yeni Şafak değildi o zaman...
GÜLTEKİN - İslamcı camiada iki damar vardı. Vakit gazetesinin temsil ettiği damar ve Yeni Şafak’ın temsil ettiği damar. Vakit daha fanatik daha irrite edici, daha dışlayıcı, daha ötekileştirici, daha çatışmacı daha gelenekçi bir damar... Yeni Şafak ise daha nezih, daha entelektüel, daha konuşulabilir, daha modern, daha demokrat damar. İkisi birbirine asla karışmazdı. Tuzlu su ile tatlı su gibiydi. Çok basit bir örnek vereyim: Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının çıkmasından olağanüstü rahatsız olurdu. Diyelim ki Vakit gazetesi İslamcı yazarların, aydınların, siyasetçilerin adını gazetede geçirmiş olsun; negatif anlamda demiyorum. Pozitif anlamda bile olduğunda şöyle derlerdi: Allah aşkına bana bulaşma, benim adımı geçirme o gazetede!.. Bir anlamda böyle bir tiksinme vardı. Zaten Yeni Şafak’la Vakit arasında yayın üzerine kavga da olurdu. Vakit, Yeni Şafak’a liboş derdi. Yumuşamış, su katılmış falan.. Yeni Şafak da Vakit’e, “medeniyet, şehir görmemiş yobaz” derdi. Böyle aralarında bir ayrışma vardı. Tüm camiada böyle bir ayrışma vardı. Fakat Tayyip Erdoğan siyasete Yeni Şafak çizgisiyle başladı, giderek Vakit gazetesinin çizgisine kaydı. Üstelik sadece kendi değil Yeni Şafak dahil bütün mahalleyi Vakit gazetesinin çizgisine taşıdı. Bütün İslamcıları, en okumuşu, en aydınını, en bilgilisinden en cahiline kadar hepsinin içinde bir Vakit gazetesi çıktı. Bakın arkadaşlarımızın arasında Avrupa’ya gidip Londra’da okumuş eğitim görmüş 5, 6, yıl orada kalmış, yani bütün o dünyayı görmüş, felsefe okumuş şiirle ilgilenmiş olanlar vardı. O arkadaşlar bile Vakit çizgisine kaydı.
- Ahmet Davutoğlu ha keza... O’nu 80’li yılların sonu 90’lı yılların başında İngiltere’de doktora yaparken çalışmalarıyla tanıdım. Davutoğlu’nun o zaman yazdıklarına baktığım zaman ben ilerde mesela Pakistanlı modernist İslam düşünürü Fazlur Rahman’a benzer bir entelektüel akademik şahsiyetin Türkiye’de çıkabileceği düşüncesindeydim.
GÜLTEKİN - Hepimiz öyleydik.
- Ama bugün dinlediğim zaman kulaklarıma inanamıyorum. Bir entelektüel- akademisyen değil bu konuşan, daha doğrusu bas bas bağıran!.. Ne hançeresine yakışıyor, ne ses tonu uyuyor. Hakikaten bunu nasıl tercih ettiğini anlamakta zorluk çekiyorum.
GÜLTEKİN - Ben de bunu çok düşündüm nasıl olur diye. Bu kadar kitap okumuş, bu kadar dünya görmüş şiir, edebiyat, sanat, felsefe, sosyoloji ile uğraşmış... Kendisi de öyle derdi ya, rüyamda Gazali ile Heidegger’i tartıştırıyorum diye. Şimdi rüyasında İmam Gazali ile Martin Heidegger’i, Doğu ile Batı’nın bilgisini buluşturacak, bilge insan olacak biri, nasıl olur da böyle bir siyasetin parçası olur? Sadece Davutoğlu da değil, böyle onlarca arkadaşımız var. Peki bu nasıl olur; çok düşündüm üzerinde ve şöyle bir kanaate vardım: Size şimdi bir bina göstereyim ne kadar güzel bir bina dersiniz. Ama 5 şiddetinde bir depremde o bina gidiyor. Çünkü kolonlar yok, kirişler yok. Hepimiz zayıf insanlar olarak doğarız, çevreden, okuldan, aileden aldığımız eğitimle kişiliğimize kolonlar almaya başlarız.. Sanattan, mimariden, felsefeden, edebiyattan falan; o kolonlar bize sağlam bir kişilik kazandırır. Fakat dindarlarda şöyle bir şey oldu. Başka ideolojilerde de var bu durum ama en çok dindarlarda. Dindarlık kalın bir kabuk gibi zihni ve ruhu sarıyor o aldıkları kolon işlevi görecek bilgi aslında kabuğun üzerinde kalıyor. Yani dini hayatın odağına koyunca aldığı bilgiler, okumalar ruha, kişiliğe dokunmaz oluyor. İşte iktidarla beraber o kabuk çatladı ve altında zayıf kişilikler çıktı ortaya. Şimdi o güçsüz, kültürel olarak zayıf kişilikler en ufak bir depremle dağılıyor. Deprem de iktidar ve onun nimetlerinin yarattığı tesir. Türkiye’de her dönem farklı kesimler iktidara geliyorlar ve benzer gücün altında ezilip gidiyorlardı. Aynı şeyi İslamcılarda da yaşıyoruz ama onlarda daha ağır oluyor çünkü işin içinde bir de Türkiye’nin ana omurgası olan din var. Entelektüel, dindar, ahlaklı adamlar gitti içlerinden o filtrenin de etkisiyle üç günlük iktidar uğruna yolsuzlukları içine sindiren, sınav sorusu çalan, adam kayıran, kaba, nezaketsiz, çatışmacı, faşist ruhlu insanlar çıktı. Sanki bu insanlar uzaydan gediler. Beni o kadar şaşırtıyor ki bu durum anlatamam.
- 2011 sonrası süreç değil mi? Yüzde 50’ye yakın çıkan tablo ve biz bu işi başka bir mecraya götürürüz anlayışı.
GÜLTEKİN - Evet. Defolar, yolsuzluklar, hamaset o dönemden sonra ortaya çıkmaya başladı. Demokrasiden o tarihten sonra uzaklaşma başladı. Şimdi o günden sonra dikkat eder misiniz çok acı bir şey var. Ak Parti’ye destek veren, onun içinde olan, bir şekilde iktidarla yol arkadaşlığı yapan, ister partili olsun, ister bürokrat olsun veyahut yazar, gazeteci, aydın olsun... Tek bir kişi çıkıp da ben bunları kabullenemem, bugün itibarıyla bırakıyorum bu işleri demedi. Bütün bunları geçtik tek bir il veyahut ilçe başkanı çıkıp da “arkadaş ben bunları kabullenemem, benim aldığım terbiye asla böyle şeylerin içinde olmaya müsaade etmez” demedi. Aslında bu çok önemli şeylerin yıkımı. Bir, İslamcılığın yıkımı ve iki (ki bu, asıl yıkımdır bana göre) ahlakın kaynağı dindir tezinin bütünüyle çökmesi. Yani buradan baktığımızda ahlakın kaynağının din olmadığı çıktı ortaya. İslam’ın ahlak olma veyahut mensuplarına ahlak kazandırma iddiası bütünüyle çöktü. Üstelik bu İslamcıların eliyle çökertildi. Kemalistlerin, sosyalistlerin, kapitalistlerin eliyle değil...
-Yıllarca bu memlekette mütedeyyin insanlara laik rejimin birçok tasarruf ya da yaptırımlarını gösterip din elden gidiyor diyenler oldu, ama senin bu söylediklerinden ben anlıyorum ki İslamcılığın yok oluşu ve bir anlamda dinin “ahlak” olarak ortadan kalkması esas bu dönemde oldu. Yani bu İslamcı iktidar döneminde din elden gitti.
GÜLTEKİN - Ne garip degil mi?! Dindarlara yapılan haksızlıklar, demokrasiye yakışmayan muameleler vardı bunu hepimiz yaşadık. Tam da bunu ortadan kaldırmak için var olan İslamcılık dindarlığı tüketen yok eden bir ideolojiye dönüştü. Yani İslamcılık kendini din elden gidiyor diye var ediyor, öyle konumlandırıyor. Din için iktidar olmalıyız dediler şimdi ise iktidarda kalmak için gözlerini kırpmadan dini harcıyorlar. Hatta harcadılar.
- Muhazafakâr gençlik iktidarın ürettiği o taassubu benimsemiyor.
GÜLTEKİN - Şu anda Türkiye’yi dindarlaştırmaya çalışan Ak Parti kadroların çocukları bile seküler! Söz geçiremiyorlar artık. Çünkü günümüz İslam yorumu hayattan koptu. Kendini yenileyemedi. Mesela kendi kızı Erasmus projesiyle yurtdışında okuyan bir İslamcı yazar Erasmus aleyhine köşe yazısı yazıyor. Böyle büyük bir açmazla, tıkanıklıkla karşı karşıyalar, kopukluk var. Gençlerin dilini anlamıyorlar, gençlere söyleyecek bir sözleri yok. Çünkü Ortaçağ’da kaldılar. Ve ne yazık ki 2015’e gelemiyorlar. Türkiye aslında bir kabuk değiştiriyor. Eğer bu dönemi daha fazla yara almadan atlatırsak Türkiye büyük bir beladan kurtulmuş olacak. Yani şöyle düşünüyorum Türkiye’nin önünde ideolojik ve kimlik barikatları vardı, hepsi yıkıldı. Şimdi en güçlü, en son olan barikat duruyor ki o da dini kullanan, istismar eden siyasetin barikatı. Bunun temsilcisi Erdoğan. Erdoğan, devletçilikle dini bir araya getirdiği için o barikat çok güçlü. Toplum arkadan yoğun bir şekilde bastırıyor. O barikatı yıkana, özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye açılan kapıya ulaşana kadar ülke zarar görecek mi görmeyecek mi bunun derdini taşıyoruz. O barikat yıkıldığında geçmiş olsun, artık siyasette din duymayacağız. İnsanlar dini kendi hayatlarında ve kamusal alanda birey olarak özgürce yaşayacaklar ama siyasete renk veremeyecek. Kanaatim odur ki Ak Parti iktidarını kaybettiğinde bir daha dindarlık üzerinden siyaset yapan bir hareketin Türkiye’de iktidar olmasını belki 50 yıl, 100 yıl görmeyeceğiz. Keşke yolsuzluk onların canını sıkıyor olsaydı, keşke Soma’daki tokatı kendi onurlarına atılmış bir tokat olarak görseydiler, o tekmeyi kendilerine atılmış bir tekme olarak görseydiler, keşke çocuğunu kaybetmiş bir annenin yuhalatılmasını kendi acıları olarak görseydiler, o dindarlıktan öyle bir merhamet almış olsaydılar!..
‘Tanrı statüsüne çıkardılar’
- Tayyip Erdoğan faktörüne gelirsek, onu yumuşatmaya çalışan insanlar da oldu.
GÜLTEKİN - Bizim İslamcılar arasında şöyle bir söz vardır; itikaden gelenekçi amelde yenilikçi. Tayyip Erdoğan gelenekçi bir kişiliğe sahipti. Fakat amelde yani hal ve tavırlarda yenilikçi davranmaya çalışıyordu. Çünkü pragmatikti ve etrafından aldığı etkilerle, o kişiliğindeki gelenekçiliği, fanatik islamcılığı törpülüyordu. O damar, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanan bir şey. Mesela Abdullah Gül olsaydı bu kadar kötü olmayabilirdi. Erdoğan’ın kültürel zayıflığı küçük bir depremde yerle bir olmasını engelleyemedi. Ele geçirdiği gücün neden olacağı yozlaşmaya karşı koyacak bir altyapı yoktu. Diğer taraftan bütün suçu Erdoğan’a yüklemeyi de haksızlık olarak görüyorum. Çünkü bütün İslamcılar Tayyip Erdoğan’ı el birliğiyle buraya taşıdılar. Tanrı statüsüne çıkardılar. Şimdi indirmeye çalışıyorlar, o da kabul etmiyor, inmiyor. Bunların her birine kul muamelesi çekiyor ve bunlar da ne yazık ki o kulluktan çıkamıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın en büyük kazancı şu: Etrafında her görüşten, dinden, ideolojiden ama en çok da İslamcılar arasında satın alabileceği çok insanın olduğunu fark etti. O yüzden rahat oynuyor.
Gültekin, "Din için iktidar olmalıyız dediler şimdi ise iktidarda kalmak için gözlerini kırpmadan dini harcıyorlar. Hatta harcadılar" görüşünü dile getirdi.
Son günlerde “Şatafatlı Mağlubiyet-İslamcıların İktidarla İmtihanı” adlı kitabı ile gündemde olan Gültekin, Vakit gazetesinde çalıştığı dönemden bir örnek vererek, "Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının geçmesinden tiksinirlerdi" iddiasında bulundu.
Cumhuriyet'ten Tayfun Atay'ın sorularını yanıtlayan Gültekin'in açıklamaları özetle şöyle:
- Geçen pazar yapılan ‘Teröre Karşı Tek Ses” mitingiyle başlayalım. Sivil Dayanışma Platformu düzenledi, ama miting aslında bir “devlet sesi”ydi ve bir seçim mitingine dönüştü. Nasıl değerlendiriyorsun?
LEVENT GÜLTEKİN - Mitinglerle halkı milli veyahut gayri milli diye bölmek, onları sorunun bir tarafı yapmak ülkemiz açısından büyük bir felaket. İktidarlar sorunları çözmek için vardır. O sorunları kullanarak halkı yanlarına çekmek, gelmeyeni düşman etmek için değil. Bu bir yönü. Ama asıl yönü toplumun getirildiği nokta. İnsanlar geçmişte de devletin düşman yaratma politikalarına kandılar. Ama bu kadar iç içe geçme, bu kadar devlet refleksiyle hareket etme, iktidarların politik çıkarlarını varlık savaşı olarak algılama ve bu iktidarın bütün kirlerini kendi üzerlerine alma dönemi belki hiç görülmemişti. 7 Haziran’da yalnızca din vardı seçim meydanlarında. Şimdi artık din de yetmiyor. Çünkü onu harcayıp tükettiler. Şimdi onun yanına milliyetçilik de eklendi. Aslında çok ciddi bir mesele var: Ülkeyi yönetenler o meydanlarda bu ülkenin yarısını gayri milli yani düşman ilan ediyorlar. Bu çok korkunç bir şey. HDP’ye oy verenlere ‘terörist’ vatan haini yaftası vuruyorlar.
Bir yöneticinin bunu yapabilmesi için o ülkeden nefret emesi gerek. Bu nefretin kaynağını anlamıyorum.
Eğer dertleri gerçekten PKK veyahut terör olayları olsaydı tam tersine HDP’nin yani siyasetin önünü açıp Kandil’in zayıflamasını sağlarlardı ki insanlar şiddetten uzak dursunlar. Fakat bizde tam tersi, iktidar HDP’yi köşeye sıkıştırıp PKK’nin önünü açıyor.
Dertleri PKK meselesini çözmek olsa HDP’ye oy vermiş 6.5 milyon insana terörist derler mi?
Aslında niçin böyle davrandıklarının nedenini hepimiz biliyoruz. AK Parti’nin tek derdi: Tek başına iktidar olmak. Bunun yolu da HDP’nin barajın altında kalmasından geçiyor. Türkiye’yi bölme, parçalama, yok etme pahasına tek başına iktidar olma çabasındalar.
‘Hepsini tükettiler’
- Ak Partililere döneceğim ama önce İslamcılık meselesini açalım. İslamcılığın içinden gelen, onu deneyimlemiş bir insan olarak yeni çıkan Şatafatlı Mağlubiyet kitabında da bugünkü pratiklerin ve söylemin artık İslamcılığın bittiği, tarihe karıştığı bir nokta olduğunu da söylüyorsun.
GÜLTEKİN - Aslında İslamcılık 7 Haziran’dan önce bitti. Yani İslamcılığın, İslamcıların bu ülkeye söyleyebilecek bir sözleri kalmadı. Hepsini tükettiler. Devletin tekeline giren pespaye bir din anlayışı ve onu kullanan kifayetsiz muhterisler var. Çünkü İslamcılığın iddiaları vardı muhalifken daha demokrat, daha vicdanlı, daha hoşgörülü ve daha özgürlükçüydüler. Fakat iktidarda hiçbirini gerçekleştiremediler. Bana Türkiye nasıl bir ülke diye sorsanız şöyle tanımlarım: Muhalifken demokrat, iktidar olduğunda faşistleşen insanlar ülkesi. Çünkü muhalifken hepimiz demokrasiyi kendimiz için istiyoruz. İktidarda da kendimiz için istemeye devam edince de faşist oluyoruz. Çünkü gerçek demokrat olmak için ne kültürümüz, ne kişiliğimiz ne aldığımız eğitim yeterli değil. İslamcılar bu zincirin son halkası oldular. Üstelik İslamcıların demokrasiden de öte bir medeniyet projeleri vardı. “İslam barış dinidir” diyorlardı. Ahlakın kaynağını İslam kabul edip kendilerini toplumun en ahlaklı insanları olarak görüyorlardı. İslam aynı zamanda özgürlük diniydi. Yani geldi, putları kırdı, herkese hayat hakkı tanıdı. “Senin dinin sana benim dinim bana”; bunu slogan haline getirmişlerdi. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Biz öyle bir Türkiye kuracağız ki hiç kimse aç yatmayacak diyorlardı. ‘Ötekilerin’ yaptığı sinemayı, edebiyatı, mimariyi, meselelere yaklaşıma burun kıvırıyorlardı. Kendilerini Batı dünyasının alternatifi olarak görüyorlardı.
Buna benzer değerlerle kendilerine bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Fakat anladık ki bunlar slogandan ibaretmiş.
Yeni Şafak-Vakit
- Yeni Şafak’tan önce Vakit’te çalışmışsın?
GÜLTEKİN - Kısa bir süre Vakit gazetesinde çalıştım. İbadetsiz İslamcılıklarını, yani profesyonel İslamcılık yaptıklarını, iş ahlaklarının bozuk olduğunu görünce ayrıldım ve Yeni Şafak’ta başladım, Yeni Şafak’ta reklam servisi elemanı olarak başladım, genel müdür olarak ayrıldım.
- Tabii Yeni Şafak şimdiki Yeni Şafak değildi o zaman...
GÜLTEKİN - İslamcı camiada iki damar vardı. Vakit gazetesinin temsil ettiği damar ve Yeni Şafak’ın temsil ettiği damar. Vakit daha fanatik daha irrite edici, daha dışlayıcı, daha ötekileştirici, daha çatışmacı daha gelenekçi bir damar... Yeni Şafak ise daha nezih, daha entelektüel, daha konuşulabilir, daha modern, daha demokrat damar. İkisi birbirine asla karışmazdı. Tuzlu su ile tatlı su gibiydi. Çok basit bir örnek vereyim: Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının çıkmasından olağanüstü rahatsız olurdu. Diyelim ki Vakit gazetesi İslamcı yazarların, aydınların, siyasetçilerin adını gazetede geçirmiş olsun; negatif anlamda demiyorum. Pozitif anlamda bile olduğunda şöyle derlerdi: Allah aşkına bana bulaşma, benim adımı geçirme o gazetede!.. Bir anlamda böyle bir tiksinme vardı. Zaten Yeni Şafak’la Vakit arasında yayın üzerine kavga da olurdu. Vakit, Yeni Şafak’a liboş derdi. Yumuşamış, su katılmış falan.. Yeni Şafak da Vakit’e, “medeniyet, şehir görmemiş yobaz” derdi. Böyle aralarında bir ayrışma vardı. Tüm camiada böyle bir ayrışma vardı. Fakat Tayyip Erdoğan siyasete Yeni Şafak çizgisiyle başladı, giderek Vakit gazetesinin çizgisine kaydı. Üstelik sadece kendi değil Yeni Şafak dahil bütün mahalleyi Vakit gazetesinin çizgisine taşıdı. Bütün İslamcıları, en okumuşu, en aydınını, en bilgilisinden en cahiline kadar hepsinin içinde bir Vakit gazetesi çıktı. Bakın arkadaşlarımızın arasında Avrupa’ya gidip Londra’da okumuş eğitim görmüş 5, 6, yıl orada kalmış, yani bütün o dünyayı görmüş, felsefe okumuş şiirle ilgilenmiş olanlar vardı. O arkadaşlar bile Vakit çizgisine kaydı.
- Ahmet Davutoğlu ha keza... O’nu 80’li yılların sonu 90’lı yılların başında İngiltere’de doktora yaparken çalışmalarıyla tanıdım. Davutoğlu’nun o zaman yazdıklarına baktığım zaman ben ilerde mesela Pakistanlı modernist İslam düşünürü Fazlur Rahman’a benzer bir entelektüel akademik şahsiyetin Türkiye’de çıkabileceği düşüncesindeydim.
GÜLTEKİN - Hepimiz öyleydik.
- Ama bugün dinlediğim zaman kulaklarıma inanamıyorum. Bir entelektüel- akademisyen değil bu konuşan, daha doğrusu bas bas bağıran!.. Ne hançeresine yakışıyor, ne ses tonu uyuyor. Hakikaten bunu nasıl tercih ettiğini anlamakta zorluk çekiyorum.
GÜLTEKİN - Ben de bunu çok düşündüm nasıl olur diye. Bu kadar kitap okumuş, bu kadar dünya görmüş şiir, edebiyat, sanat, felsefe, sosyoloji ile uğraşmış... Kendisi de öyle derdi ya, rüyamda Gazali ile Heidegger’i tartıştırıyorum diye. Şimdi rüyasında İmam Gazali ile Martin Heidegger’i, Doğu ile Batı’nın bilgisini buluşturacak, bilge insan olacak biri, nasıl olur da böyle bir siyasetin parçası olur? Sadece Davutoğlu da değil, böyle onlarca arkadaşımız var. Peki bu nasıl olur; çok düşündüm üzerinde ve şöyle bir kanaate vardım: Size şimdi bir bina göstereyim ne kadar güzel bir bina dersiniz. Ama 5 şiddetinde bir depremde o bina gidiyor. Çünkü kolonlar yok, kirişler yok. Hepimiz zayıf insanlar olarak doğarız, çevreden, okuldan, aileden aldığımız eğitimle kişiliğimize kolonlar almaya başlarız.. Sanattan, mimariden, felsefeden, edebiyattan falan; o kolonlar bize sağlam bir kişilik kazandırır. Fakat dindarlarda şöyle bir şey oldu. Başka ideolojilerde de var bu durum ama en çok dindarlarda. Dindarlık kalın bir kabuk gibi zihni ve ruhu sarıyor o aldıkları kolon işlevi görecek bilgi aslında kabuğun üzerinde kalıyor. Yani dini hayatın odağına koyunca aldığı bilgiler, okumalar ruha, kişiliğe dokunmaz oluyor. İşte iktidarla beraber o kabuk çatladı ve altında zayıf kişilikler çıktı ortaya. Şimdi o güçsüz, kültürel olarak zayıf kişilikler en ufak bir depremle dağılıyor. Deprem de iktidar ve onun nimetlerinin yarattığı tesir. Türkiye’de her dönem farklı kesimler iktidara geliyorlar ve benzer gücün altında ezilip gidiyorlardı. Aynı şeyi İslamcılarda da yaşıyoruz ama onlarda daha ağır oluyor çünkü işin içinde bir de Türkiye’nin ana omurgası olan din var. Entelektüel, dindar, ahlaklı adamlar gitti içlerinden o filtrenin de etkisiyle üç günlük iktidar uğruna yolsuzlukları içine sindiren, sınav sorusu çalan, adam kayıran, kaba, nezaketsiz, çatışmacı, faşist ruhlu insanlar çıktı. Sanki bu insanlar uzaydan gediler. Beni o kadar şaşırtıyor ki bu durum anlatamam.
- 2011 sonrası süreç değil mi? Yüzde 50’ye yakın çıkan tablo ve biz bu işi başka bir mecraya götürürüz anlayışı.
GÜLTEKİN - Evet. Defolar, yolsuzluklar, hamaset o dönemden sonra ortaya çıkmaya başladı. Demokrasiden o tarihten sonra uzaklaşma başladı. Şimdi o günden sonra dikkat eder misiniz çok acı bir şey var. Ak Parti’ye destek veren, onun içinde olan, bir şekilde iktidarla yol arkadaşlığı yapan, ister partili olsun, ister bürokrat olsun veyahut yazar, gazeteci, aydın olsun... Tek bir kişi çıkıp da ben bunları kabullenemem, bugün itibarıyla bırakıyorum bu işleri demedi. Bütün bunları geçtik tek bir il veyahut ilçe başkanı çıkıp da “arkadaş ben bunları kabullenemem, benim aldığım terbiye asla böyle şeylerin içinde olmaya müsaade etmez” demedi. Aslında bu çok önemli şeylerin yıkımı. Bir, İslamcılığın yıkımı ve iki (ki bu, asıl yıkımdır bana göre) ahlakın kaynağı dindir tezinin bütünüyle çökmesi. Yani buradan baktığımızda ahlakın kaynağının din olmadığı çıktı ortaya. İslam’ın ahlak olma veyahut mensuplarına ahlak kazandırma iddiası bütünüyle çöktü. Üstelik bu İslamcıların eliyle çökertildi. Kemalistlerin, sosyalistlerin, kapitalistlerin eliyle değil...
-Yıllarca bu memlekette mütedeyyin insanlara laik rejimin birçok tasarruf ya da yaptırımlarını gösterip din elden gidiyor diyenler oldu, ama senin bu söylediklerinden ben anlıyorum ki İslamcılığın yok oluşu ve bir anlamda dinin “ahlak” olarak ortadan kalkması esas bu dönemde oldu. Yani bu İslamcı iktidar döneminde din elden gitti.
GÜLTEKİN - Ne garip degil mi?! Dindarlara yapılan haksızlıklar, demokrasiye yakışmayan muameleler vardı bunu hepimiz yaşadık. Tam da bunu ortadan kaldırmak için var olan İslamcılık dindarlığı tüketen yok eden bir ideolojiye dönüştü. Yani İslamcılık kendini din elden gidiyor diye var ediyor, öyle konumlandırıyor. Din için iktidar olmalıyız dediler şimdi ise iktidarda kalmak için gözlerini kırpmadan dini harcıyorlar. Hatta harcadılar.
- Muhazafakâr gençlik iktidarın ürettiği o taassubu benimsemiyor.
GÜLTEKİN - Şu anda Türkiye’yi dindarlaştırmaya çalışan Ak Parti kadroların çocukları bile seküler! Söz geçiremiyorlar artık. Çünkü günümüz İslam yorumu hayattan koptu. Kendini yenileyemedi. Mesela kendi kızı Erasmus projesiyle yurtdışında okuyan bir İslamcı yazar Erasmus aleyhine köşe yazısı yazıyor. Böyle büyük bir açmazla, tıkanıklıkla karşı karşıyalar, kopukluk var. Gençlerin dilini anlamıyorlar, gençlere söyleyecek bir sözleri yok. Çünkü Ortaçağ’da kaldılar. Ve ne yazık ki 2015’e gelemiyorlar. Türkiye aslında bir kabuk değiştiriyor. Eğer bu dönemi daha fazla yara almadan atlatırsak Türkiye büyük bir beladan kurtulmuş olacak. Yani şöyle düşünüyorum Türkiye’nin önünde ideolojik ve kimlik barikatları vardı, hepsi yıkıldı. Şimdi en güçlü, en son olan barikat duruyor ki o da dini kullanan, istismar eden siyasetin barikatı. Bunun temsilcisi Erdoğan. Erdoğan, devletçilikle dini bir araya getirdiği için o barikat çok güçlü. Toplum arkadan yoğun bir şekilde bastırıyor. O barikatı yıkana, özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye açılan kapıya ulaşana kadar ülke zarar görecek mi görmeyecek mi bunun derdini taşıyoruz. O barikat yıkıldığında geçmiş olsun, artık siyasette din duymayacağız. İnsanlar dini kendi hayatlarında ve kamusal alanda birey olarak özgürce yaşayacaklar ama siyasete renk veremeyecek. Kanaatim odur ki Ak Parti iktidarını kaybettiğinde bir daha dindarlık üzerinden siyaset yapan bir hareketin Türkiye’de iktidar olmasını belki 50 yıl, 100 yıl görmeyeceğiz. Keşke yolsuzluk onların canını sıkıyor olsaydı, keşke Soma’daki tokatı kendi onurlarına atılmış bir tokat olarak görseydiler, o tekmeyi kendilerine atılmış bir tekme olarak görseydiler, keşke çocuğunu kaybetmiş bir annenin yuhalatılmasını kendi acıları olarak görseydiler, o dindarlıktan öyle bir merhamet almış olsaydılar!..
‘Tanrı statüsüne çıkardılar’
- Tayyip Erdoğan faktörüne gelirsek, onu yumuşatmaya çalışan insanlar da oldu.
GÜLTEKİN - Bizim İslamcılar arasında şöyle bir söz vardır; itikaden gelenekçi amelde yenilikçi. Tayyip Erdoğan gelenekçi bir kişiliğe sahipti. Fakat amelde yani hal ve tavırlarda yenilikçi davranmaya çalışıyordu. Çünkü pragmatikti ve etrafından aldığı etkilerle, o kişiliğindeki gelenekçiliği, fanatik islamcılığı törpülüyordu. O damar, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanan bir şey. Mesela Abdullah Gül olsaydı bu kadar kötü olmayabilirdi. Erdoğan’ın kültürel zayıflığı küçük bir depremde yerle bir olmasını engelleyemedi. Ele geçirdiği gücün neden olacağı yozlaşmaya karşı koyacak bir altyapı yoktu. Diğer taraftan bütün suçu Erdoğan’a yüklemeyi de haksızlık olarak görüyorum. Çünkü bütün İslamcılar Tayyip Erdoğan’ı el birliğiyle buraya taşıdılar. Tanrı statüsüne çıkardılar. Şimdi indirmeye çalışıyorlar, o da kabul etmiyor, inmiyor. Bunların her birine kul muamelesi çekiyor ve bunlar da ne yazık ki o kulluktan çıkamıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın en büyük kazancı şu: Etrafında her görüşten, dinden, ideolojiden ama en çok da İslamcılar arasında satın alabileceği çok insanın olduğunu fark etti. O yüzden rahat oynuyor.