KÜRŞAT BUMİN YENİ ŞAFAK'TAN İNSAN KAYNAKLARI TELEFONUYLA İHRAÇ EDİLDİ!
16 yıldır Yeni Şafak Gazetesi'nde yazarlık yapan Kürşat Bumin'in yazılarına İnsan Kaynakları Şefi'nin telefonuyla son verildi.
Kürşat Bumin’i köşesinden eden yazısı bugün T24 sitesinde yayınlandı. Bumin yazısının ikinci bölümünde gazetesinin yazarı Salih Tuna’nın son yazısını eleştiriyor. Tuna için "Eline bir biçimde kalem geçirmiş bir kimse" diyen Bumin, gazetesi için de "Böyle adamlar her yerde karşımıza çıkabilir; ben asıl –“kimlere kaldı” diyerek- bir zamanların muteber gazetesine üzülüyorum..." diyor.
İşte o yazı;
AŞAĞIDAKİ YAZI BÜYÜK İHTİMALLE YENİ ŞAFAK’TA YAYINLANMAYACAK
Aşağıdaki yazı -büyük ihtimal- yarınki Yeni Şafak’ta yer almayacak. Çünkü gazetenin “İnsan Kaynakları Şefi” olduğunu söyleyen (Ruhi Bey’di sanki!) bir görevli telefonla gazete ile ilişkimin kesildiğini bildirdi. İbranim Bey’in (Karagül) talimatıymış. Hatırlayanlar vardır belki, on ay kadar önce de yine bu “İnsan Kaynakları”ndan gelen bir telefonla haftalık yazı sayım 5’ten 3’e indirilmişti. Bu durumda ben de, madem yazı yazılıp gönderildi, ziyan olmasın diyerek T24’e postaladım. Görüldüğü gibi yazının ilk bölümü yıllardır hakkında yazıp çizdiğim “başörtülülere getirilen yasaklar” konusunda. Yazının ikinci bölümü olan “not”ta ise Yeni Şafak’ta köşe tutmuş bir kalemin (Salih Tuna) geçenlerde yayımladığım bir yazıma ilişkin iler tutar tarafı olmayan “eleştirisi”ni değerlendiriyorum. Yazının bu faslı –özellikle- asap bozucu olarak algılanmış olacak.
Her ne ise de, 16 yıldır sırasında (Alper Görmüş ile hazırladığımız “Kronik Medya” sayfasını da sayacak olursak) haftada 10 yazı ile yer aldığım Yeni Şafak’tan (hem de bir “İnsan Kaynakları Şefi”nin telefonuyla!) ihraç edilmiş bulunuyorum.
Aşağıdaki yazının sonunda da söylediğim gibi, Yeni Şafak gibi bir zamanların muteber bir gazetesinin bu hallere düşmüş olması, az emeğim geçmediği için beni gerçekten üzüyor. Yolları açık olsun diyelim mi, demeyelim mi siz karar verin… Ancak tuttukları yolun iyi bir yol olmadığını (ben de) hatırlatırım.
Meclis’te ve ‘Devlet Kadrosu’nda başörtülü kadınlar
Birkaç gün öncesinin bir haber başlığı: “Çelik: Devlet kadrosuna 18 bin 846 memur alınacak.”
Yani, Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in açıkladığı gibi 2013 Haziran KPSS sonuçlarına göre yapılacak merkezi yerleştirme işlemleri için 18 bin 846 kadro ve pozisyon için yerleştirme talebinde bulunulmuş.
Haberin pek bir özelliği yok, çünkü hepimiz biliyoruz ki seçimler arifesinde “Devlet Kadrosu”nda yeni kadrolar açmak âdettendir.
Ancak bize son derece olağan bir gelişmeyi duyuran bu haber tahmin ettiğiniz gibi “eksik” bir haber. Haberin “eksikliği” söz konusu 18 bin 846 kadroya kimlerin nasıl, hangi yöntemle atanacağını söylerken ülkenin vatandaşları içinde yer alan son derece önemli bir kesimin sıralanan yöntemlerden geçmiş olsa da yine dışarıda bırakıldığını hatırlatmamasından kaynaklanıyor.
“Son derece önemli bir kesim”den, yani başörtülü kadınlardan söz ediyorum. Nüfusun yarısı kadın ve bu kadınların yüzde 65’e varan kesimi başörtülü olduğuna göre, “vatandaşlık” söz konusu olduğunda ilk akla gelen temel hak ve özgürlükler ( “seçme ve seçilme özgürlüğü” ve “kamu görevlerine atanabilme hakkı”) bu sefer de “kadro dışı”dır…
Bugüne kadar çok söyledik çok yazdık. Başörtülü kadınlara “Devlet Kadrosu”na gelmeden “özel sektör”ün önemli bir bölümü de kapalıdır. Başörtülü kadınlara – mesela - “konfeksiyon atölyeleri” açıktır, ama bu atölyelerde üretilen malların teşhir ve satışının yapıldığı işyerleri kapalıdır. Başörtülü kadınlara müşteri ile yüz yüze gelinmeyen ofislerin bir bölümü açıktır, ama sıra “yüz yüze” mekânlara gelince kapalıdır. Siz hiç herhangi bir banka şubesinde (şu sıralar “faizsiz bankacılık” sektöründe de sayıları son derece azaldı) çalışan başörtülü bir görevliyle karşılaştınız mı?
Tamam, hadi diyelim ki orası “özel sektör” ve çalışanlarına ilişkin kuralları kendisi belirliyor. (Böylesi de “medeni âlem”de memnu ama neyse..) Peki ya Devlet? En büyük işveren Devlet, kadroları içine nüfusun yarısının yüzde 65’ini oluşturan başörtülü kadınlara kapamış ve açmaya da niyeti yok gibi.
İşte, 57 kadının imza koyduğu (dünkü gazetelerde yer alan) çağrı metni – bir kere daha - Meclis’in ve “Devlet kadroları”nın kapısının başörtülü kadınlara açılmasını talep ediyor. Okuyoruz: “Bizler, başı örtülü kadınlara yönelik eşitsizlik yaratan her türlü uygulamaya karşı çıkıyoruz. Başörtülü kadınların kamu hizmetlerinde görev alma, başta milletvekilliği olmak üzere merkezi ve yerel yönetimlere seçilme haklarının önündeki her türlü yasal ve yasal olmayan engelin ortadan kaldırılmasını talep ediyoruz. Hizmet alan-hizmet veren ayrımı yapmıyoruz. Emek piyasasında başörtülü kadınlara yönelik örtük ayrımcılığa son verilmesini istiyoruz…”
Ne güzel, görüyorsunuz Türkiye çoktan bu noktaya ulaşmış durumda, gelinen bu noktanın kıymetini bilmek gerekmez mi?
Ayrıca biliyorsunuz; başörtülü kadınların kamu hizmetlerinde görev alamamaları çoğu zaman sanıldığı gibi öyle yasa/Anayasa değişikliğini gerektiren bir konu değildir. Söz konusu yasak bir “Yönetmelik”le (Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine İlişkin Yönetmelik) belirlenmiştir. (Yani değiştirilmesi ne kadar da kolay!) İsterseniz, söz konusu Yönetmelik’in kadın kılık ve kıyafetine ilişkin bölümünü hatırlayarak gülümseyelim biraz:
“Elbise, pantolan, etek temiz, düzgün, ütülü ve sade, ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı, görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış, tırnaklar normal kesilmiş olur. Ancak bazı hizmetler için özel iş kıyafeti varsa görev sırasında kurum amirinin izni ile bu kıyafet kullanılır. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise ile strech, kot ve benzeri pantolonlar giyilmez. Etek boyu dizden yukarı ve yırtmaçlı olamaz. Terlik tipi (sandalet) ayakkabı giyilmez.”
Başka bir arzunuz? (“Devlet”e söylüyorum!)
* * *
Bir kendini bilmeze iki çift laf: Adımı vererek sataştığı bir yazısını hatırlıyorum. Arada bir “Sevgili Kürşat Bumin” diyerek sürdürdüğü – ve benim hiç haz etmediğim - “sulu” tabir edilen bir dille kaleme alınmış bir yazıydı bu.
Çok daha yakın bir tarihte “Ahlak/Ahlakçılık”ı konu edinen bir yazımı da aklınca sorguya çekiyordu. Belli ki ahlak söz konusu olduğunda hemen her zaman söz konusu edinilen bu önemli bahisle hiç karşılaşmamıştı.
Nihayet geçen haftaki yazısı (“Yarım ağızla da olsa bir sözün yok mu”) çıkageldi...
Eline bir biçimde kalem geçirmiş bir kimsenin sırf “Milli İradeye Saygı” adı takılmış başbakanlık mitinglerine methiye düzmek amacıyla karalanmış bu yazı en âlâsından bir cehalet örneğiydi. “Milli irade” denilince aklına sadece “Yeter söz milletindir!” sloganı gelen, söz konusu kavramın ne çıkışından, ne de gelişiminden zerre kadar haberdar olmayan bu kalemin konuyla ilgili yazımı değil değerlendirmesi, yüzeysel olarak anlayabilmesi bile olacak iş değildi. “Hasoları/Memoları” ya da “Göbeğini kaşıyan adamları” hatırlatmalar, “vesayet rejimi”nden dem vurmalar (farkında değil ki zihni/düşüncesi hepten “vesayet altında”!) “Anladık, çok güzel ’çoğulculuk – çoğunlukçuluk’ diskuru çekiyorsun. Ama ezberledik artık” türünde havalar tam da şahsına yakışır lakırdılardı...
Hele de “Senin de aralarında bulunduğun ’akil insanları’ vatan haini ilan edenlere, ’Gül, Gülen ve Erdoğan millete teslim olun’ manşetleri atanlara, ’Taksim’i güvenlik güçlerinden temizledik. Cumhuriyet için Atatürk için Türk halkı ayaklanmış durumda...’ diyenlere, orayı burayı yakıp yıkarak, Başbakanın evini ve ofisini kuşatanlara, (...) söyleyecek bir tek cümlen yok mu” çıkışları hepten şaşırmış bir aklın sayıklamalarından başka bir şey değildi.
Bu notu düşüp düşmemek konusunda tereddütlüydüm. “Yapma, adam yerine koyma” diyen okurlarım da vardı, “Susarsan adam havalara girebilir, arkasını getirebilir” diyenler de. Gördüğünüz gibi önerilerin ikincisine uydum ve bir “kendini bilmez”e ait olduğu yeri işaret etmek istedim.
Böyle adamlar her yerde karşımıza çıkabilir; ben asıl –“kimlere kaldı” diyerek- bir zamanların muteber gazetesine üzülüyorum...