22 Haz 2010 14:11 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:24

İLHAN SELÇUK İÇİN EN ZOR YAZI ONDAN GELDİ!

Bazı yazılar zordur, öyle derdi İlhan Abi de... Bu yazı da benim için gerçekten zor bir yazı...

Bazı yazılar zordur, öyle derdi İlhan Abi de... Bu yazı da benim için gerçekten zor bir yazı...
Eskiden böyle durumlarda, “Masaya oturdum, daktilo bana, ben daktiloya bakıyorum” denirdi.
Sonra daktilonun yerini bilgisayar aldı ama zor yazılar yine varlığını korudu.
İlhan Abi, ölümlerin arkasından yazı yazmanın bizim memlekete -ya da Doğu’ya- özgü güçlüğünden söz ederdi. Bu yazılardaki ‘alaturkalık’tan, ölçüsüzlükten, aşırı duygusallıktan yakınırdı.
Ölümün arkasından da gerçek neyse, ölen hakkında ne düşünülüyorsa, aynen öyle yazılmasını isterdi.
Ancak bunu kendisinin de her zaman beceremediğini söylerdi.
Ben becerebilecek miyim?..
İlhan Selçuk’u önce yazılarıyla tanıdım, 1960’ların başında. 27 Mayıs darbesinin ilk yılıydı. Mülkiye birinci sınıftaydım.
Sol radikalizmin kalesi olarak çıkan ve elimizden düşmeyen Yön dergisinde yazıyordu.
Sonra Cumhuriyet’in ikinci sayfasındaki Pencere köşesi siyasal yaşantıma girdi. Bir yanda Doğan Avcıoğlu, diğer yanda İlhan Selçuk-Çetin Altan ikilisiyle dünyayla Türkiye’yi yorumlamaya başlamıştım.
Ağır ağır tüm gerçeği tekelime aldığım -öyle sandığım- kibirli yıllara ayak atmıştım hayatta. Dünyayı değiştirmenin ne kadar kolay olduğunu zanneden, ayakları yerden kesik solcu ya da ‘devrimci’ydim artık.
Böyle bir dönemde, 1968’in sonlarında, yedeksubaylığım biterken de bizzat tanıştım İlhan Selçuk’la. Beni hemen Ankara’ya, Doğan Avcıoğlu’nun yanına gönderdi, “Doğan’ın senin gibi gençlere ihtiyacı var” diyerek.
Bu arada şu sözünü anımsıyorum:
“Yön dergisi ‘yön’ü belirlemek için çıkmıştı. Şimdi artık yön belli, o da devrim... O yüzden yeni yayının adı Devrim olacak.”
Sonra da eklemişti:
“Bak Hasan, bu işlere girmek kolay, çıkmak zordur. Kararını tam verdin mi?..”
İlhan Selçuk artık benim İlhan Abim olmuştu.

Ankara’ya, Doğan Bey’in yanına giderken havalarda, belki de bulutların üstünde uçuyordum.
Böylece devrim adına cuntacılık, darbecilik yıllarım başladı, Doğan Bey’lerle, İlhan Abi’lerle, İlhami Abi’lerle, Uğur Mumcu’larla, Cemal Reşit Eyüpoğlu’larıyla ve tabii Madanoğlu Paşa’larla...
Ama bu dönem ancak iki yıl sürdü.

1971’de 12 Mart Muhtırası ve Deniz Gezmiş’lerin idamıyla benim de ilk büyük, hatta korkunç hayal kırıklığına uğradığım zamanlar, İlhan Selçuk önce hapse, sonra da ‘derin devlet’in Ziverbey Köşkü adını taşıyan işkencehanesine düşmüştü.
Kafam soru işaretleriyle doluydu. İşsizdim, kaçaktım, hakkımda kesinleşen 44 aylık hapis cezasıyla da ortalıklarda fazla gözükmüyordum.
İlhan Abi hapislerden kurtuldu, yeniden Cumhuriyet’e başladı ve bir süre sonra beni de gazeteye aldırdı 1973’te.
Hep arkamda durdu. Çok şey öğrendim ondan. 1979’da Cumhuriyet’in Ankara temsilciliğine, 1981’de Cumhuriyet’in genel yayın yönetmenliğine açılan yollarda bana desteğini eksik etmedi.
Yaşamayı seven, esprisi olan, fena halde zeki, çok kurnaz, iradesi güçlü bir insandı. Birbirimizle hem özel hem çalışma hayatımızda çok şey paylaştık. Çok güzel yıllarımız oldu.
Sonra, çatışmaya başladık.
Görüş ayrılıklarımızın üstünü örtülü tuttuk önce, başkalarına belli etmemeye çalıştık. İkimiz de ‘Cumhuriyet vazosu’nun kırılmasını istemiyorduk çünkü. Bir ‘sentez’i devam ettirmenin, onca yıllık Cumhuriyet gazetesini yaşatmanın duygu ve düşünceleri ağır basıyordu.
Ama bir süre sonra açıktan çatışmaya başladık. Gazeteciliğe, tarihe, seçim sandığı ve demokrasiye, askeri yönetimlere, dünya ve Türkiye’nin hallerine bakışımız, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşüyle fena halde ayrıştı, açığa çıktı.

Siyah beyaz olduk.
Başyazarımız Nadir Nadi’nin ölümünden hemen sonra da 1991’in Kasım ayında Cumhuriyet vazosu ellerimizde kırıldı, yazık oldu.
Bir daha da görüşmedik İlhan Selçuk’la...
19 yıl geçti aradan.
İlhan Selçuk daha hayattayken, onunla ilgili tüm duygu ve düşüncelerimi herhangi bir sansür uygulamadan olduğu gibi yazdım. Ayrıca, bütün bu geçen yıllar içinde onun siyaset anlayışıyla mücadele ettim yazılarımla, kitaplarımla.
Ben, onun benim hakkımdaki duygu ve düşüncelerini biliyordum, o da benimkileri...
İlhan Selçuk’un siyasal bakış açısını hiç paylaşmıyordum ama o, bunun için bir ömür boyu inatla, sonuna kadar, hani derler ya ölene kadar mücadele etmesini bildi.
Telefon geldi dün öğle üzeri, “Başın sağ olsun, İlhan Selçuk öldü” diye...
Tuhaf oldum.
Elbette üzüldüm.
Onca yıldan bir sürü görüntü bir anda geçti gitti gözümün önünden.
Ve kimi güzel kimi tatsız, kimi sevinçli kimi hüzünlü anılar, dipsiz bir kuyu gibi kendi içine doğru çekmeye başladı beni.
Karmaşık, karmakarışık duygular işte, belki de insan hikayesinin özü bir yerde...
Cumhuriyet çalışanlarının ve onu sevenlerin başı sağ olsun.
Nadir Nadi sonrasında olduğu gibi, İlhan Selçuk sonrasında da Cumhuriyet’in varlığını devam ettirmesini diliyorum.