İŞTE ORHAN MİROĞLU'NUN TARAF GAZETESİ'NDE SANSÜRLENEN O YAZISI...
Taraf yazarı Orhan Miroğlu köşe yazısının sansürlenmesi nedeniyle gazetesiyle yollarını ayırdığını A Haber'de açıklamıştı.
İşte önce gazeteye konmayarak sansürlenen, dün Taraf’ın internet
sitesine koyulup bugün yayından kaldırılan o yazı:
VUR KENDİNİ DAĞLARA!
VUR KENDİNİ MAXMUR’A!
Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice
koptu, derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar
tükenmiyor, nereye baksan sıra sıra tabutlar, ağıt yakan
kadınlar var.
Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor.
Kürtler ise suskunluk, endişe ve psikolojik harp arasında bir
araftalar.
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık.
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi
imkanlara değil, dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik
harbe güveniyorlar.
Bir yanda devlet, bir yanda PKK.
İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini
psikolojik harbe bağlamış görünüyor.
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından
uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı.
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir
mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli bir
bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi
gösterildi.
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de
sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş,
köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç
hareketi meydana gelmiş ve resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li
olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti.
Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’
tanımlandı.
Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde,
artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı.
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü
olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla
ortaya koyuyordu.
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde
HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da
olduğu beş büyük şehrin belediye başkanlığını kazanmıştı.
1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle
yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir.
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık
siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt
olmadığını anlamıştı.
Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve
açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve
hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi.
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere
terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp
metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi
kalmamıştı.
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük
bir değişim geçirdi.
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline
gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik
harbi esas alan bir yerde durmuyor.
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı.
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok
edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç
vermedi.
Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle
birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller
artık.
Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik
reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi
partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor.
Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu
hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke
barındıracak söylemlerden önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla
paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti.
O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9
kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan
Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını
ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı
değildi.
Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin
silahı bırakması halinde her şeyi konuşabileceklerini
açıklamıştı.
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle
BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu hükümet Sri-Lanka modelini esas
aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu propagandanın
kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey
olmadığı ortaya çıktı.
PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle
sarılmış bulunuyor.
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor.
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da,
maalesef BDP’li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık
hiçbir geçerliliği kalmamış, mağduriyet teorileriyle yaklaşan
ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans
gösterenler taşıyor.
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl
yorumlamak gerekir?
Perşembeye devam edelim.
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp
bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur!
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı
ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek.
Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım
silahların ve delillerin ortadan kaldırılması!
Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en
yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret
etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta artık
yazılması yılan hikayesine dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar.
Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır
var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa
girmek, geceyi orada geçirmek serbest. Diyarbakır CHP il
Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim
Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli.
Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş!
Not: ‘Kürt Aydınının Trajedisi’ yazılarının üçüncüsü ve sonuncusu
cumartesiye kaldı, merak edenlere duyurulur.
ORHAN MİROĞLU
***
BU DA MİROĞLU’NUN 3 BÖLÜM HALİNDE
PLANLADIĞI YAZININ 2. BÖLÜMÜ
DAĞA VE BAYRAĞA DAİR..
Borsada değeri giderek
artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha
bir değer kazanıyor.
Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de
askerler aynı bölgeye kocaman bayrakları götürüp dikiyor.
PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp
uyguluyor, ve BDP bu psikolojik harbin tam ortasında yer
alıyor.
Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir
partinin, umudunu ve geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik
harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt seçmenler olmak
üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır.
Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia
attı.
Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı
ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bir toprak parçasını,
devlet değil artık PKK kontrol ediyor.
Hem de 700 kişiyle..
Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin
realitelerden koptuğu bir durum söz konusudur
Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe uyanabilse..
Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim.
Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki,
Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu zeminin giderek demokrasi yönünde
güçlenecek olması hiçbir şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek ve PKK,
demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik
harp yöntemlerine dört elle sarılmaya devam edecek.
Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı
karşıyayız.
Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği
ve hakikate dönmeye başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar
başa sarıyor ve ‘kurtarılmış bölge’ hayalleriyle hem kendini hem
Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir
zeminde değil, sadece ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve
öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya çalışıyor.
Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı
cumhuriyetten bu yana sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu
halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’ maliyetini de
bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt
gençleri ve halkın kendisi ödüyor.
Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele
geçirmeden gelin onunla anlaşın’ demeye gelen çağrılar
yaptı.
Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu
ve ‘devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmının
devletin egemenliğinden çıktığını’ açıkladı.
Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan
etti.
Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker
gibi yaptı, ama yaptığı şey psikolojik harpten başka bir şey
değildi. Çünkü o da böyle bir durumun söz konusu olmadığını
biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına
söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi Başaran,
Radikal2 Eylül.)
Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu
açıklamadan psikolojik harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı
yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün.
PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya
üzerinden sürdürüyor.
Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin
öncülüğünde PKK’lilerle bir mizansen buluşma gerçekleşiyor.
Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya
çalışan bir PKK’ linin görüntüleri düşüyor..
Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’
vecizesini bembeyaz taşlarla veya kireçle yazdırır, Ertürk
Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe bile
bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük
sağlamaya çalışırdı.
Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran
bir devlet ve hükümet var.
Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor.
Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını anlamak zor
değil ve ben bunu anlayabilecek durumdayım.
Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu psikolojik harbe bir takım
haberlerle ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır.
Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ ikinci Kürt
devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’ manşetlerden sonra, Şemdinli
için atılan manşetler barışa ve yumuşamaya değil, PKK’nin
psikolojik harbine hizmet ediyor.
Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru
değildir.
Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe
inanmakla ve ona başvuranların haklı olduğunu kabul etmekle
başlar.
Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik
harbine yenik düştü.
Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız.
Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir
psikolojik harbe ikinci kez yenilmemelidir.
Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış
bir yazarın, Kürtlerin psikolojik harbini yazmak zorunda kalması
gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür.
Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında
akıp giden bir nehrin korunaklı tarafına doğru iyice geri çekilmesi
ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini iyice
koruması gerekecektir.
ORHAN MİROĞLU