Kürşat Bumin'den olay yaratacak sözler! Akil İnsanlar kullanıldı!
Akil İnsanlar Heyeti’nden ayrıldığını açıklayan Kürşat Bumin, Heyet’in çözüm süreci için hazırladığı raporların Başbakan Davutoğlu tarafından bile okunmadığını söyledi.
1972-1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesi üzerine
çalışmalar yapan Kürşat Bumin, Türkiye’ye döndükten sonra 10 yıl
Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Bir
dönem oldukça ilgi çeken MedyaKronik adlı internet sitesinin
kurucusu olan Bumin’in, Yeni Şafak gazetesindeki yazarlık serüveni
ise 16 yılın ardından, Gezi Direnişi’yle birlikte sona erdi.
Bumin, geçen ekim ayında da çözüm süreci için oluşturulan Akil
İnsanlar Heyeti’nden ayrıldığını açıkladı. Halen Bilgi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi olan Bumin’le, Akil
İnsanlar Heyeti’nden neden ayrıldığı, çözüm süreci ve AKP’nin
‘siyaset felsefesi’ hakkında BirGün'den Berkant Gültekin ile
konuştu.
Bumin, AKP hükümetinin çözüm sürecini bir ‘reklam çalışması’ gibi
kullandığını ve üstüne düşen sorumlulukları yerine getirmediğini
dile getirerek, HDP’nin kendi çözüm haritasını somut maddelerle
ortaya koyması gerektiğini belirtti.
>>Akil İnsanlar Heyeti’ne hangi amaçla katıldığınızı
öğrenmekle başlayalım...
Benim amacım bu sorunu topluma tartıştırmaktı. Bize dediler ki,
Anadolu’ya gidilecek, değişik bölgelerde büyük katılımlı
toplantılar yapılacak. Beni en fazla çeken işin bu yönü oldu. Şöyle
düşündüm: Kürt meselesinde şimdiye kadar herkes konuştu (Hükümet,
partiler, yazarlar vs) fakat toplumun sesini hiç duymadık.
Gittiğimiz yerlerde toplantılarda sivil toplum kuruluşundan esnafa
kadar çok farklı kesimden katılımcılar oluyordu. Kürt sorunu en
başta siyasi bir sorun. Bu sorunda topluma söz vermeden olmaz. Bu
madem toplumun birinci dereceden bir sorunu; o halde toplumun ne
düşündüğünü ve meseleye nasıl yaklaştığını dinlemek gerekir. Beni
ilgilendiren kısmı buydu.
Toplantılar devam ederken beklediğim gibi oldu. Hükümet komiseri
değiliz, kimseyi ikna etmek gibi bir görevim yoktu. Ben kendi adıma
‘moderatör’ gibi davranıyordum.
>>Hükümetin yaklaşımı nasıldı? Sizin düşündüğünüz
gibi hükümet de sorunu topluma tartıştırarak mı çözmek
istedi?
Öyle olmadığını işin başından tahmin etmek zor değildi. Hükümet bu
fikri ve uygulamayı (medyanın da büyük himmetiyle tabii ki!)
meseleyi birkaç ay malum ritminde tutmak için kullandı diyebilirim.
Ben Karadeniz bölgesinde görevliydim. Bize demişlerdi ki,
“Karadeniz çok serttir, milliyetçidir”. Gittik gördük ki hiç de
öyle değil. Bana desen ki ‘Hükümet tarafından kullanıldığınızı
düşünüyor musunuz?’, “Akiller sonrası seyri hatırladığımızda ‘evet
kullanılmışız’ diyebilirim…” Nitekim bu kanaate vardığımdan dolayı
son toplantıya da katılmadım. İş artık folklor dönüştü. Alevi
Çalıştayları’nın başına gelen benzeri bir şey bu. Çözüm süreci ya
da Akil İnsanlar Heyeti, politik olarak düşünüldüğünde hükümet
açısından akıllıca bir işti. Kim fikir vermişse iyi bulmuş, güzel
bir PR çalışması gibi kullanıldı.
>>Heyete birçok farklı isim katıldı. Akit gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Hasan Karakaya da heyetin içinde.
Yazılarından gördüğümüz kadarıyla Karakaya işi Yahudilere açık açık
küfür etmeye kadar vardıran bir kişi. Mesele bir kimliği tanımaksa,
Karakaya gibi birinin içinde olduğu herhangi bir yapı bunu nasıl
sağlayabilir?
Kesinlikle öyle ama söylediğiniz isim uç örnek. Karakaya, son
dakika, birinin yerine heyete dahil edildi. Şimdi bana deseniz ki
“Karakaya’nın orada olduğunu bilseniz kabul eder miydiniz?”, onu
düşünürdüm. İslami kesimden de insanlar tabii ki olabilir, bu sorun
değil ama Karakaya uzlaşmaya, çözüm fikrine çok uzak, karaladığı
metinlerden etrafa kesif bir ayrımcılık kokusu yayılan bir
isim.
HÜKÜMET SÜRECİN HAKKINI VERMEDİ
>>Sizin 17 Ekim’de heyetten ayrıldığınızı öğrendi kamuoyu.
Neden toplantılara katılmak istemediniz?
Çünkü bitti iş. Dinledik, raporlar da yazıldı ve bitti. Sonra
öğrendim ki o raporları Ahmet Davutoğlu (bile) okumamış. Bu
“ihmal”e de şaşırmamak lazım; onlar açısından yani olay besbelli
değil mi, oturup da rapor mu okuyacaklar. Onlar biliyorlar
meselenin ne olduğunu. “Akiller” konusunda şunu da ekleyeyim:
Biliyorsunuz, ‘Akil’lik sürekliliği olan bir unvan, bir konum
değil. Üç beş haftalık bir toplumu dinleme sürecinde öneri
götürülen 60 kişilik bir topluluktan söz ediyoruz. Oysa bazı
yayınlarda herkes gibi benim de karşılaştığım gibi konuşmacının
unvanı ekrana “Akil” olarak düşüyor. Bunun bir adım ötesi bir
yüzünde “Akil adam” yazılı kartvizit bastırmak olacak herhalde…
Akillik bir fırsat oldu bazıları için. Benim için bitti. Yeri
gelmişken şunu da ilave edeyim: “Akil insanlar”ın “çözüm süreci”nde
rol alması gereken bir “sivil toplum” örgütü olarak
değerlendirilmesi de çok yanlış. Haksız mıyım; hükümet tarafından
seçilen bir grup insanın “sivil toplum” örgütü olarak anılması
olacak iş mi?
>>Çözüm tartışmalarının başladığı günden bugüne, size
göre hükümet bu sürecin hakkını verdi mi?
Kesinlikle vermedi. Hükümet çözüm sürecini hak ettiği ciddiyetle
ele almadı. Ortada dolaşan ve sürekli tekrarlanan “siyaset dışı”
bir takım “iyi niyet” ifadesi sözcükler eşliğinde özünde “eski
Türkiye”nin konuya ilişkin uygulamalarına, icraatlarına imza attı.
Nitekim “Akil İnsanlar”ın son kez toplantıya çağrılması da bu
çerçevede şaka gibi bir şey oldu. Şimdi burada neden Akilleri
yeniden topluyorsun? Akil ne yapabilir sana?
>>Bundan sonrası için umut görüyor
musunuz?
Şu durumda görmüyorum. Hükümet 200 sayfalık bir çözüm haritası
hazırlamış. Hatta HDP’ye 1 sayfasını (sadece) göstermişler
diyorlar. Bir kere 200 sayfalık “yol haritası” olmaz. 200 sayfada
ne yol haritası yapacaksın? Onun için ben bugünlerde HDP’ye diyorum
ki, hükümetin hamlesini bekleme, içeriği konusunda kamuoyunun
meraktan çatlatmasına az kalan şu “harita”yı ortaya sen ortaya
koy…
ÇÖZÜMÜ KÜRTLER ORTAYA KOYMALI
>>Kürt siyasetine başka ne tavsiye edersiniz?
“Yol haritasını” HDP ortaya koymalı. Hükümet bir türlü
açıklayamıyor. Zaten 200 sayfa yazmış ve ne yazdığı belli değil, 1
sayfa gösterip geri çekiyor. Bu yol haritasından insanlar da bir
şey anlamıyor artık. ‘Nedir bu yol haritası denilen şey?’ diye
düşünüyorlar. HDP’nin hükümete şöyle seslenmesi lazım: “Arkadaş sen
bu haritayı yazdınsa da açıklayamıyorsun, ya bir şey yazmadın bunu
bir sürü boş lafla doldurdun. Bu durumda ben senin önüne bir
‘harita’ koyuyorum. Bu ‘harita’ öyle 200 sayfalık bir destan da
olmayacak, hepsi hepsi 3-5 sayfalık bir ‘harita’ olacak. Peki bu
3-5 sayfayı nasıl dolduracak. Bana göre şöyle: ‘Anadilde eğitim
istiyorum, adem-i merkeziyetçi bir yönetim istiyorum; hatta ilerde
bölgeciliğe geçilmesinin önünü açacak düzenlemeler üzerinde
ciddiyetle çalışılacağına dair açıklama istiyorum; barajın yüzde
5’e düşürülmesini istiyorum’ diyecek. Çünkü baraj en azından
–şimdilik- yüzde 5 olmazsa parlamento çoğulcu olmaz. Al yüzde 34’ü
yine gel buraya tek başına iktidar ol. Sonra siyasi partiler
Yasası, Terörle Mücadele Yasası ile Ceza yasasının 300’lü
maddelerinin kaldırılmasını talep edilecek. Kürt siyasetinin son
derece önem verdiği ve pratiğe dökmeye başladığı “kadın hakları”nı
ve bu siyasetin giderek daha sıklıkla dile getirmesi gereken
“ekopolitik”e ilişkin çerçevede “harita”da yerini alacak. Bu kadar
basit. HDP’nin “Benim haritam bu, var mısın yok musun?” demesi
gerekiyor. Gördüğünüz gibi bunlar liberal özgürlükler (liberalizm
değil!) faslına ilişkin taleplerdir. “Bu özgürlükleri istemek
terörizm değil” diyeceksin hükümete ve kamuoyuna. Toplum görsün
bunu.
>>Bugün toplumun geniş kesimlerinden ‘otoriterleşme’
eleştirisi alan 12 yıllık bir iktidar partisinin, bu siyaset
anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mütedeyyin kesime cumhuriyet tarihinde “cumhuriyetçilik” açısından
iyi gözle bakılmadığı muhakkak. Yani tekrarlamaya gerek yok,
Cumhuriyet yüzde yüz seküler(!) bir millet oluşturma derdine
düşmüştü. Fakat burada önemli olan, ilk zamanlardan itibaren
cumhuriyetin dini devletin kontrolü altına almasıydı. Bu
Cumhuriyet’in bir çelişkisiydi; Cumhuriyet yönetiminde din,
devletin kontrolünde olmamalı. Sonuç olarak mütedeyyinlerin
mağduriyetlerinin başta gelen nedenlerinden birisi de bu oldu.
Diğer yandan şehirlerin İslam’la ilgisi kesildi. Gidin bugün bakın,
özellikle büyük şehirlerdeki cami cemaatinin çoğunluğu “şehirli”
insanlardan değil daha çok yeni göç etmiş insanlardan oluşuyor.
Demek ki cumhuriyet aslında bir şehir dini iken, taşraya
sürülmüştür. Devletin eli o zamanlar taşraya kadar uzanmadığı için
de (TOMA’lar falan yok o zaman!) İslam burada yaşamaya devam
etmiştir.
Cumhuriyet şehirli insan için İslama, ‘ibadet etme’ den ziyade
‘gönülde yaşatma’ anlamı yüklemiştir. Şehirli insan, büyük oranda
dini pratikle ilişkisini kesmiştir.
MAĞDURİYET SÖYLEMİ ÇOK ÇİRKİN
Başörtüsü mağduriyeti de Cumhuriyet’in yol açtığı bir mağduriyetti
şüphesiz. İstatistiklere göre kadınların yüzde 67’si başörtülü,
Türkiye’nin yarısı da kadın ve kadınlar devlet memuru olamıyordu.
Türkiye’nin neredeyse yarısına yakın bir kesimi devlet memurluğunun
dışına atıyorsunuz. Haksızlık ve eşitliğe de çok aykırı.
Ama bakın, devletin dine Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam hatip
okulları ile el koymuş olmasına geçmişte mağdur olmuş kesimin hemen
hiçbir itirazı yok.
Diğer yandan mağduriyet söylemini günümüzde bu kadar tekrarlamak da
yanlış. Çünkü kalmadı artık mağduriyet. Başörtüsü artık –iyi ki-
bir problem değil, bu kesime –iyi ki- artık devlet memuru olma
kapısı da açıldı. Fakat hala mağduriyeti hatırlatan ve bu
hatıraları oya tahvil etmeye çalışan bir iktidar görüyoruz
karşımızda. Bu çok çirkin-yanlış ve daha da önemlisi “kötü
hatıraları”ndan kurtulma yolundaki bir topluma “ileriye değil,
daima geçmişin kötü günlerini hatırlatan” bir söylem.
>>Sizin de içinde olduğunuz kimi isimlerin iktidar
tarafından, özellikle ‘yükselme döneminde’ kullanıldığını düşünüyor
musunuz?
Ben Yeni Şafak’ta 16 sene yazdım. AKP’nin iktidara ilk geldiği
dönemi hatırlarsanız, kimin eli kimin cebinde belli değildi. AKP
seçime girdiğinde, Milli Görüş gömleğini çıkarmıştı ve yüzünü
Avrupa Birliği’ne çevirmişti. Bunlar bana göre de çok olumlu
gelişmelerdi. AKP’li değildim ama bu politikalarını desteklemiştim.
AKP liberallerle yakınlaştı ilk zamanlar. Ben kendimi liberal
olarak nitelendirmiyorum, liberal özgürlükleri savunuyorum ama
solda durduğumu düşünüyorum. AKP’nin Bir destek rüzgârı yaratması
gerekiyordu. Bu yükselme döneminde insanlar buna destek verdi. Ama
sonra işler değişti.
>>‘İşler değişti ben ayrıldım’ mı
diyorsunuz?
Övünmek gibi olmasın ama ben söz konusu sürecin başında neredeysem
öyle kaldım. Bu süreçte en önemli kırılma Gezi süreci oldu mutlaka.
O dönem Gezi’ye dair ne yazılması gerekiyorsa –aklımın yettiği
kadar!- tabii ki onları da yazdım. Şunu da eklemem gerekir: Yeni
Şafak’ta 16 yıl yazdım ve bir gün bana tek bir sözcüğü düzelt
denmedi. Ama herkesin gözlemlediği gibi Gezi’den sonra olaylar
değişti.
AKP, 'AYDIN' FUKARASI
>>Sizinle aynı çizgide olan yazanların çoğu hâlâ iktidara
destek vermeye devam ediyor. Etyen Mahçupyan (Kendisi Başbabakan’ın
danışmanı da oldu), Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Yıldıray Oğur,
Atilla Yayla... Bu yazarlar hakkında ne
söyleyebilirsiniz?
Etyen ve Ali dışında saydığınız isimlerle eskiye uzanan bir
tanışıklığım yok. Bu iki ismin bugün ne yaptıklarını ve de yapmak
istediklerini doğrusu ben de –pek çok insan gibi- merakla
izliyorum. Saydığınız isimlerin sonuncusu yaş olarak bana daha
yakın. Birçok köşe yazarı gibi onu da takip etmiyorum ancak,
köşemin kapatıldığı gazetenin kapısından benim çıkmamla girmesi bir
olan bu kalemin ilk yazısını aşağı yukarı hatırlıyorum. Aşağı
yukarı şöyle bir şeydi: “Tarzıma en uygun mecra olan Yeni Şafak’da
hoş bulduk”(!) Ne yapacaksınız ülkenin sadece “cumhuriyetçisi” ya
da şusu busu değil, “liberali” de benzer kumaştan…
Ne diyelim; gerçekten “aydın” açısından bayağı fukara olan AKP’nin
bugünlük-şimdilik “organikleri” de benzer kalem havuzundan
sağlanıyor…
>>AKP’den bir demokrasi beklentisi olanlara ne
söylemek istersiniz?
AKP’nin seçime kadar daha da otoriter ve baskıcı bir yönetim
benimseyeceğini düşünüyorum. Böylece MHP’nin seçmenine de hitap
edecek. Kürt sorununda da, Lenin’in lafını bozarak söyleyeyim “Bir
ileri, üç geri” hareket edecektir. Başbakan’ın “kamu düzeni” olarak
ifade ettiği şey geçerli olacak. Burada ihtiyaç olan artık hemen
herkesin işaret ettiği gibi güçlü muhalefet ihtiyacı. Türkiye’nin
en büyük sıkıntısı iktidarda münavebenin (değişim, rotasyon) bitmiş
olması. AKP 2071 programı yapıyor bugün! Onun için seçim barajını
kaldırmıyor. Çünkü baraj düştüğü zaman bir partinin tek başına
kolayca iktidar olmasının önüne geçilebilir. Oysa AKP, bırakın
sözünü ettiğimiz “münavebe”yi karşısındaki bütün muhalefeti
“terörist” ilan etmiş durumda. Böyle bir demokrasi olamaz. İktidar
partisinin muhalefeti “terörist” gösterdiği bir demokrasi olabilir
mi?
***
GEZİ'YE 'DARBE' DEMEKTEN AKILSIZCA BİR ŞEY
OLMAZ
“Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu dinlerken karşınızdakinin bir
siyasetçi değil de bir ahlakçı (moralist) hatip olduğu izlenimine
kapılıyorsunuz. ‘Tarih’le karışık bir ‘ahlakçılık’ bu tabii ki.
Hemen her konuşması Malazgirt ile başlayıp ‘kadim şehirler’le son
buluyor! Biliyorsunuz ‘ahlakçılık’ın siyasete yapışmasının bir
topluma vereceği zararlar saymakla bitmez. Gezi’yi de ‘darbe
girişimi’ olarak niteledi. Bir akademisyenin Gezi’yi ‘darbe’ olarak
tanımlamasından daha akılsızca bir şey olamaz.
Bakın mesela şu önümdeki gazete haberine: ‘Başbakan (…) işçilerin
işveren hakkındaki şikâyetlerini iletmeleri için özel yapı
oluşturacaklarını açıkladı.’ İnanılır gibi değil ama hakikat!
Başbakan işçi şikayetlerinin iletilmesi için özel hat kuruyor!
Sendikaların bu ‘soğuk şaka’ yüzünden kırıldıklarını umarım. Bu
önerinin sahibinin ‘siyaset’ten diplomalı bir ‘âlim-başbakan’
olduğunu da unutmayalım! ‘Zavallı Türkiye’ desek yanlış mı olur?”