13 Eyl 2012 16:15
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:08
KÜRŞAT BUMİN SABAH'I AYSEL TUĞLUK'UN ÇANTASIYLA VURDU!
Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin, Sabah gazetesini, "Onlar idarecilerin 'dümeni' idiler" sözleriyle eleştirdi.
’Onlar idarecilerin dümeni idiler’
Şükrü Hanioğlu’nun Sabah gazetesinde yayımlanan yazılarının okurlarından biriyim. Hanioğlu, bu yazılarında geçmişten (tarih) seçtiği gelişmeleri çoğu zaman bugüne de bağlayarak okurlarını haftada bir aydınlatmaya çalışıyor.
Bu yazılar içinden seçip bir kenara koyduklarıma göz atarken ’W. T. Stead’i doğru mu anladık?’ başlıklı yazısına ikinci kez göz attım.
W. T. Stead, ’Titanik Faciası’nda can vermiş bir İngiliz gazeteci. Hanioğlu’nun da belirttiği gibi basını ’Dördüncü Kuvvet’ olarak niteleyen belki de ilk gazeteci. ’Sosyal’den ’dış politika’ya hemen her konuya ilişkin farklı bir haberciliği getiren –ve bu arada sıkı bir ’spiritüalist’ de olan- Stead, basını kamuoyunun aynası ve toplumla seçilmişler arasına yerleşen zorunlu bir araç olarak görüyordu.
Hanioğlu, söz konusu yazısının ’Basınımız kendine özgü mü?’ ara başlığı altındaki bölümüne şu cümlelerle başlamış: ’On dokuzuncu asırda başlayan basın serüvenimiz, gerçekten de ’bilgilendirme’yi ikinci plana atarak devlet ile toplum arasında tek yönlü bir ilişki kurmayı ve kamuoyunu devletin amaçları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlayan bir girişimdi.’
Ancak hemen söyleyelim ki Hanioğlu, Osmanlı dönemindeki bu ’girişim’in büyük ölçüde Avrupa basınında da gözlendiğini belirtiyor: ’Ancak bu Avrupa’daki gelişim ile karşılaştırıldığında bütünüyle yeni ve "kendine özgü" bir yaklaşım değildi. Avrupa’da bilgilendirme amaçlı pek çok özel gazete kurulduğu gibi devletin kamuoyu şekillendirme için yarattığı basın da vardı.’
Değerli tarihçimiz Osmanlı resmi basınının ’haber’e ulaşma ve ondan yararlanma konusundaki bu geleneğin batılılar tarafından tanındığını da hatırlatıyor. Benim yazının başlığına taşıdığım niteleme bu çerçevede verilen bir örnek: "Onlar idarecilerin ’dümeni’ idiler."
Bu güzel yazıdan şu satırları da aktaralım:
’Dolayısıyla 1860’lar sonrasında Osmanlı basını ve devletle ilişkisi Avrupa, bilhassa Doğu Avrupa ile fazlasıyla benzerlik gösteriyordu. Alî Paşa’nın gazetecileri eleştirirken söylediği ’devletin zaafını millete söylemeyi vatanperverlik eseri bulmam’ vecizesi de pek çok Avrupa devlet adamının dile getirdiği türden bir ifadeydi. Dolayısıyla Osmanlı basını ’kendine özgü,’ başka bir örneği olmayan bir yapı özelliğini taşımıyordu.’
(Yazı başlığı olarak bu pasajda yer alan Ali Paşa’nın ’devletin zaafını millete söylemeyi vatanperverlik eseri bulmam’ sözlerini seçmek daha mı yerinde olurdu acaba?)
Hanioğlu’nun Stead’den hareketle aktardığı bu bilgi ve değerlendirmelere bir kere daha göz attıktan sonra gözüm bir gazeteye takıldı. Osmanlı basını için zamanında sarf edilmiş "Onlar idarecilerin ’dümeni’ idiler" sözleri bunca yıl sonra –bile- nasıl da tam isabet bir değer taşıyordu...
Gazetenin şu baş sayfa manşetine bakın: ’66 aylıklar çabuk ısındı’. Bunu takiben de şu alt başlıklar: ’4+4+4 eğitim sisteminde ilk kez zil, mini mini 1’ler için çaldı. Bazı okullardaki fiziki sıkıntılar dışında çok önemli bir sorun yaşanmadı." Hemen arkasından da gazetenin durumdan çıkarttığı şu moralite: ’İlk günkü genel izlenim ’meğer bunca tartışma boşunaymış’ oldu.’
’Allahım aklımıza fikrimize mukayyet ol!’ desem yersiz mi kaçar acaba?
Durun daha bitmedi...
Baş sayfada şu ’haberi’ de okuyoruz: ’Tuğluk’un 3 bin liralık çantası’ / ’KCK davasında bağımsız milletvekili Tuğluk’un 3 bin liralık Louis Vuitton marka çantası dikkat çekti. Firma yetkilileri çantanın Türkiye’de satılmadığını belirtti."
Gazete ’haberciliğin’ şahını yaparak Tuğluk’un kolundaki çantanın ’Türkiye’de satılmadığını’ bizzat ’firma yetkilileri’nden öğrenmiş bulunuyor!
Dümen’i fark etmişsinizdir muhakkak...
Kürşat BUMİN / YENİ ŞAFAK
Şükrü Hanioğlu’nun Sabah gazetesinde yayımlanan yazılarının okurlarından biriyim. Hanioğlu, bu yazılarında geçmişten (tarih) seçtiği gelişmeleri çoğu zaman bugüne de bağlayarak okurlarını haftada bir aydınlatmaya çalışıyor.
Bu yazılar içinden seçip bir kenara koyduklarıma göz atarken ’W. T. Stead’i doğru mu anladık?’ başlıklı yazısına ikinci kez göz attım.
W. T. Stead, ’Titanik Faciası’nda can vermiş bir İngiliz gazeteci. Hanioğlu’nun da belirttiği gibi basını ’Dördüncü Kuvvet’ olarak niteleyen belki de ilk gazeteci. ’Sosyal’den ’dış politika’ya hemen her konuya ilişkin farklı bir haberciliği getiren –ve bu arada sıkı bir ’spiritüalist’ de olan- Stead, basını kamuoyunun aynası ve toplumla seçilmişler arasına yerleşen zorunlu bir araç olarak görüyordu.
Hanioğlu, söz konusu yazısının ’Basınımız kendine özgü mü?’ ara başlığı altındaki bölümüne şu cümlelerle başlamış: ’On dokuzuncu asırda başlayan basın serüvenimiz, gerçekten de ’bilgilendirme’yi ikinci plana atarak devlet ile toplum arasında tek yönlü bir ilişki kurmayı ve kamuoyunu devletin amaçları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlayan bir girişimdi.’
Ancak hemen söyleyelim ki Hanioğlu, Osmanlı dönemindeki bu ’girişim’in büyük ölçüde Avrupa basınında da gözlendiğini belirtiyor: ’Ancak bu Avrupa’daki gelişim ile karşılaştırıldığında bütünüyle yeni ve "kendine özgü" bir yaklaşım değildi. Avrupa’da bilgilendirme amaçlı pek çok özel gazete kurulduğu gibi devletin kamuoyu şekillendirme için yarattığı basın da vardı.’
Değerli tarihçimiz Osmanlı resmi basınının ’haber’e ulaşma ve ondan yararlanma konusundaki bu geleneğin batılılar tarafından tanındığını da hatırlatıyor. Benim yazının başlığına taşıdığım niteleme bu çerçevede verilen bir örnek: "Onlar idarecilerin ’dümeni’ idiler."
Bu güzel yazıdan şu satırları da aktaralım:
’Dolayısıyla 1860’lar sonrasında Osmanlı basını ve devletle ilişkisi Avrupa, bilhassa Doğu Avrupa ile fazlasıyla benzerlik gösteriyordu. Alî Paşa’nın gazetecileri eleştirirken söylediği ’devletin zaafını millete söylemeyi vatanperverlik eseri bulmam’ vecizesi de pek çok Avrupa devlet adamının dile getirdiği türden bir ifadeydi. Dolayısıyla Osmanlı basını ’kendine özgü,’ başka bir örneği olmayan bir yapı özelliğini taşımıyordu.’
(Yazı başlığı olarak bu pasajda yer alan Ali Paşa’nın ’devletin zaafını millete söylemeyi vatanperverlik eseri bulmam’ sözlerini seçmek daha mı yerinde olurdu acaba?)
Hanioğlu’nun Stead’den hareketle aktardığı bu bilgi ve değerlendirmelere bir kere daha göz attıktan sonra gözüm bir gazeteye takıldı. Osmanlı basını için zamanında sarf edilmiş "Onlar idarecilerin ’dümeni’ idiler" sözleri bunca yıl sonra –bile- nasıl da tam isabet bir değer taşıyordu...
Gazetenin şu baş sayfa manşetine bakın: ’66 aylıklar çabuk ısındı’. Bunu takiben de şu alt başlıklar: ’4+4+4 eğitim sisteminde ilk kez zil, mini mini 1’ler için çaldı. Bazı okullardaki fiziki sıkıntılar dışında çok önemli bir sorun yaşanmadı." Hemen arkasından da gazetenin durumdan çıkarttığı şu moralite: ’İlk günkü genel izlenim ’meğer bunca tartışma boşunaymış’ oldu.’
’Allahım aklımıza fikrimize mukayyet ol!’ desem yersiz mi kaçar acaba?
Durun daha bitmedi...
Baş sayfada şu ’haberi’ de okuyoruz: ’Tuğluk’un 3 bin liralık çantası’ / ’KCK davasında bağımsız milletvekili Tuğluk’un 3 bin liralık Louis Vuitton marka çantası dikkat çekti. Firma yetkilileri çantanın Türkiye’de satılmadığını belirtti."
Gazete ’haberciliğin’ şahını yaparak Tuğluk’un kolundaki çantanın ’Türkiye’de satılmadığını’ bizzat ’firma yetkilileri’nden öğrenmiş bulunuyor!
Dümen’i fark etmişsinizdir muhakkak...
Kürşat BUMİN / YENİ ŞAFAK