20 Eyl 2013 10:51 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 15:39

İNTİKAM PEŞİNDEKİ POLİSLER SOKAKLARDA!

Sinemalarda bu hafta hangi filmler var ve daha da önemlisi siz hangisine gitmelisiniz? Murat Tolga Şen'in Cineradar köşesini okumadan bilet almayın!

Psikoloji eğitimi almış cinayet masası dedektifi Dr. Alex Cross, Detroit Polis Departmanı’nda çalışan ve kariyeri boyunca birçok tuhaf vakayla karşılaşıp bunları ustalıkla çözen bir memurdur. Ancak karşısına çıkan son vaka oldukça zorludur. Kurbanlarını vahşi şekillerde öldürüp her seferinde arkasında bir Picasso tablosu bırakan bu seri katil, Picasso adını verirler. Bu kovalamaca bir kedi fare oyununa dönüşür ve Alex Cross bir yerde büyük bir hata yapar. Bu hata ise psikopat katilin Alex Cross ve ailesini hedef almasına neden olur. Hayatının pişmanlığını yaşayan Cross için işler kişisel bir boyut kazanmış olur ve kendi ahlaki ve psikolojik sınırlarını sınayacağı bir sınava dönüşür.

Başrollerini Tyler Perry ve Matthew Fox’un paylaştığı aksiyon ve gerilim dolu filmin yönetmen koltuğunda Rob Cohen bulunuyor.

Murat Tolga’nın kritiği: Alex Cross hem zekası hem de kaslarıyla en imkansız davaları çözen siyahi bir polis, bir tür modern zaman Sherlock Holmes’u... Kurallara sıkı sıkıya bağlı tam bir aile babası ve tüm bunları topladığınızda elimize Cehennem Silahı (Lethal Weapon)’nın Roger Murtough’unun bir replikası çıkıyor. Taklit anlaşılmasın diye de birbirine aşık iki yardımcısı var. Üçlü takım bu tür polisiye aksiyonlarda çok alışık olmadığımız bir şey ancak bu sadece dramayı güçlendirmek için atılmış bir yem. Gelişme bölümünde Alex Cross ve ortağı tam bir Cehennem Silahı ekibine dönüşüyor ancak 80’ler eğlenceli polisiyenin altın çağıydı ve sanırım söylenecek her şey söylendi bu konuda...

Film, hakkında uzun uzadıya yazılacak bir öneme sahip değil. Kahramanlar taklit ve zayıf olunca hikaye kötü adamı öne çıkarmaya çalışıyor. Matthew Fox’un canlandırdığı Picasso, psikopat ruh halinde takılan bir kiralık katil, aktörün bu rol için sıkı hazırlandığı da ortada ancak zayıf hikaye ona karakteri için fazla bir alan açamıyor. Nihayetinde o da bir replikaya dönüşüyor; Çakal (The Jackal)’daki Bruce Willis diye yazsam anlarsınız. Uzun menzilli tüfekle suikast sekansında "yok artık" diyecek kadar aşırı bir esinlenme söz konusu.

Senaryo Cehennem Silahı’dan çalıp çırpmaya bir ara öyle dadanıyor ki, dramaya katkı olsun diye kahramanlar büyük kayıplar yaşıyor. Eskilerden bir seyirciyseniz, Cehennem Silahı 2 (Lethal Weapon 2)’de Martin Riggs’in sevgilisinin öldürüldüğü sekansı hatırlayın.

Yine de siz eleştirmene takılmayın, Alex Cross çok da sıkıcı bir film değil ancak sıkı bir tür takipçisinin her anında başka filmlerle benzeşmeler yakalayacağı, gişe garantili formüllere fazlaca sırtını dayamış bir yapım... Yeni nesil sinema takipçileri, ellerinde mısırlar, keyifle izleyebilirler ama şu da biline; Alex Cross, TV kanallarının kilo hesabı alıp geceyarısından sonra gösterdiği polisiyelerin biraz daha eli yüzü düzgün uygulanmış hali.

Film, Lost dizisinin yakışıklı doktoru Jack Shepperd’ı farklı bir rolde izlemek isteyenler için iyi bir fırsat. Ortalama bir "kötü adam" performansı olsa da aktörün geçirdiği fiziksel değişim inanılmaz. Bunun dışında hep izlediğimiz "kendini zeki zanneden" Amerikan Polisiyelerinden ötesi değil Alex Cross, seviyorsanız gidin izleyin bence ancak beklentinizi düşük tutmakta fayda var.



MENEKŞE’DEN ÖNCE

Hüsne Kaya, iki çocuğunu 2 Temmuz 1993’te meydana gelen Sivas Katliamı’nda kaybeder ve bu acı kayıplardan sonra Menekşe adını verdikleri bir kızları dünyaya gelir. O gün Sivas’ta yaşananlar ailenin hafızasından asla silinmemekte ve Menekşe o acı güne dair anlatılanlarla büyümektedir. Menekşe büyür ve artık hiç göremediği ağabeyini ve ablasını tanımak istediğine karar verir. O gün orada yaşananların peşine düşen Menekşe, yazar Lütfiye Aydın’ın kitabını okuyarak başladığı bu yolculuğu, o gün Madımak Oteli’nde bulunanları ve yakınlarını bir araya getirip, yaşanan acıları birincil ağızlardan duymamızı sağlıyor. Soner Yalçın’ın yönetmenliğini yaptığı Menekşe’nin arayış öyküsü, o gün Madımak Oteli’nde yaşananların gerçek görüntülerine de yer veriyor.

Murat Tolga’nın notu: Geçen yıl, Altın Portakal Film festivalinde gösterilen Soner Yalçın belgeseli "Menekşe’den Önce" yoğun bir izleyici katılımıyla gözyaşları içinde izlemiştik.

AKM’nin en küçük salonunda yapılan gösterime yoğun seyirci ilgisi yaşanmış ve oturacak yer kalmamıştı. Ancak izleyiciler dönmek yerine merdivenlerde ya da ayakta oturarak filmi izledi. 70 dakikalık gösterimde salondan yükselen gözyaşları ve hıçkırıklar yaşanan acının hiç dinmediğini işaretliyordu.

Olayın birinci elden tanıklarının anlatımları ve aktüel görüntüler eşliğinde akan "Menekşe’den Önce"nin gösteriminin hemen ardından yapılan seyirci söyleşisine ktılan Metin Altıok’un kızı Zeynep Altınok çarpıcı açıklamalar yapmıştı.

"Öldürmesi bol bir ülkeyiz, şimdi öldürmüyorlar belki ama hapse atarak, susturarak düşünceleri öldürüyorlar."

"19 yıldır devam eden zorlu bir yolculuk Madımak’ın dava süreci... Soner Yalçın’ın gözünden yansıyan bu filmin farkı şu: hiç bir şey bu kadar yalın paylaşılmamıştır. Bazı sorular sorulamaz, bazı acılar paylaşılamaz ama çok yakın bir tanığı olan ben bile bu belgeselde daha önce görmediğim, bilmediğim acıları gördüm, anladım. İnsanlar acılara değer, gerçeklerle yüzleşirse bu acımızı teskin edebiliriz. Biz öfke duymuyoruz sadece adalet istiyoruz."

"Bu çalışma başladıktan ve çekimler bitip montaj devam ederken Soner Yalçın tutuklandı ve film yarım kaldı. Bütün olanaksızlıklara rağmen avukatları aracılığıyla ilettiği bilgilerin ışığında filmi tamamladık. Soner de filmin ne pahasına olursa olsun tamamlanmasını istedi. Biz de elimizden geldiğince onun kafasındakileri anlamaya çalışarak filmi tamamladık. Şu anda o da çok heyecanlı, ve filmin etkisinden sizin yorumlarınız sayesinde haberi olacak."

O söyleşi de not aldığım sözlerden biri de şu idi; Filmi vizyona sokmayı çok istiyoruz. Bu acılara duyarsız kalmak mümkün değil, umarım filmi daha çok kişiye ulaştırabiliriz."

Menekşe’den Önce, nihayet bugün gösterime giriyor. İzleyin…



ZAFERE HÜCUM

1976 yılında gerçekleşen Alman Grand Prix yarışında Niki Lauda’nın kullandığı Ferrari ikinci round’un sonunda yaşadığı bir sorun nedeniyle yarış dışı kalır ve birincilik ezeli rakibi James Hunt’a gider. Bu kaza sonrasında Lauda yaralanır; aradan geçen altı haftanın ardından olağan hırsı ve öfkesiyle pistlere geri döner. İki yarışçı arasında italyan Grand Prix’i ile başlayan mücadele diğer yarışlarda katlanarak devam eder. Hedef dünya şampiyonluğudur...

Avusturyalı F1 yarışcısı Niki Lauda ve İngiliz rakibi James Hunt arasındaki dillere destan rekabeti konu alan film, Formula 1’in altın döneminde, 1970’lerde geçiyor.

A Beautiful Mind filminin Oscar ödüllü yönetmeni Ron Howard’ın yönettiği filmin başrollerini Daniel Brühl ve Chris Hemsworth paylaşıyor.



MERYEM

Anadolu’nun küçük bir kasabasında yaşayan ve güzelliği herkesin dilinde olan Meryem, kasabadan bir ailenin İstanbul’da yaşayan oğlulları Mustafa ile evlendirilir. Birkaç gün sonra İstanbul’a dönen Mustafa’nın ailesiyle yalnız kalan Meryem onlara hizmet etmeye başlar. Kayınpederi ölmüş babasının arkadaşı olan Meryem yalnız kaldığı bu evde umutsuzluğa kapılsa da annesi ona sabırlı olmasını söyler. Murat ise askere gitmeden önce Meryem’e aşık bir gençtir. Murat köye geri döndüğünde artık Meryen için bir tehdit oluşturuyordur. Durumu anlayan kayınpeder Meryemî İstanbul’a yollamaya karar verir. Yapılan hazırlıklardan sonra herkesi farklı bir son beklemektedir.

Atalay Taşdiken’in yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerini Zeynep Çamcı, İsmail Hacıoğlu ve Mustafa Uzunyılmaz paylaşıyor.



DIANA

1997’de şüpheli bir trafik kazası ile hayatını kaybeden Prenses Diana’yı beyazperdeye taşıyan film, Leydi Di ve onun Dodi Fayed’den önceki Pakistanlı sevgilisi kalp cerrahı Hasat Khan ile olan ilişkisine odaklanıyor. Kimilerine göre Dr. Hasnat Kahn, Leydi Diana’nın hayatının aşkıydı ve iki yıl süren bu ilişkiden sonra derin bir aşk acısı yaşamaya başladı. Bu süreçte Dodi Al-Fayed ile birlikte olmaya başlaması kimilerine göre Kahn’ı unutumadığı ve bu şekilde cezalandırdığı içindi. 1997 yılında şaibeli bir trafik kazası meydana geldi ve henüz 36 yaşında Leydi Diana, tüm bu sırları da yanına alarak hayata veda etti. Bu kaza sadece kraliyet ailesi için değil, tüm dünya için büyük bir şoktu.

Prenses Diana ve Hasnat Kahn’ın 1995-1997 yılları arasında yaşadıklarından yola çıkarak Prenses’in bu dönemini anlatan filmin yönetmenliğini Oliver Hirschbiegel üstlenirken başrolde Naomi Watts’ı seyrediyoruz.

VAMPİR KIZKARDEŞLER

12 yaşındaki vampir kız kardeşler Silvania ve Dakaria, evleri Transylvania’dan ayrılıp Almanya’nın bir kasabasına taşındıklarında büyük bir sorunla karşılaşırlar. Öncelikli sorunları insanların arasında yaşamayı öğrenecek olmalarıdır. Sadece geceyarısından sonra uçabilmekte ve süper güçlerini kullanamamaktadırlar. İnsanların arasında yaşamayı istemeyen Dakaria evlerine geri dönmeleri konusunda ısrar ederken, Silvania bu insancıl yaşama ayak uydurmaya çalışmayı tercih etmektedir. Okul yaşamları oldukça zorlu bir şekilde devam ederken, sürekli beklenmedik sorunlarlarla karşılaşmaktadırlar. Özellikle de komşularından birinin Dirk van Kombast isimli bir vampir avcısı olması işleri iyice zorlaştırır.

MURAT TOLGA ŞEN / [email protected]