05 Şub 2012 11:03
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:18
İKTİDARA SAHİP OLMAK İÇİN ŞEHVETLE ÇILDIRANLAR VARMIŞ, YAZIN; BUYRUN SİZİN OLSUN!
Habertürk'ten kovulan Ece Temelkuran başta neden işsiz kaldığı olmak üzere neden bu kadar 'taşlandığına' dair birçok konuyu anlattı.
İnsan hakları savunuculuğu, ezilenler, kayıplar gibi konularda yazmak denince adı ilk akla gelenlerden Ece Temelkuran, iki yıldır yazdığı Habertürk’ten kovuldu. Temelkuran tam da bu günlerde ’Kayda Geçsin’ adıyla son yazılarını derlediği kitabını yayımladı. Akşam gazetesinden Gülay Altan, Temelkuran ile gündeme dair, en çok da ne oldu da işsiz kaldı ve birdenbire neden bu kadar ’taşlandı’, konularını konuştu...
Neden, gazete yazılarınızı bir kitap yapma ihtiyacı duydunuz?
Böyle bir kitap aklımda yoktu açıkçası... Gazete yazılarından kitap yapmak da çok sevdiğim bir iş değil. Ancak bu yazılar kaybolacak çünkü gazetenin internet sitesinden çıkarılacak, bu nedenle toparlamak istedim. Esas nedense şu: Bizi bugünlere getiren yani soytarıları kanaat önderi yapan bu sürecin nasıl oluştuğunu ve özellikle de vahşet ihtiyacı yaratılmış bir toplumun nasıl bu kadar delirtildiğini anlamak için son iki yıla bakmak ve bunun kayıtlarını tutmak istedim. Çarşıya bizimle ilgili sunulan yalanların, yıllardır yazdıklarımızdan daha kıymetli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Nasıl olsa her şeyimiz kaydediliyor; telefonlarımız, konuşmalarımız, benim yazılarımın da kayıtlara geçmesini istedim.
- Yazıları neye göre belirlediniz?
Son iki yılın arşivi... Toplumsal barışın yok edildiği ve artık saçmalayan insanların çok fazla ciddiye alındığı, ciddi insanlarınsa deli yerine konulduğu dönemi anlatan yazıları seçtim. Dört bölüm var kitapta; Bizim Memleket; Kürtler-Türkler ve Hepimiz; Ahmet, Nedim ve Bütün Gazeteci Arkadaşlarım İçin bir de Büyük Tanışma... Hakkımda edilen laflar, yazdıklarımdan öne geçti bazen. Bu haksızlığı da biraz ortadan kaldırmak istedim ve öyle seçtim.
KORKULARIM GERÇEKLEŞTİ
- Bir tür, bana değil, yazdıklarıma bakın çağrısı mı? Dönemi anlamaya çalışırken kendini de anlatma çabası.
Bu dönemde ben nerede durdum öte yandan da taraflar arası bir dengede durmaya çalışırken tarafsız değil ama objektif olmaya çalışırken süreç beni nasıl keskinleştirdi? Tedirginliğim nasıl korkuya dönüştü? Sonra da korkularımın hepsi değilse de çoğu nasıl gerçekleşti? Bunları göstermek istedim.
- Sizin de altını çizdiğiniz gibi, son dönem çok eleştirildiniz; durduğunuz yer mi değişti, söylediklerinizin tersini mi savunur oldunuz?
Sadece benimle ilgili bir şey değil bu. Genel olarak hepimizin kafasını karıştıran bir acayip süreçten geçtik. Tüm kavramlar birbirine karıştı, o kavram kargaşası içinde toplumsal barış da yok olduğu için insanlar birbirine çok sert saldırmaya başladı. Son dönemde, gündelik siyasi olaylarda alınan pozisyonlar yüzünden insanların çok mahrem ilişkilerinde bile nasıl birbirlerine düşman hale geldiklerini gördüm. Herkes yalnız kaldı ve korkundan söz etmek bile seni suçlu duruma düşürebilecek bir şey haline geldi. Bu da kendi başına zaten ’korku imparatorluğu’ demek. Benim ya da onun suçlanması değil, ana konuşma biçimi suçlama ve hakaret etme halini aldı...
- Önce mahalleler arası bir tartışma başlamıştı, şimdi mahalleler de bölündü ve sizin dediğiniz gibi herkes yalnız mı kaldı?
Haftada bir gün El Ekber’de yazmaya başladım. İlk yazımı yazarken Hrant’ın son yazısını bir kez daha okudum... Şöyle bir şey demiş: ’Bu memleket, beni kendimi açıklamak zorunda bıraktı.’ Bu son on yılda çok netleşen ama bence çok daha önce başlayan bir süreç. İnsanlar kendini anlatmak zorunda, hatta yıllardır üzerine yazdığı konu için bile kendini anlatmak zorunda. Evet, bu da mahalleleri ama ondan sonra daha küçük birimlere bölündüğümüzü aslında herkesin zaman zaman tek başına bırakıldığını, tek başına bırakıldıktan sonra da tırnak içinde avlandığını gösteriyor.
ÖTEKİLEŞTİRME FIRTINASI
- Dönüm noktası neydi sizce?
Bu ülkedeki zalimlik hamurunun nereden geldiğini anlamaya çalışırken tarihi geri sökmeye başladığınızda çok korkunç şeylerle karşılaşıyorsunuz. Başlangıç 1980 değil ama çok önemli bir dönüm noktası. Sonra, bu hükümeti iktidara getiren siyasal ve sosyal dönüşüm sırasında insanların hamuru çok hızlı değişti. Yukarıdan aşağıya doğru bir ötekileştirme fırtınası başlatıldı. O söylem, en yüksek makam tarafından kullanıldığı için meşrulaştı. ’Affedersiniz Yahudi’ cümlesini kahvehanedeki bir amca söylese başka bir şey ama Başbakan söylerse başka bir şey.
- Bazı politikalarını desteklediniz AK Parti’nin; yanılmışım mı diyorsunuz?
Her ne kadar Kürtlerle ilgili açılım politikasını başta desteklemiş olsam da beklentim çok yüksek değildi. Çünkü bu siyasal iktidarın geldiği sosyal gelenek, demokrasiyi özümsemiş bir gelenek olduğuna ikna edemedi bizi. İkincisi, insanlar siyasete örneğin, Başbakan’ın balkon konuşması üzerinden bakıyorlar ama siyaset metinler üzerinden yürür. Dönüp bakmamız gereken yer, konuşmalar değil metinlerdir. Bu partinin programında hiçbir zaman sanıldığı kadar özgürlük olmadı.
- Peki ya sivilleşme? Bu alanda atılan adımlar...
Türkiye’de birçok çevre sivilleşmeyi istiyordu, ben de. Hem yasalarda, hem sosyal hayatta askeri vesayetten kurtulmak isterken beklentilerle uyumlu olmadı gelişmeler.
- ’Hükümet liberal demokratlarla köprüleri attı’ diye yorumlanan gelişmeler mi?
’Liberal demokrat’ dediğiniz, o ’beyaz Türk’ çevrenin ’bunlar biraz cahil, bu işleri bilmezler, bizlere ihtiyaçları var tabii ki’ gibi kendilerini yukarı koyan, elitist bir tavırları vardı... Her ne kadar AKP ve AKP’yi çevreleyen insanlar bu tür bir aşağılamayı benim gibi insanlara atfetseler de tam tersine o liberallerin böyle bir tavrı vardı. O yüzden, anayasa hazırlanma süreci başladığında o çevrenin bir anda dışlanabildiğini izlerken, buna bu kadar şaşırmalarını eğlendirici buluyorum. Şimdi mi anladınız? Size tabii ki ihtiyaçları yok. AKP’nin ilk iktidara gelişinde herkese kucak açan, ’ne olursan ol gel’ siyasal oltasına takılmamak çok zordu. Nitekim AKP dev bir koalisyon olarak iktidara geldi fakat o çekirdek kadro hiçbir zaman değişmedi. Gerektiği zaman güç birlikleri yapıldı, gerekmediği zaman da vazgeçildi. Ki bir siyasal partinin pragmatik tavrı bu olabilir. Bu tavır değil, bu tavrı görmemekte direnmek pek anlamlı değil.
- Tam da anayasa yapılmak üzereyken dediniz. Yapılacak anayasadan beklentiniz nedir?
Ülke böyle bir durumdayken anayasa yapılacağını düşünmüyorum. Yeni anayasa yapılmasının çok önemli nedenlerinden biri Kürt sorununu çözmek ama gelinen nokta ortada. Toplumsal barışın sözünün edilemeyeceği bir ortamda anayasa yapmak mümkün mü? Ermenilerinle kavgalısın, Alevilerinle kavgalısın, senin kadar Müslüman olmayanlarla kavgalısın, kiminle yapacaksın? Alevi ve Kürt açılımını da kendi başlarına yaptılar, kimsenin işine yaramadı.
Araplar da biz de daha iyisini hak ediyoruz
- Arap Baharı’nı yaşayan ülkeler Türkiye’nin ağabeyliğine oradan nasıl bakıyorlar?
Türkiye’de kaç tane insan kendini yaktı, kaç tanesinin ismini biliyoruz? Tunuslu Muhammed Bouazizi’yi biliyoruz. Biz Uludere’de ölen çocukların fotoğraflarını görmedik, Suriye’de öldürülen çocukların fotoğraflarını gördüğümüz kadar. Ya da bizim polisimiz Mısır’daki polisten daha merhametli değil. Mısırlılarla aynı biber gazını, aynı şekilde yiyoruz. Dolayısıyla demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konusunda ağabeylik yapacak durumda değil Türkiye. Araplara kendi seslerini dinlesinler. Mısır’da Tahrir’i, Tunus’ta Kasbah’ı dinlesinler.
- Oradaki toplumsal karşılığı nedir Türkiye’nin örnek alınmasının?
Türkiye’de çok fazla İngilizce yazılmıyor. Dolayısıyla Türkiye’den bilgi çıkışı çok fazla değil. Arap dünyasının devrimde etkinlik gösteren gençleri Türkiye’de ne olup bittiğini yeni anlamaya başladı. Ciddiyetle Türkiye’yi inceleyen Arap entelijansiyası zaten biliyordu böyle bir şey olamayacağını. Türkiye’nin vitrini çok iyi, çok şık duruyor ama içeride neler yaşandığını biliyoruz ve bu halimizle de kimseye ağabeylik taslamamak gerek. Ama Arapların da bizim de daha iyisini hak ettiğimizi düşünüyorum.
Hangi 12 Eylül’ü sorguluyorsun?
’Kitapta yer verdiğim ’Büyük Tanışma’ isimli yazı dizisinde bir tespitte bulunmuştum: Türkiye’de bütün kesimler sahip oldukları cevherler tarafından değil çok daha düşük değerli temsilcileri tarafından temsil ediliyorlar. O yüzden de özellikle televizyonlarda tartışmanın kalitesi çok düşüyor. İsim vererek söylememe gerek yok. Herkes biliyor. Aslında 1915, Türkiye’deki dönüşümün yapı taşlarından biri ve oradan başlamalıyız sorgulamaya. Sadece o değil, Dersim’in, Maraş’ın, Fatsa’nın sorgulanması gerek. Dersim’i konuşuyoruz diyorlar... Bu mudur konuşmak? Kenan Evren 90 yaşına gelmiş cumhurbaşkanlığından kaynaklanan her şey geri alınabiliyor mu? Alınmıyor. O zaman hangi 12 Eylül’ü sorguluyorsun? Topluma nüfuz etmeyen, oradan kaynaklanmayan bir sembolik sorgulama. Toplumsal barışma bu konuşmalardan sonra sağlanır.’
Bir ’yiğit’ gurbete gider
- Yiğit Bulut’la aynı zamanda ayrıldınız kurumdan; sonra twitter’da bunun da esprisini yaptığınızı okudum...
Hayır, yapmadım! Çok sinirim bozuk buna, ’Bir yiğit gurbete gider gör başına neler gelir’ yazdım ve bu Karacaoğlan’ın dizesi... Bunun yazdığımda böyle düşünüleceği hiç aklıma gelmedi! Tunus’ta hastalanmıştım; fakat Tunus Arapçası Lübnan Arapçasından değişik, böbreklerime baktıracakken ortopediste gittim gibi karışıklıklar oldu... Bir arkadaşımla telefonda konuşurken durumu anlattım o da bana bu dizeyi söyledi. Ben de yazdım... Vay efendim, Yiğit Bulut’la dalga geçmişim! Hikaye bu, ne alakası var? Ayrıca niye dalga geçeyim? Vaktiyle yüzüne karşı söyleyeceklerimi söylemişim, niye arkasından konuşayım?
Belki de en iyisi Türkiye’yi terk etmek
- Habertürk Gazetesi’nden ayrıldıktan sonra pek konuşmamayı seçtiniz ama geçen hafta Ciner Medya Grubu Başkanı Kenan Tekdağ ayrılmanızla ilgili açıklama yaptı. Tunus’a yerleşmişsiniz...
Tunus’a yerleşmedim ve bunu herkes biliyor. Türkiye’yi terk etmedim sadece daha önce de yaptığım gibi kitap yazmak için biraz uzaklara gitmem gerekiyordu. Beyrut son zamanlarda bir Türk ili haline geldiği için çok rahat edemiyorum, o yüzden Tunus’a gitmeye karar verdim. Bir de her ne kadar Türkiye’de çok aşağılanarak bakılsa da ’Arap Baharı’ diye bir şey var. Gelecekten umutlu olan ve birbirine inanan, birbirini seven insanların arasında olmak istedim. Bu ülkede yaşanan siyasal çalkantı ve sosyal dönüşüm kişisel hayatlarımızı çok kötü etkiliyor; hakikaten herkesin asabı ve ayarları bozuk. Birbirinin boğazını sıkmak ve gözünü oymaktansa beraber ne yapabiliriz duygusunu yaşayan insanların arasında olmak istedim. Mısır’da, Beyrut’ta, Tunus’ta arkadaşlarım var, oraları artık yapancı bir ülke gibi değil.
- Peki, kurumsal açıklamayı biliyoruz, sizin cephenizde neler yaşandı?
Bu konuyla ilgili yeterince konuştum ama şunu söylemeliyim ki Kenan Bey doğru söylemiş, sosyal medyadaki konumlanmam rahatsız edici olabilirdi.
- Nedir o konumunuz?
Tutuklu gazetecilerin davasıdır, Uludere katliamıdır... Sosyal medyadaki pozisyonum budur; dolayısıyla doğru söylemiş...
- Sosyal medyadaki daha muhalif tutumunuz mu sizi işsiz bıraktı?
Böyle anlatırsam bu sadece benim meselem olur; hiçbir zaman öyle anlatmadım ama öyle anlaşılıyor... Nasıl gazeteciler görmek istiyorlar, bunu televizyonlarda açıkça görüyoruz. Kaç gazeteci şu anda işsiz, kaç televizyoncu program yapamıyor? Sanıyorum tutuklu ve işsiz olan gazeteciler bir gazete veya bir televizyon yapsa bayağı bir reyting ve tiraj alırız. Dolayısıyla sadece benim değil birçok arkadaşımın daha muhalif değil, daha sert değil, daha keskin değil yapması gereken işleri yaptığı için işsiz kaldığını, tutuklandığını düşünüyorum.
- Sizin durduğunuz nokta da özellikle son dönemde çok tartışıldı. Meslektaşlarınızdan gelen eleştirilere bakınca ben de hata yaptım diyor musunuz?
Belki ben de yanlış yapmışımdır ama büyük oranda bu iletişim üslubu yerleşti. Bu gerekçesiz suçlamalar, fazla konforlu hakaretler ve okumadan, bilmeden insanı bir pozisyona oturtmak çok yaygınlaştı. İnternet, çok kayda değer olmayan şeyleri çok kayda değer hale getirdi. Ama Türkiye’de bir nefret salgını var; kurban olarak kimi ellerine geçirirlerse... Biri işsiz kalınca ya da tutuklanınca kendini tutamayıp gazetedeki köşenden ne kadar sevindiğini ilan etmek yoktu eskiden, bu ayıptı. Seviniyorsan da gizli gizli sevinirsin. Bu nefretin meşrulaşması yeni. Çok üzüldüğüm zamanlar oldu ama artık üzülmenin de ötesinde biraz dışına çıkıp bakınca tuhaflığı görebiliyorum. Twitter’ı, insanları suçlamak için kullanan gazeteciler, Araplar devrim falan yapmadı diyor ya, bu bana çok komik geliyor. Çünkü o adamlar, bu twitter’la ya da facebook’la bir ayaklanma başlattılar. Birileri benimle ilgili bir yazı yazıyor, bakıyorum gazeteciler bunu kendi aralarında döndürüyorlar. Bunları ciddiye alamıyorum ama gel gör ki hakikaten ciddiye alınmayacak çok şey, çok ciddiymiş gibi yansıtılmaya başlandı, bir tiyatronun içinde kaldık. Bu sadece beni değil bunu yapanları da yakar. Belki de en iyisi Türkiye’yi terk etmektir.
- Yanınızda çalışan yardımcınız ve ayakkabılardan bahsettiğiniz yazıyı sormak istiyorum... O da mı yanlış anlaşıldı?
Bu nasıl anlamak istediğinize bağlı. Ağızlarını açmış bekliyorlar zaten bir şey söylemek için... Bu insanlar tutturmuşlar bir samimiyet meselesi; birkaç tanesini biliyorum anlatsam çok utanırlar. Samimiyet sözcüğü bir kült haline geldi. Siz, benim samimi olup olmadığımı ancak birebir tanıdığınızda bilirsiniz, kamusal samimiyet de tutarlılıkla sınanır. Bu kadın ne yazmış; sonra ne yazmış? Bunlara bakar, bununla sınarsınız. Üç aşağı beş yukarı tutarlı biri olduğumu düşünüyorum.
- Kendinizi şanslı hissediyor musunuz peki? Hapiste olanlar, işsizliği daha ağır yaşayanlar var...
Tabii ki ben çok şanslıyım... Amerikalı bir profesörden öğrendiğim bir kavram var: Zulüm Olimpiyatları... Az gelişmiş ülkelerde çok fazla çeşitli zulüm olduğu için insanlar birbirlerine ’ben senden şu kadar daha fazla ezildim o yüzden sen sus, ben konuşacağım’ gibi bir olimpiyat düzenliyorlar. Herkes bir acı çekiyor ve o acının sözünü etme hakkını savunma hakkına sahip. Dolayısıyla o müsabakalara gerek yok.
Köşe yazmak için şehvetle çıldıranlar varmış
- Bir köşe sahibi olmanın bir iktidarı var; o iktidardan soyunmak nasıl bir şey?
Ben öyle hissetmedim ama öyle hissedenleri görüyorum. 11 yıldır, haftada en az üç kez yazı yazıyorum. Hep başımı belaya sokacak şeyler yazdım. Dolayısıyla öyle bir iktidar vardıysa da çok hissetmedim. ’Çok istiyorlar senin yerinde olmak’ cümlesi bana hiç inandırıcı gelmedi hiç çünkü benim yerimde, dert tasa var, başka bir şey yok. Sürekli berbat meselelerle ilgileniyorsun. Ama köşesini hakikaten iktidar alanı olarak kullanmak isteyen insanlar var ve bundan zevk alıyorlar. Yazı yazmak insanı mutlu eden bir şey değil. Mutlu olmak için değil, canlı olmak, canlı kalabilmek için yazıyorsun. Yaşayan herkes canlı değil çünkü. Canlı olduğumu kendi kendime ve dünyaya ispatlamak için yazıyorum. Onların da canlı kalabilmesi için yazıyorum. Ama şimdi görüyorum, o iktidara sahip olmak için büyük bir şehvetle çıldıranlar varmış. Zaten yazmıştım, yazın; buyurun sizin olsun...
- Sosyal medyada daha aktif daha farklı bir mecra açacak mısınız kendinize?
Hepsini düşünüyorum ama daha henüz karar vermedim. Şimdilik El Ekber’a yazacağım. Ama İngilizce yazmanın tadı Türkçe yazmak gibi değil. Yazmıyor, sürekli açıklıyorsunuz. Hrant Dink yazınca her seferinde ’öldürülen Ermeni gazeteci’ ya da Ahmet yazınca ’tutuklu gazeteci’ demekten utanıyorum. Kendi insanınla konuşmak bambaşka bir şey. İkinci kötü tarafı da yazmayı sevdiğim daha insani yazıları yazmıyorum. Belki onlar için bir web sayfası hazırlarım.
- Tunus’ta ne kadar kalmayı planlıyorsunuz?
İnşallah yeni kitap bitene kadar ama bu ara son gelişmeler biraz fırtına gibi oradan oraya savurduğu için beni, çok dönemedim kitaba. Böyle bir ülkede, böyle bir zamanda doğmuş olmanın sonucu... Doğrusunu isterseniz oturup güzel güzel roman yazmak isterdim ama niyeyse insan kendini böyle rüzgarlı durumlarda buluyor. O yüzden de bazen yapmak zorunda hissettikleriniz yapmak istediklerinizin önüne geçiyor.
Neden, gazete yazılarınızı bir kitap yapma ihtiyacı duydunuz?
Böyle bir kitap aklımda yoktu açıkçası... Gazete yazılarından kitap yapmak da çok sevdiğim bir iş değil. Ancak bu yazılar kaybolacak çünkü gazetenin internet sitesinden çıkarılacak, bu nedenle toparlamak istedim. Esas nedense şu: Bizi bugünlere getiren yani soytarıları kanaat önderi yapan bu sürecin nasıl oluştuğunu ve özellikle de vahşet ihtiyacı yaratılmış bir toplumun nasıl bu kadar delirtildiğini anlamak için son iki yıla bakmak ve bunun kayıtlarını tutmak istedim. Çarşıya bizimle ilgili sunulan yalanların, yıllardır yazdıklarımızdan daha kıymetli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Nasıl olsa her şeyimiz kaydediliyor; telefonlarımız, konuşmalarımız, benim yazılarımın da kayıtlara geçmesini istedim.
- Yazıları neye göre belirlediniz?
Son iki yılın arşivi... Toplumsal barışın yok edildiği ve artık saçmalayan insanların çok fazla ciddiye alındığı, ciddi insanlarınsa deli yerine konulduğu dönemi anlatan yazıları seçtim. Dört bölüm var kitapta; Bizim Memleket; Kürtler-Türkler ve Hepimiz; Ahmet, Nedim ve Bütün Gazeteci Arkadaşlarım İçin bir de Büyük Tanışma... Hakkımda edilen laflar, yazdıklarımdan öne geçti bazen. Bu haksızlığı da biraz ortadan kaldırmak istedim ve öyle seçtim.
KORKULARIM GERÇEKLEŞTİ
- Bir tür, bana değil, yazdıklarıma bakın çağrısı mı? Dönemi anlamaya çalışırken kendini de anlatma çabası.
Bu dönemde ben nerede durdum öte yandan da taraflar arası bir dengede durmaya çalışırken tarafsız değil ama objektif olmaya çalışırken süreç beni nasıl keskinleştirdi? Tedirginliğim nasıl korkuya dönüştü? Sonra da korkularımın hepsi değilse de çoğu nasıl gerçekleşti? Bunları göstermek istedim.
- Sizin de altını çizdiğiniz gibi, son dönem çok eleştirildiniz; durduğunuz yer mi değişti, söylediklerinizin tersini mi savunur oldunuz?
Sadece benimle ilgili bir şey değil bu. Genel olarak hepimizin kafasını karıştıran bir acayip süreçten geçtik. Tüm kavramlar birbirine karıştı, o kavram kargaşası içinde toplumsal barış da yok olduğu için insanlar birbirine çok sert saldırmaya başladı. Son dönemde, gündelik siyasi olaylarda alınan pozisyonlar yüzünden insanların çok mahrem ilişkilerinde bile nasıl birbirlerine düşman hale geldiklerini gördüm. Herkes yalnız kaldı ve korkundan söz etmek bile seni suçlu duruma düşürebilecek bir şey haline geldi. Bu da kendi başına zaten ’korku imparatorluğu’ demek. Benim ya da onun suçlanması değil, ana konuşma biçimi suçlama ve hakaret etme halini aldı...
- Önce mahalleler arası bir tartışma başlamıştı, şimdi mahalleler de bölündü ve sizin dediğiniz gibi herkes yalnız mı kaldı?
Haftada bir gün El Ekber’de yazmaya başladım. İlk yazımı yazarken Hrant’ın son yazısını bir kez daha okudum... Şöyle bir şey demiş: ’Bu memleket, beni kendimi açıklamak zorunda bıraktı.’ Bu son on yılda çok netleşen ama bence çok daha önce başlayan bir süreç. İnsanlar kendini anlatmak zorunda, hatta yıllardır üzerine yazdığı konu için bile kendini anlatmak zorunda. Evet, bu da mahalleleri ama ondan sonra daha küçük birimlere bölündüğümüzü aslında herkesin zaman zaman tek başına bırakıldığını, tek başına bırakıldıktan sonra da tırnak içinde avlandığını gösteriyor.
ÖTEKİLEŞTİRME FIRTINASI
- Dönüm noktası neydi sizce?
Bu ülkedeki zalimlik hamurunun nereden geldiğini anlamaya çalışırken tarihi geri sökmeye başladığınızda çok korkunç şeylerle karşılaşıyorsunuz. Başlangıç 1980 değil ama çok önemli bir dönüm noktası. Sonra, bu hükümeti iktidara getiren siyasal ve sosyal dönüşüm sırasında insanların hamuru çok hızlı değişti. Yukarıdan aşağıya doğru bir ötekileştirme fırtınası başlatıldı. O söylem, en yüksek makam tarafından kullanıldığı için meşrulaştı. ’Affedersiniz Yahudi’ cümlesini kahvehanedeki bir amca söylese başka bir şey ama Başbakan söylerse başka bir şey.
- Bazı politikalarını desteklediniz AK Parti’nin; yanılmışım mı diyorsunuz?
Her ne kadar Kürtlerle ilgili açılım politikasını başta desteklemiş olsam da beklentim çok yüksek değildi. Çünkü bu siyasal iktidarın geldiği sosyal gelenek, demokrasiyi özümsemiş bir gelenek olduğuna ikna edemedi bizi. İkincisi, insanlar siyasete örneğin, Başbakan’ın balkon konuşması üzerinden bakıyorlar ama siyaset metinler üzerinden yürür. Dönüp bakmamız gereken yer, konuşmalar değil metinlerdir. Bu partinin programında hiçbir zaman sanıldığı kadar özgürlük olmadı.
- Peki ya sivilleşme? Bu alanda atılan adımlar...
Türkiye’de birçok çevre sivilleşmeyi istiyordu, ben de. Hem yasalarda, hem sosyal hayatta askeri vesayetten kurtulmak isterken beklentilerle uyumlu olmadı gelişmeler.
- ’Hükümet liberal demokratlarla köprüleri attı’ diye yorumlanan gelişmeler mi?
’Liberal demokrat’ dediğiniz, o ’beyaz Türk’ çevrenin ’bunlar biraz cahil, bu işleri bilmezler, bizlere ihtiyaçları var tabii ki’ gibi kendilerini yukarı koyan, elitist bir tavırları vardı... Her ne kadar AKP ve AKP’yi çevreleyen insanlar bu tür bir aşağılamayı benim gibi insanlara atfetseler de tam tersine o liberallerin böyle bir tavrı vardı. O yüzden, anayasa hazırlanma süreci başladığında o çevrenin bir anda dışlanabildiğini izlerken, buna bu kadar şaşırmalarını eğlendirici buluyorum. Şimdi mi anladınız? Size tabii ki ihtiyaçları yok. AKP’nin ilk iktidara gelişinde herkese kucak açan, ’ne olursan ol gel’ siyasal oltasına takılmamak çok zordu. Nitekim AKP dev bir koalisyon olarak iktidara geldi fakat o çekirdek kadro hiçbir zaman değişmedi. Gerektiği zaman güç birlikleri yapıldı, gerekmediği zaman da vazgeçildi. Ki bir siyasal partinin pragmatik tavrı bu olabilir. Bu tavır değil, bu tavrı görmemekte direnmek pek anlamlı değil.
- Tam da anayasa yapılmak üzereyken dediniz. Yapılacak anayasadan beklentiniz nedir?
Ülke böyle bir durumdayken anayasa yapılacağını düşünmüyorum. Yeni anayasa yapılmasının çok önemli nedenlerinden biri Kürt sorununu çözmek ama gelinen nokta ortada. Toplumsal barışın sözünün edilemeyeceği bir ortamda anayasa yapmak mümkün mü? Ermenilerinle kavgalısın, Alevilerinle kavgalısın, senin kadar Müslüman olmayanlarla kavgalısın, kiminle yapacaksın? Alevi ve Kürt açılımını da kendi başlarına yaptılar, kimsenin işine yaramadı.
Araplar da biz de daha iyisini hak ediyoruz
- Arap Baharı’nı yaşayan ülkeler Türkiye’nin ağabeyliğine oradan nasıl bakıyorlar?
Türkiye’de kaç tane insan kendini yaktı, kaç tanesinin ismini biliyoruz? Tunuslu Muhammed Bouazizi’yi biliyoruz. Biz Uludere’de ölen çocukların fotoğraflarını görmedik, Suriye’de öldürülen çocukların fotoğraflarını gördüğümüz kadar. Ya da bizim polisimiz Mısır’daki polisten daha merhametli değil. Mısırlılarla aynı biber gazını, aynı şekilde yiyoruz. Dolayısıyla demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konusunda ağabeylik yapacak durumda değil Türkiye. Araplara kendi seslerini dinlesinler. Mısır’da Tahrir’i, Tunus’ta Kasbah’ı dinlesinler.
- Oradaki toplumsal karşılığı nedir Türkiye’nin örnek alınmasının?
Türkiye’de çok fazla İngilizce yazılmıyor. Dolayısıyla Türkiye’den bilgi çıkışı çok fazla değil. Arap dünyasının devrimde etkinlik gösteren gençleri Türkiye’de ne olup bittiğini yeni anlamaya başladı. Ciddiyetle Türkiye’yi inceleyen Arap entelijansiyası zaten biliyordu böyle bir şey olamayacağını. Türkiye’nin vitrini çok iyi, çok şık duruyor ama içeride neler yaşandığını biliyoruz ve bu halimizle de kimseye ağabeylik taslamamak gerek. Ama Arapların da bizim de daha iyisini hak ettiğimizi düşünüyorum.
Hangi 12 Eylül’ü sorguluyorsun?
’Kitapta yer verdiğim ’Büyük Tanışma’ isimli yazı dizisinde bir tespitte bulunmuştum: Türkiye’de bütün kesimler sahip oldukları cevherler tarafından değil çok daha düşük değerli temsilcileri tarafından temsil ediliyorlar. O yüzden de özellikle televizyonlarda tartışmanın kalitesi çok düşüyor. İsim vererek söylememe gerek yok. Herkes biliyor. Aslında 1915, Türkiye’deki dönüşümün yapı taşlarından biri ve oradan başlamalıyız sorgulamaya. Sadece o değil, Dersim’in, Maraş’ın, Fatsa’nın sorgulanması gerek. Dersim’i konuşuyoruz diyorlar... Bu mudur konuşmak? Kenan Evren 90 yaşına gelmiş cumhurbaşkanlığından kaynaklanan her şey geri alınabiliyor mu? Alınmıyor. O zaman hangi 12 Eylül’ü sorguluyorsun? Topluma nüfuz etmeyen, oradan kaynaklanmayan bir sembolik sorgulama. Toplumsal barışma bu konuşmalardan sonra sağlanır.’
Bir ’yiğit’ gurbete gider
- Yiğit Bulut’la aynı zamanda ayrıldınız kurumdan; sonra twitter’da bunun da esprisini yaptığınızı okudum...
Hayır, yapmadım! Çok sinirim bozuk buna, ’Bir yiğit gurbete gider gör başına neler gelir’ yazdım ve bu Karacaoğlan’ın dizesi... Bunun yazdığımda böyle düşünüleceği hiç aklıma gelmedi! Tunus’ta hastalanmıştım; fakat Tunus Arapçası Lübnan Arapçasından değişik, böbreklerime baktıracakken ortopediste gittim gibi karışıklıklar oldu... Bir arkadaşımla telefonda konuşurken durumu anlattım o da bana bu dizeyi söyledi. Ben de yazdım... Vay efendim, Yiğit Bulut’la dalga geçmişim! Hikaye bu, ne alakası var? Ayrıca niye dalga geçeyim? Vaktiyle yüzüne karşı söyleyeceklerimi söylemişim, niye arkasından konuşayım?
Belki de en iyisi Türkiye’yi terk etmek
- Habertürk Gazetesi’nden ayrıldıktan sonra pek konuşmamayı seçtiniz ama geçen hafta Ciner Medya Grubu Başkanı Kenan Tekdağ ayrılmanızla ilgili açıklama yaptı. Tunus’a yerleşmişsiniz...
Tunus’a yerleşmedim ve bunu herkes biliyor. Türkiye’yi terk etmedim sadece daha önce de yaptığım gibi kitap yazmak için biraz uzaklara gitmem gerekiyordu. Beyrut son zamanlarda bir Türk ili haline geldiği için çok rahat edemiyorum, o yüzden Tunus’a gitmeye karar verdim. Bir de her ne kadar Türkiye’de çok aşağılanarak bakılsa da ’Arap Baharı’ diye bir şey var. Gelecekten umutlu olan ve birbirine inanan, birbirini seven insanların arasında olmak istedim. Bu ülkede yaşanan siyasal çalkantı ve sosyal dönüşüm kişisel hayatlarımızı çok kötü etkiliyor; hakikaten herkesin asabı ve ayarları bozuk. Birbirinin boğazını sıkmak ve gözünü oymaktansa beraber ne yapabiliriz duygusunu yaşayan insanların arasında olmak istedim. Mısır’da, Beyrut’ta, Tunus’ta arkadaşlarım var, oraları artık yapancı bir ülke gibi değil.
- Peki, kurumsal açıklamayı biliyoruz, sizin cephenizde neler yaşandı?
Bu konuyla ilgili yeterince konuştum ama şunu söylemeliyim ki Kenan Bey doğru söylemiş, sosyal medyadaki konumlanmam rahatsız edici olabilirdi.
- Nedir o konumunuz?
Tutuklu gazetecilerin davasıdır, Uludere katliamıdır... Sosyal medyadaki pozisyonum budur; dolayısıyla doğru söylemiş...
- Sosyal medyadaki daha muhalif tutumunuz mu sizi işsiz bıraktı?
Böyle anlatırsam bu sadece benim meselem olur; hiçbir zaman öyle anlatmadım ama öyle anlaşılıyor... Nasıl gazeteciler görmek istiyorlar, bunu televizyonlarda açıkça görüyoruz. Kaç gazeteci şu anda işsiz, kaç televizyoncu program yapamıyor? Sanıyorum tutuklu ve işsiz olan gazeteciler bir gazete veya bir televizyon yapsa bayağı bir reyting ve tiraj alırız. Dolayısıyla sadece benim değil birçok arkadaşımın daha muhalif değil, daha sert değil, daha keskin değil yapması gereken işleri yaptığı için işsiz kaldığını, tutuklandığını düşünüyorum.
- Sizin durduğunuz nokta da özellikle son dönemde çok tartışıldı. Meslektaşlarınızdan gelen eleştirilere bakınca ben de hata yaptım diyor musunuz?
Belki ben de yanlış yapmışımdır ama büyük oranda bu iletişim üslubu yerleşti. Bu gerekçesiz suçlamalar, fazla konforlu hakaretler ve okumadan, bilmeden insanı bir pozisyona oturtmak çok yaygınlaştı. İnternet, çok kayda değer olmayan şeyleri çok kayda değer hale getirdi. Ama Türkiye’de bir nefret salgını var; kurban olarak kimi ellerine geçirirlerse... Biri işsiz kalınca ya da tutuklanınca kendini tutamayıp gazetedeki köşenden ne kadar sevindiğini ilan etmek yoktu eskiden, bu ayıptı. Seviniyorsan da gizli gizli sevinirsin. Bu nefretin meşrulaşması yeni. Çok üzüldüğüm zamanlar oldu ama artık üzülmenin de ötesinde biraz dışına çıkıp bakınca tuhaflığı görebiliyorum. Twitter’ı, insanları suçlamak için kullanan gazeteciler, Araplar devrim falan yapmadı diyor ya, bu bana çok komik geliyor. Çünkü o adamlar, bu twitter’la ya da facebook’la bir ayaklanma başlattılar. Birileri benimle ilgili bir yazı yazıyor, bakıyorum gazeteciler bunu kendi aralarında döndürüyorlar. Bunları ciddiye alamıyorum ama gel gör ki hakikaten ciddiye alınmayacak çok şey, çok ciddiymiş gibi yansıtılmaya başlandı, bir tiyatronun içinde kaldık. Bu sadece beni değil bunu yapanları da yakar. Belki de en iyisi Türkiye’yi terk etmektir.
- Yanınızda çalışan yardımcınız ve ayakkabılardan bahsettiğiniz yazıyı sormak istiyorum... O da mı yanlış anlaşıldı?
Bu nasıl anlamak istediğinize bağlı. Ağızlarını açmış bekliyorlar zaten bir şey söylemek için... Bu insanlar tutturmuşlar bir samimiyet meselesi; birkaç tanesini biliyorum anlatsam çok utanırlar. Samimiyet sözcüğü bir kült haline geldi. Siz, benim samimi olup olmadığımı ancak birebir tanıdığınızda bilirsiniz, kamusal samimiyet de tutarlılıkla sınanır. Bu kadın ne yazmış; sonra ne yazmış? Bunlara bakar, bununla sınarsınız. Üç aşağı beş yukarı tutarlı biri olduğumu düşünüyorum.
- Kendinizi şanslı hissediyor musunuz peki? Hapiste olanlar, işsizliği daha ağır yaşayanlar var...
Tabii ki ben çok şanslıyım... Amerikalı bir profesörden öğrendiğim bir kavram var: Zulüm Olimpiyatları... Az gelişmiş ülkelerde çok fazla çeşitli zulüm olduğu için insanlar birbirlerine ’ben senden şu kadar daha fazla ezildim o yüzden sen sus, ben konuşacağım’ gibi bir olimpiyat düzenliyorlar. Herkes bir acı çekiyor ve o acının sözünü etme hakkını savunma hakkına sahip. Dolayısıyla o müsabakalara gerek yok.
Köşe yazmak için şehvetle çıldıranlar varmış
- Bir köşe sahibi olmanın bir iktidarı var; o iktidardan soyunmak nasıl bir şey?
Ben öyle hissetmedim ama öyle hissedenleri görüyorum. 11 yıldır, haftada en az üç kez yazı yazıyorum. Hep başımı belaya sokacak şeyler yazdım. Dolayısıyla öyle bir iktidar vardıysa da çok hissetmedim. ’Çok istiyorlar senin yerinde olmak’ cümlesi bana hiç inandırıcı gelmedi hiç çünkü benim yerimde, dert tasa var, başka bir şey yok. Sürekli berbat meselelerle ilgileniyorsun. Ama köşesini hakikaten iktidar alanı olarak kullanmak isteyen insanlar var ve bundan zevk alıyorlar. Yazı yazmak insanı mutlu eden bir şey değil. Mutlu olmak için değil, canlı olmak, canlı kalabilmek için yazıyorsun. Yaşayan herkes canlı değil çünkü. Canlı olduğumu kendi kendime ve dünyaya ispatlamak için yazıyorum. Onların da canlı kalabilmesi için yazıyorum. Ama şimdi görüyorum, o iktidara sahip olmak için büyük bir şehvetle çıldıranlar varmış. Zaten yazmıştım, yazın; buyurun sizin olsun...
- Sosyal medyada daha aktif daha farklı bir mecra açacak mısınız kendinize?
Hepsini düşünüyorum ama daha henüz karar vermedim. Şimdilik El Ekber’a yazacağım. Ama İngilizce yazmanın tadı Türkçe yazmak gibi değil. Yazmıyor, sürekli açıklıyorsunuz. Hrant Dink yazınca her seferinde ’öldürülen Ermeni gazeteci’ ya da Ahmet yazınca ’tutuklu gazeteci’ demekten utanıyorum. Kendi insanınla konuşmak bambaşka bir şey. İkinci kötü tarafı da yazmayı sevdiğim daha insani yazıları yazmıyorum. Belki onlar için bir web sayfası hazırlarım.
- Tunus’ta ne kadar kalmayı planlıyorsunuz?
İnşallah yeni kitap bitene kadar ama bu ara son gelişmeler biraz fırtına gibi oradan oraya savurduğu için beni, çok dönemedim kitaba. Böyle bir ülkede, böyle bir zamanda doğmuş olmanın sonucu... Doğrusunu isterseniz oturup güzel güzel roman yazmak isterdim ama niyeyse insan kendini böyle rüzgarlı durumlarda buluyor. O yüzden de bazen yapmak zorunda hissettikleriniz yapmak istediklerinizin önüne geçiyor.