02 Kas 2012 09:00
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:19
''KEŞKE YAZILARIN SESİ OLSA O ZAMAN BEN DE BU YAZIYLA BAĞIRMAK İSTERİM''
Ahmet Altan, cezaevlerinde devam eden ölüm oruçlarına dikkat çekmek için çarpıcı bir yazıya imza attı..
Ölüyorlar
Karanlık bir kapı ölüm.
O kapıyı geçtikten sonra geriye dönülmüyor.
Ve, o kapıya yaklaştılar.
Bir adım sonra, onları sevenler, anneleri, babaları, kardeşleri, sevgilileri bir daha onların yüzünü göremeyecek, bir daha onların yüzlerine dokunamayacak, seslerini, gülüşlerini, şakalaşmalarını duyamayacak.
Onların evlerinde bir daha onların sevdikleri yemekler pişmeyecek.
Annelerinin yüzünde bir daha asla silinmeyecek bir kederin gölgesi kalacak.
Babaları gizlice ağlayacak onların.
Sevgilileri, eşleri, nişanlıları, ömür boyu bir yası, alınlarına bağladıkları kara bir yazma gibi taşıyacaklar ruhlarında.
Kürt çocukları, doğduklarında annelerinden duydukları ilk kelimelerin ait olduğu dili yaşatmak için ölüme yürüyor.
Yalın bir istek onların ki...
Berrak, açık, temiz ve haklı bir istek.
Annelerinin dilini istiyorlar.
Annelerinin konuştuğu dili istiyorlar.
Annelerinin onları daha ufacık bir bebekken kucağına alıp okşadığında okuduğu ninninin dilini istiyorlar.
Bir halkın dilini yasaklamak, ona “sen çocuğuna bu dilde ninni söyleyebilirsin ama çocuğunu o dilde eğitemezsin” demek nasıl korkunç bir zorbalık, nasıl bir insafsızlık.
Bir dili yok saymak, bir halkı yok saymaktır.
“Biz varız” demek için ölüyorlar.
“Biz varız, biz buradayız, biz insanız, herkesin sahip olduğu haklar bizim de hakkımız.”
Bir halkın dilinde yapılacak eğitim hakkını, bir başka halkın verecek olması bile yeterince aşağılayıcı, öfkelendirici, isyan ettirici değil mi?
“Neden biz Kürtlerin hakkını vermiyoruz” demiyorum.
“Neden biz o hakkı verme yetkisine sahibiz” diye soruyorum.
Ben doğduğumda kulağıma fısıldanan ilk sesin konuştuğu dilde okudum bütün kitaplarımı, neden Kürt çocukları benim sahip olduğum hakka sahip değil?
Neden Kürtçe okuyamıyorlar?
Okulda onlara verdikleri kitapları annelerine okuduklarında, anneleri o kitapta yazılanları anlayamayacak.
Çocuğu kitapla ilgili bir soru sorsa cevaplayamayacak.
Issız bir mezra düşünün, karlı yollardan üşümüş bir hâlde odun ateşi kokan evine dönen küçük bir çocuk düşünün, o çocuğun annesinin o kitapları karıştırdığını, anlamadığını düşünün, annenin yüzünden bir anlığına da olsa geçen o mahcubiyeti düşünün.
O çocukla annesi arasına diktiğiniz o duvarı düşünün.
Kimin hakkı var buna?
Kimin hakkı olabilir?
Kim bir halkın diline karışabilir?
Kim bir halkın dili hakkında karar verebilir?
O çocuklar, anneleriyle konuştukları dili okullarda konuştuklarında dayak yiyerek büyüdüler, şimdi çocukluklarında yaşadıklarını başka çocuklar yaşamasın diye ölüme gidiyorlar.
Hapishaneleri ziyaret eden CHP heyeti, “bir adım sonrası ölüm” diyor.
Ölüm.
Karanlık bir sonsuzluk.
O kapıdan geçtiğinde dönüşü yok, büyük bir kayboluşa karışıyorsun.
Işığı görmüyorsun bir daha, sevdiklerini görmüyorsun, sevdiklerin seni görmüyor.
Ölüme yaklaştılar.
Kan sızıyor bedenlerinden, kasları eriyor, eriyerek ölüyorlar.
Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün “dağdakiler” için söylediğini bu çocuklar için de söyleyebiliriz, “bu ölümlere üzülmeyenler, bu ölümlere ağlamayanlar insan değildir”, ancak kendi dili için dövüşmeyecek olanlar bu insanların isteklerini anlamaz.
Elimde olsa bütün Türklere, bütün ırkdaşlarıma tek tek sormak isterim, “siz kendi diliniz için dövüşmeyecek kadar korkak, siz kendi diliniz için dövüşmeyecek kadar onursuz musunuz?”
Öyle değilseniz, nasıl oluyor da bir başkasının kendi dili için hayatını ortaya koyarak mücadele etmesine böyle bigâne kalıyorsunuz?
Neden bu kadar sessizsiniz?
Bu çocuklar ölüyor orada, loş hücrelerde ölüyorlar.
Onları kurtarmak hepimizin görevi değil mi?
Sadece basit bir cümle yeter onları kurtarmaya, “anadilde eğitim hakkınızdır”, bu kadar, üç kelime, bu üç kelimeyi söylememek için öldürecek miyiz insanları?
İktidar bunu söylemiyor.
Aklını ve vicdanını kaybetmiş, insanlardan çoktan kopmuş.
Biz söyleyebiliriz, yüreği yetiyorsa CHP söyler, onun yüreği yetmiyorsa bütün sivil toplum kuruluşları, bütün sendikalar, bütün solcular, demokratlar, dindarlar, vicdanlı muhafazakârlar söyler.
“Durun” diyebiliriz, “anadilde eğitim hakkınızdır”.
“Ölmeyin” diyebiliriz, “tamam duyduk, anladık, biz de sizin anadiliniz için mücadeleye katıldık, ölmek için acele etmeyin” diyebiliriz.
Neden demeyelim?
Keşke yazıların sesi olsa, keşke yazılar da bağırabilse, o zaman ben de bu yazıyla bağırmak isterim.
“Anadilde eğitim Kürtlerin hakkıdır.”
Öcalan’a bir türlü gönderilmeyen o “kosteri” beklerken azalan dakikaları durdurabilmek için biz müdahale edebiliriz.
Hep beraber biz bağırabiliriz.
Ölümle hayat arasında bizim de bir sözümüz var, bizim de bir gücümüz var, bizim de hayattan yana durma hakkımız var, bizim de ölüme kayıp giden bu çocukların elini tutacak bir yüreğimiz var.
O çocukları kurtarmak için söyleyeceğimiz basit bir cümle, çok geç olmadan biz söyleyelim.
Biz bağıralım.
“Anadilde eğitim Kürtlerin hakkıdır.”
O çocukları kurtarmak için bu kadarcık bir lafı söylemez misiniz?
Ahmet ALTAN / TARAF
Karanlık bir kapı ölüm.
O kapıyı geçtikten sonra geriye dönülmüyor.
Ve, o kapıya yaklaştılar.
Bir adım sonra, onları sevenler, anneleri, babaları, kardeşleri, sevgilileri bir daha onların yüzünü göremeyecek, bir daha onların yüzlerine dokunamayacak, seslerini, gülüşlerini, şakalaşmalarını duyamayacak.
Onların evlerinde bir daha onların sevdikleri yemekler pişmeyecek.
Annelerinin yüzünde bir daha asla silinmeyecek bir kederin gölgesi kalacak.
Babaları gizlice ağlayacak onların.
Sevgilileri, eşleri, nişanlıları, ömür boyu bir yası, alınlarına bağladıkları kara bir yazma gibi taşıyacaklar ruhlarında.
Kürt çocukları, doğduklarında annelerinden duydukları ilk kelimelerin ait olduğu dili yaşatmak için ölüme yürüyor.
Yalın bir istek onların ki...
Berrak, açık, temiz ve haklı bir istek.
Annelerinin dilini istiyorlar.
Annelerinin konuştuğu dili istiyorlar.
Annelerinin onları daha ufacık bir bebekken kucağına alıp okşadığında okuduğu ninninin dilini istiyorlar.
Bir halkın dilini yasaklamak, ona “sen çocuğuna bu dilde ninni söyleyebilirsin ama çocuğunu o dilde eğitemezsin” demek nasıl korkunç bir zorbalık, nasıl bir insafsızlık.
Bir dili yok saymak, bir halkı yok saymaktır.
“Biz varız” demek için ölüyorlar.
“Biz varız, biz buradayız, biz insanız, herkesin sahip olduğu haklar bizim de hakkımız.”
Bir halkın dilinde yapılacak eğitim hakkını, bir başka halkın verecek olması bile yeterince aşağılayıcı, öfkelendirici, isyan ettirici değil mi?
“Neden biz Kürtlerin hakkını vermiyoruz” demiyorum.
“Neden biz o hakkı verme yetkisine sahibiz” diye soruyorum.
Ben doğduğumda kulağıma fısıldanan ilk sesin konuştuğu dilde okudum bütün kitaplarımı, neden Kürt çocukları benim sahip olduğum hakka sahip değil?
Neden Kürtçe okuyamıyorlar?
Okulda onlara verdikleri kitapları annelerine okuduklarında, anneleri o kitapta yazılanları anlayamayacak.
Çocuğu kitapla ilgili bir soru sorsa cevaplayamayacak.
Issız bir mezra düşünün, karlı yollardan üşümüş bir hâlde odun ateşi kokan evine dönen küçük bir çocuk düşünün, o çocuğun annesinin o kitapları karıştırdığını, anlamadığını düşünün, annenin yüzünden bir anlığına da olsa geçen o mahcubiyeti düşünün.
O çocukla annesi arasına diktiğiniz o duvarı düşünün.
Kimin hakkı var buna?
Kimin hakkı olabilir?
Kim bir halkın diline karışabilir?
Kim bir halkın dili hakkında karar verebilir?
O çocuklar, anneleriyle konuştukları dili okullarda konuştuklarında dayak yiyerek büyüdüler, şimdi çocukluklarında yaşadıklarını başka çocuklar yaşamasın diye ölüme gidiyorlar.
Hapishaneleri ziyaret eden CHP heyeti, “bir adım sonrası ölüm” diyor.
Ölüm.
Karanlık bir sonsuzluk.
O kapıdan geçtiğinde dönüşü yok, büyük bir kayboluşa karışıyorsun.
Işığı görmüyorsun bir daha, sevdiklerini görmüyorsun, sevdiklerin seni görmüyor.
Ölüme yaklaştılar.
Kan sızıyor bedenlerinden, kasları eriyor, eriyerek ölüyorlar.
Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün “dağdakiler” için söylediğini bu çocuklar için de söyleyebiliriz, “bu ölümlere üzülmeyenler, bu ölümlere ağlamayanlar insan değildir”, ancak kendi dili için dövüşmeyecek olanlar bu insanların isteklerini anlamaz.
Elimde olsa bütün Türklere, bütün ırkdaşlarıma tek tek sormak isterim, “siz kendi diliniz için dövüşmeyecek kadar korkak, siz kendi diliniz için dövüşmeyecek kadar onursuz musunuz?”
Öyle değilseniz, nasıl oluyor da bir başkasının kendi dili için hayatını ortaya koyarak mücadele etmesine böyle bigâne kalıyorsunuz?
Neden bu kadar sessizsiniz?
Bu çocuklar ölüyor orada, loş hücrelerde ölüyorlar.
Onları kurtarmak hepimizin görevi değil mi?
Sadece basit bir cümle yeter onları kurtarmaya, “anadilde eğitim hakkınızdır”, bu kadar, üç kelime, bu üç kelimeyi söylememek için öldürecek miyiz insanları?
İktidar bunu söylemiyor.
Aklını ve vicdanını kaybetmiş, insanlardan çoktan kopmuş.
Biz söyleyebiliriz, yüreği yetiyorsa CHP söyler, onun yüreği yetmiyorsa bütün sivil toplum kuruluşları, bütün sendikalar, bütün solcular, demokratlar, dindarlar, vicdanlı muhafazakârlar söyler.
“Durun” diyebiliriz, “anadilde eğitim hakkınızdır”.
“Ölmeyin” diyebiliriz, “tamam duyduk, anladık, biz de sizin anadiliniz için mücadeleye katıldık, ölmek için acele etmeyin” diyebiliriz.
Neden demeyelim?
Keşke yazıların sesi olsa, keşke yazılar da bağırabilse, o zaman ben de bu yazıyla bağırmak isterim.
“Anadilde eğitim Kürtlerin hakkıdır.”
Öcalan’a bir türlü gönderilmeyen o “kosteri” beklerken azalan dakikaları durdurabilmek için biz müdahale edebiliriz.
Hep beraber biz bağırabiliriz.
Ölümle hayat arasında bizim de bir sözümüz var, bizim de bir gücümüz var, bizim de hayattan yana durma hakkımız var, bizim de ölüme kayıp giden bu çocukların elini tutacak bir yüreğimiz var.
O çocukları kurtarmak için söyleyeceğimiz basit bir cümle, çok geç olmadan biz söyleyelim.
Biz bağıralım.
“Anadilde eğitim Kürtlerin hakkıdır.”
O çocukları kurtarmak için bu kadarcık bir lafı söylemez misiniz?
Ahmet ALTAN / TARAF