İstanbul Baro Başkanı: Cumhuriyet gazetesine adalet borcumuz var
İstanbul Barosu Başkanı avukat Mehmet Durakoğlu, Silivri’de görülecek Cumhuriyet davası öncesinde açıklamalar yaptı.
İstanbul Barosu Başkanı avukat Mehmet Durakoğlu, Silivri’de
görülecek Cumhuriyet davası öncesinde, “Cumhuriyet olarak
Cumhuriyet gazetesine adalet borcumuz var. 9 Mart’ta bu borcun
ödenmesini çok istiyorum” diye konuştu. Davanın hukuki değil,
siyasal nitelikler barındırdığını söyleyen Durakoğlu, “Bu, özel
dönemin davası. Tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de yaşandığı gibi. Bu
davalar tarihe düşülen bir not” dedi.
Mehmet Durakoğlu, tutuklu avukatlara ilişkin olarak, İstanbul'da
çok ciddi tutuklamaların söz konusu olduğunu dile getirdi.
Duraloğlu, "Getirilen suçlamaların bir bölümünün mesleki anlamda
olduğuna tanık oluyoruz. İddianame hazırlanmadığı için tüm
suçlamaları göremiyoruz" ifadesini kullandı. "Biz hancıyız, siyasal
iktidarlar yolcu" diyen Durakoğlu, "Kapımıza kilit vurdular,
başkanlarımızı içeri attılar ve öldürdüler, yönetimlerimizi darbe
döneminde devirdiler. Hep kaldık. Çünkü biz hukuk kurumuyuz. Hukuk
içinde kalmaktan başka bir isteğimiz yok" dedi.
Mehmet Durakoğlu'nun Cumhuriyet'te yer alan söyleşisi
şöyle:
- Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Barolar Birliği’nin
(TBB) isimlerindeki “Türk” ve “Türkiye” sözcüklerinin
kaldırılacağına yönelik açıklamalardan yola çıkarak mesleğinize
yönelen saldırıyı değerlendirebilir misiniz?
Siyasal iktidarın yargıya yönelik ciddi bir düzenleme yaptığına
tanık oluyorum. Öbür düzenleme hâkim ve savcı boyutunda 2010’da
yasal temeline kavuşturulmuştu. Buradaki engel avukatlardı. Çünkü
avukatlar bu projenin karşısındaydı. Avukatlığın itiraz mesleği
olduğunu, yeri geldiğinde kamuyu çimdikleyebileceğini bir türlü
kabul edemiyorlardı. Nitekim özellikle OHAL sürecinde KHK’lerle
getirilen algının çok önemli ölçüde avukatı hedef aldığına tanık
olduk. Hem yargılama hem soruşturma aşamasında avukatın görevini
yapmasını engelleyebilecek ne varsa bütün bunlar KHK ile getirildi.
Biz boyun eğebilecek, biat edebilecek bir kültürden gelmiyoruz. 12
Eylül’de İstanbul Barosu’nun kapısına mühür bile vuruldu. Bunun bir
sonucu olmadı. Bugün İstanbul Barosu hâlâ varlığını devam
ettiriyor. Biz sıkıyönetim mahkemelerinden, Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nden, Özel Yetkili Mahkemelerden geçtik. Şimdi
OHAL’lerden geçmeye devam ediyoruz. Bu özel dönemlerde İstanbul
Barosu’nun tarihine yazılmış şanlı öyküler vardır. Bu öyküler
demokrasinin yaşatılmasına ilişkin mücadelenin öyküleridir.
"Bütün mücadelelerin içinde olduk"
Montesquieu’dan bu yana siyasal iktidarlar hiçbir zaman kendilerini
hukukla sınırlamak istemezler. Hukuk devleti olmazsa, iktidarlar
kendini hukukla sınırlandırmazsa onun adaletsiz bir toplum düzeni
olacağını biliriz ve yıllardır bunu anlatırız. Bu ülkenin hukuk
devleti olması, yargının tarafsız ve bağımsız olması, hukukun
üstünlüğünün gerçekten sağlanması uğruna verilmesi gereken hangi
mücadele varsa o mücadelelerin içinde olduk, olmaya da devam
edeceğiz. Bu bizim varlık nedenimiz. Şimdi de Demokles’in kılıcını
kafamızda tutmaya çalışıyorlar. Hiç yukarı bakmayız. Öyle bir
dönemimiz olmadı.
- TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, 24 Şubat’ta düzenlenen
Olağanüstü Genel Kurul’da yaptığı konuşmada mesleğinize yönelik
baskıyı dile getirmediği için tepki aldı. Bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Feyzioğlu’nun konuşmasının TBB’den “Türkiye” sözcüğünün
kaldırılmasına yönelik tepkinin haksızlığını ifade eden bir çerçeve
içerisinde değerlendirildiğini düşünüyorum. Bu haksızlığı
anlatırken kendisinin de TBB’nin de şimdiye kadar hangi konumda
bulunduğunu söyleme ihtiyacını hissetti. O nedenle konuşma önemli
ölçüde oraya kaydı. Mesleğimize ilişkin değerlendirme de yaptı.
Sürecin başlaması ile birlikte bizim toplantı yapacağımız zamana
kadar geçen süre içinde Feyzioğlu tarafından hem Adalet Bakanı
Abdulhamit Gül, hem de Başbakan Binali Yıldırım ile bir diyalog
süreci başladı. TBB bu sorunun çözümünün bu diyalog sürecinde
olduğuna inandığı için de böyle bir tavır koydu. Bunun karşılığı
teşekkür etmek miydi değil miydi ondan emin değilim. Bizim
konumumuzla TBB’nin konumu çok farklı. Aramızdaki farklılığı da
anlayışla karşılamak gerekiyor.
- Tutuklu avukatlar konusundaki değerlendirmeniz
nedir?
Özellikle İstanbul’da çok ciddi tutuklamalar söz konusu. Halkın
Hukuk Bürosu’ndan 16 meslektaşımız 7 ilde 8 ayrı cezaevindeler.
Böyle bir tecrit mekanizması çalıştırılıyor. Getirilen suçlamaların
bir bölümünün mesleki anlamda olduğuna tanık oluyoruz. İddianame
hazırlanmadığı için tüm suçlamaları göremiyoruz. FETÖ’den
tutuklanan avukatların çok büyük bir bölümüne yöneltilen
suçlamaların gerçekten de avukatlık mesleğinden değil, özel olarak
FETÖ bağlantıları olduğunu gördük. “Avukatlara dokunulmaz” diye
genel bir kural ifade etmek istemiyorum. Ama bir hukuk devleti
oluşturamamış olmamız nedeniyle anlaşılamayan bir şeydir bu.
Avukata getirilen “ayrıcalıklar” aslında avukata verilmiş
ayrıcalıklar değildir. Halkın hak arama özgürlüğüne tanınmış
haklardır. Savunma hakkı kavramı kendi içinde pek çok bileşeni
barındırır. O bileşenler de bizim savunduğumuz kişiye ilişkin
değerlerdir. Sır saklama yükümlülüğünden tutun da yaptığımız
görüşmelerde bildiklerimizin açıklanmasına kadar bu süreçlerin
tamamı hak arama hürriyetine yöneliktir. Eğer bir avukata
dokunuyorsanız “savunma hakkına dokunuyorsunuz” demektir.
Biz hancı, iktidarlar yolcu
Biz hancıyız, siyasal iktidarlar yolcu. Bunu İstanbul Barosu’nun
bütün dönemlerini kapsayacak şekilde söylüyorum. Kapımıza kilit
vurdular, başkanlarımızı içeri attılar ve öldürdüler,
yönetimlerimizi darbe döneminde devirdiler. Hep kaldık. Çünkü biz
hukuk kurumuyuz. Hukuk içinde kalmaktan başka bir isteğimiz yok.
Avukatlar sesteki nefestir. Biz biliriz ki bizim sesimiz kesilirse
o yurttaşların nefesinin kesildiği yerdir.
- Baroya üye olma şartının kaldırılarak, avukatların
istedikleri kuruluşlara üye olmasını öngören olası düzenlemelerle
ilgili düşünceleriniz neler? Hayata geçerse ne olur?
Bu son derece yanlış bir şey. Bizi susturmaya yönelik bir şey.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Devlet Denetleme Kurumu
tarafından hazırlanmış bir rapor vardı. Ne acı ki o raporu
hazırlayanlar FETÖ soruşturmaları sırasında görevlerinden
alındılar. Memur bile değiller şimdi. Bu bir FETÖ projesi aslında.
Siyasal iktidarın baroları istediği gibi örgütleyememiş olmasından
duyduğu rahatsızlık sanki demokratik bir talepmiş gibi baroların
bölünmesi suretiyle herkesin kendi barosunu kurabileceği bir düzene
doğru yönlendirilmeye çalışılıyor. Baroları bölerseniz şiddete
uğrayan kadın çoğalır, kadın cinayetleri artar, çocuk istismarı
konusunda mücadele edecek kimseyi bulamazsınız, çevre katliamlarına
müdahale edebilecek gücü bulamazsınız. En önemlisi bu ülkedeki hak
ihlallerine kim karşı çıkacak? Baroların tarihi bu temelde
örgütlenmiştir.
- Altanlar ve Nazlı Ilıcak’a ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezası verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taraf gazetesi o dönem her türlü haksız uygulamanın operatörü
konumundaydı. Yaptıklarına klasik anlamda bir basın özgürlüğü diye
bakabilmek konusunda kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım iyi
niyetle bakamıyorum. Bu yüzden Ahmet Altan’ı başka türlü
değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Mehmet Altan ve Nazlı
Ilıcak konusunda kendimi görüşleri açısından ortak hissetmiyor
olmama rağmen böyle bir cezayla karşılaşmış olmalarını anlamıyorum.
Bu kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) döneceğini
düşünüyorum. Bu karara uyulmasının şart olduğunu düşünüyorum. Aksi
hukuk cinayeti olur.
- Son olarak 9 Mart’taki Cumhuriyet davasına değinmek
istiyorum. Akın Atalay, Murat Sabuncu ve Ahmet Şık, 6. duruşmada
hâlâ tutuklular. Neler diyeceksiniz?
Bu davanın daha ilk duruşmada çöktüğüne inandım. Yürütülen dava
içeriği itibarıyla hukuki nitelik taşımanın ötesinde siyasal
nitelikler barındırır halde. Bu özel dönemin davası bu. Tıpkı 12
Mart’ta, 12 Eylül’de yaşandığı gibi. Siyasal özü hukuk özünü aşan
davalar bunlar. Bu davalar benim açımdan tarihe düşülen not gibi.
Bu davalar hukuk tarihine ayrı, siyasal tarihe ayrı yazılacak. Dava
başından çökmüştü çünkü gazetenin yayın politikası üzerine çok
fazla değerlendirme yapıldı. 35 yıllık hukukçuyum, bir gazetenin
yayın politikasının yargılama konusu olduğuna ilk kez tanık
oluyorum. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bir gazetenin yayın
politikası okurları ilgilendirir. Bir suçlama da getirilmiyor.
“Yayın politikasını değiştirdim de ne yaptım” sorusunun cevabını
savcı ortaya koymuyor. Siyasal konjonktürün hukuka egemen olduğu
dönemlerde dönüşüm süreçlerine de tanık oluyoruz. 9 Mart’ın böyle
bir değişime neden olmasını arzuluyorum. Bunun sadece Cumhuriyet
davası açısından değil, Türkiye’deki başka davaları da
etkileyebileceğini düşünüyorum. Cumhuriyet olarak Cumhuriyet
gazetesine adalet borcumuz var. 9 Mart’ta bu borcun ödenmesini çok
istiyorum. Başlamasını arzu ettiğim bu sürecin hukuk devleti
açısından çok önemli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum.
Silivri’ye bu umutla gideceğim.