İTİRAZ YOK, YOLA DEVAM! SIZDIRMAYI ''AÇILIMCILAR'' MI YAPTI?
MedyaRadar siyaset/medya analisti Atilla Akar sızdırılan MİT-PKK görüşmesi kasetine dair medya gözlemlerini ve kişisel analizini kaleme aldı.
Sızdırılan MİT-PKK görüşmesi bantları olayını ilk duyduğumda hiç şaşırmadım. (Ki, zaten böyle görüşmeler yapıldığını seziyorduk.) Dahası görüşmelerin hükümetin/başbakanın bilgisi dahilinde yapıldığını öğrendiğimde de hiç “tuhaf” karşılamadım. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde bir istihbarat servisi bu çaptaki görüşmeleri siyasi iradenin bilgi, onay, desteği olmadan –kendisi istese bile- tek başına yapamaz. Öyle ki sonuçta iş uygulama alanına döküldüğünde mutlaka siyasi irade tarafından “projelendirilmiş” ve “kararı verilmiş” olması gerekir. Aksi takdirde yapılsa bile uygulama şansı sınırlı kalır. O halde karar “siyasi sorumlu”nun yani hükümetindir. Zaten tersine inananı ya çok “saf” ya da “kasıtlı” sayarım!
Demek ki MİT/PKK müzakereleri de sonuçta “siyasi bir karar”dır ve o yönde “sonuç almak” için yapılmıştır. Dolayısıyla burada devlet/hükümet ikiliği aramak veya göstermek ancak “taktiksel bir söylem” olabilir ki bu saatten sonra o da geçersizleşmiştir. Artık kartlar daha “açık” oynanmak zorundadır. Normalde bir hükümeti/başbakanı zora sokması beklenen bu tarz bir “sızdırma” öyle anlaşılıyor ki tam tersi sonuçlar verecektir. Bu konuda daha “radikal” davranabilmenin son “ayakbağları”ndan da kurtulunmuştur. (Öyle ki “görüşmüyoruz” yahut “görüştüğümüzü ispatlamayan şerefsizdir” gibi lafların “ağır yükü”ne de gerek kalmamıştır.) İtiraz etmesi beklenen kesimlerden bile doğru düzgün bir “itiraz” olmadığına göre artık “açılımcılar”ın önü iyice “açık” demektir. Düne kadar “gizli” yürüyen ve bu anlamda “gayri meşru”lukla suçlanabilecek bu görüşmeler şimdi adeta “meşruiyet” kazanmıştır. PKK artık alenen “muhatap”tır. BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak’ın sözleriyle söylersek “devlet muhatabını bulmuştur”!..
“KİM” VE “NİÇİN” SIZDIRDI?
Bu gibi olaylar özleri gereği birer “istihbarat operasyonu”durlar ve onlara karmaşık “gölgeleme”, “puslandırma” faaliyetleri eşlik ederler. Bu anlamda yüzde yüz kesinlikle “kim” ve “niçin”i tam anlayamayız. Siz “dışarıdan” biri olarak ancak sürecin yansımalarını, “sonuçlardan sebeplere” metodunu izleyerek görebilir, bazı “emareler”in “kokusu”nu alır ve “tahayyül” edebilirsiniz. Önsezileriniz ve eldeki veriler sizi bir “nokta”ya götürür ve orada kilitler. (O anlamda elinizdeki bu yazıda bir “kesinlik” değil, “kanaat yazısı”dır. Her kanaat gibi “yanılma payı”nı kendi içinde taşır.) Nitekim basında ilk andaki garip “suskunluk” ve ardından gelişen pek manidar “sahiplenme” ve “savunma” bunun sanılanın aksine “dış” değil “iç” bir “operasyon” olabileceği yönündeki bakışları güçlendirmiştir.
Oysa ilk anda “Kim?” sorusuna verilen cevaplar hep başkalarını işaret ediyordu. Olağan şüpheliler MOSSAD, PKK, MI6, CİA, Oslo’daki “Arabulucu” kişi ya da kuruluş olabilirdi. Hatta hızını alamayan bir yazar “Ergenekon”u bile kastetti. (Doğrusu ilk anda bende buralarla yoğunlaştım. Ancak daha derinlemesine düşününce –diğer ihtimalleri sıfırlamasa da- bilinçli veya bilinçsiz bu tarz açıklamaların hem “kolay” ve “sığ” hem de “saptırma amaçlı” olabileceğine kanaat getirdim.) Hele de basında kimi isimlerin “bu sızdırma hayırlı olmuştur”, “barış sürecinin elini güçlendirdi” (Mahmut Övür) gibi beyanlarını okuyunca bende jeton düşüverdi. Yanı sıra gene bazı kalemlerin sızdırmanın “MİT içinden yapılmış olabileceği”ne dair yazıları hepten açıklayıcıydı. Nitekim Akif Beki “Olağan şüpheli MİT içinde aranmalı” diyerek kafalardaki soruyu açıkça telaffuz ediyordu. Ancak o bir “hain” arıyordu ve sebebi ise “Hakan Fidan’ın kurumun başına geçmesinden duyulan rahatsızlık”tı. Ben ise gene her zamanki gibi “şüpheci” tavrımı koruyarak “Ya hain yoksa?” yahut birileri bilerek bir “çakma hain imajı” yaratmak istiyorsa diye sordum. Ya da bu istenmiş, planlanmış ve belli riskler göze alınarak yapılmış “kurumsal” içerikte bir “hamle” ise? Öyle ya bu tip operasyonların mantığında “olmaz olmaz”dır her zaman!
Sanırım bu konuda yapılmış en isabetli yorum ise Emre Aköz’den gelmiş gibiydi. Hakkını teslim etmek gerek. (Böylelikle bende ilk defa bir konuda Aköz’e katılmış oldum!) Aköz, "En çok Hükümet’e yaradığına göre: Yoksa MİT’in işi mi?" diye sorarak basit mantıkla da olsa işin “özünü” yakalamış görünüyordu.
Zaten hemen beraberinde gelişen “MİT’i ya da Türkiye’yi utandıracak bir durum yok.” (Aslı Aydıntaşbaş), “Oslo görüşmesi yanlış değildir” (Can Dündar), “Toplum devletin bu görüşmelerini onayladı, bu yoldan devam edilmesi gerek” (M. Ali Birand), “Kim ne amaçla sızdırmış olursa olsun, bu olay ‘demokratik çözüm’ yönünde değerlendirilebilir.” (Nuray Mert), “Vatandaşının hayatını önemseyen bir devletin bunları yapması değil, yapmaması abestir...” (Reha Muhtar), “Bir beyaz sayfa açıp, olaya o beyazlık üzerinden bakıyorum” (Ertuğrul Özkök), vb gibi yaklaşımlar bu konudaki yeni “kamuoyu trendi”nin ilk işaretleriydi. “Devlet teröristle masaya oturmaz” kanaati “oturur”a doğru hızla yol alıyordu. Artık “oturanlar” değil, “oturmayanlar” bir tür “hain” ilan edileceklerdi herhalde!
Hemen ardından olay resmi düzeyde ve en üst katlarda da sahiplenildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “İstihbarat teşkilatımızın, Türkiye’nin en önemli meselesi olan böyle bir konuyla uğraşıyor olması, bunun içinde olmasından daha tabii bir şey olamaz” diyerek çalışmalara aktif destek verdiğini hissettirdi. Onu Davutoğlu’nun “Eğer terör bitecekse MİT PKK ile görüşür.” şeklindeki beyanı izledi. Başbakan Erdoğan’ın Hakan Fidan’ı sahiplenen "Ama hatası da olsa Hakan Bey’i böyle nedenlerle harcamayız.” tarzındaki demecini ise zaten biliyoruz. (Bu arada “hatası” neymiş onu söylemedi?) Bütün bunlar artık “Açılım” politikasında yeni bir aşamada olduğumuzu ve “sızdırma”nın bir “atlama taşı” gibi kullanılacağını göstermektedir.
“TEK YOL AÇILIM!”
Peki o zaman böylesi bir “sızdırma”ya niçin “ihtiyaç” duyulmuştur? Birincisi; Şahsi kanaatime göre kimilerine göre “iyi yürütülemeyen” açılım süreci tıkanmıştır. (Nitekim sızdırılan kasette özellikle “Habur Olayı” ve ardından gelişenlere dair MİT’çilerin PKK’lılara “sitem”inin hatırlatılması biraz da bu amaçla olsa gerek!) Yaratılmış rüzgâr yelkenleri şişirmeye yetmemiş hatta tersine esmesine yol açmıştır. Şimdi yaratılmak istenen “İkinci Açılım Süreci” ile bu politikanın aslında bir “devlet politikası” olduğu dosta-düşmana hatırlatılmıştır. Bu “sızdırma” olayından sonra artık “şehitler”den ya da “ihanet”ten söz edenler alaya alınacak ve –şu ya da bu yolla- etkisizleştirileceklerdir. Yani sanılanın aksine bu kasetle hedeflenen amaç “görüşmelerin önünü kesmek” değil, tersine format atılmış bir şekilde “yeni görüşmelere” kapıyı aralamaktır.
“DE FACTO” DURUMLAR…
İkincisi gene tahminime göre bu olayda son zamanlarda “Açılım” çizgisinden “sapma” eğilimi gösteren Erdoğan’ın “zarar görmesi”nden çok “ayar atılması” amaçlanmıştır. (Öncesi de vardır. Bu konuda Medyaradar arşivindeki 06.09.2011 tarihli Hasan Cemal’le ilgili yazıma bakabilirsiniz.) Özellikle son dönemde Erdoğan’da görülen “Açılım isteksizliği” ve “şiddet yoluyla çözüm arayışları”na fren konulmak istenmiştir. (Hatta tamamıyla şu an aklıma gelen bir soruyu da sizinle paylaşayım; Acaba kısa süre önceki “Metiner Kaseti” olayı da bu hesaplarla ilgili olabilir mi? Acaba başbakanı bu konuda “kötü” ve “ters” etkilemesi mümkün bazı isimlerin bu tip yollarla “tasfiyesi”ne karar verilmiş olabilir mi? Dedim ya bu tamamıyla bir soru, yanlış da seziyor olabilirim!) Bu “sızdırma” ile eski “yükümlülükler” mi hatırlatılmak istenmiştir? Bir tür “reset” mi atılmıştır? Olabilir! Artık –başbakan dahil- kimse bu “sorumluluk”tan kaçamaz. Bu anlamda “açılımcılar”ın eli güçlenmiştir…
İTİRAZ YOK, YOLA DEVAM!
Öyle veya böyle önümüzdeki süreçte “Açılım politikası” daha radikal ve daha çekincesiz yürütüleceğe benziyor. Ama susarak ama onaylayarak bu konuda “medya desteği” de sağlanmış görünüyor. Muhalefette de bazı “formalite” çıkışlar dışında “sahici” bir itiraz yok gibi. Ordu zaten geriletilmiş. Geriye bir “toplum” kalıyor ki o da zaten “sözcü”sünü bulamazsa her zaman seyirci kalır. Ayrıca bu noktada iyice bezmiş/bezdirilmiş görünüyor. Yönlendirmelerde fazlasıdır…
“Sızdırılma” olayı ile birlikte bu konudaki son ayak bağları da sökülüp atılmış, “Açılım” için yeni bir “zemin” yaratılmış bulunmuşa benziyor. Artık açılım “dolaylı” değil “direkt”, “gayri resmi” değil “yarı-resmi” bir mahiyet kazanacaktır. Sırttaki “kambur” atılmıştır. Öyle görünüyor ki -garip bir şekilde- bu yolun greyderi de bizzat sızdırılmış görüşmeler oluyor. Ben “tersine sonuçlu operasyon” diye buna derim herhalde!...
Not: Bu yazı yazıldıktan (Pazar akşamı yazıldı) sonra Pazartesi günü (Dün) Taraf Gazetesi’nde “kasetle oynandığı”na dair bir manşet yer aldı. Örneğin Hakan Fidan’ın birden fazla Öcalan’a “Sayın” demesi gibi. Olabilir. Ancak bu da kanaatimi fazla etkilemedi. Çünkü bu da birileri açısından “durumu tashih etme” çabası olabilirdi. O zaman gene birileri başbakanın bu konudaki “yalpalamalı siyaseti”ne fazla “angaje” bir imaj veren müsteşarına da “ayar atmak” istemiş olabilirler miydi acaba? Zaten hemen beraberinde gelen “revizyon” arayışları ile “açılımcılar”ın tam hakimiyetinin sağlanması mı amaçlıyordu? Buna “bir taşla iki kuş vurmak” denebilir miydi? Bilemiyorum, ben sadece “medya yansımaları” üzerinden anladığımı yazıyor ve “illâ ki doğrudur” demiyorum. Ucu açık sorulardır. Bundan sonrası benim gibi sadece “teorik düşünen” ve “sezilerine göre” hareket eden birini aşar. Çünkü istihbarat dünyasının zaten fazlasıyla karmaşık labirentleri her zaman göründüğünden daha karmaşıktır!
Atilla AKAR
[email protected]