"İKİNDİ ÇAYINDA BALYOZ SOHBETİ" TUTUKLU İKİ GENERALİN EŞİ BARANSU'YU EVLERİNE ÇAY İÇMEYE DAVET ETTİ!
Balyoz Davası'ndan tutuklu bulunan iki generalin eşi Taraf Gazetesi Yazarı Mehmet Baransu'yu evlerine çay içmeye davet etti. Altı saat süren görüşmede neler oldu?
Balyoz Davası'ndan tutuklu bulunan iki generalin eşi Taraf Gazetesi Yazarı Mehmet Baransu'yu evlerine çay içmeye davet etti. Altı saat süren görüşmede neler oldu? Baransu, 12 Eylül'de gerçekleşen bu görüşmeyi "İkindi çayında balyoz sohbeti" başlığıyla bugün köşesinden okurlarıyla paylaştı. İşte ikindi çayında yaşananlar.
İkindi çayında Balyoz sohbeti
Uzun bir tatilin son günlerinde işe dönme hazırlıkları koşuşturmasını yaparken, telefonum uzun uzun çaldı. Hattın karşısında bir hanımefendi vardı. Hanımefendi, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’ndan emekli olan, Balyoz’dan tutuklu, Kafes Eylem Planı davasından tutuksuz yargılanan Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütcü’nün eşi Nevnihal Hanım’dı. Nevnihal Hanım benimle görüşmek istediğini söylüyor ve evine çay içmeye davet ediyordu.
Davaları, eşinin durumunu, “eşine yapılan haksızlıkları”, yaşadıklarını aktarmak istiyordu. “Kendilerini tanımamı” arzu ediyordu. Hanımefendiye bu nazik daveti ve telefonu için teşekkür ettim. Telefondaki uzun bir görüşmenin ardından, 12 eylül günü saat 17:00’de, Fenerbahçe Orduevi’nin hemen yakınındaki evlerinde, çay içmek üzere randevulaştık.
İstanbul trafiğinin azizliğine uğrayarak randevuya 10 dakika gecikmeli gittim. Zile bastım ve apartmandan içeri adımımı attım. Bir üst kata çıktım. Kapıda Nevnihal Öğütcü’yle birlikte beni iki hanımefendi daha karşıladı; biri Öğütcü çiftinin kızları diğeri ise Balyoz davasından tutuklu bulunan emekli Tümamiral Özer Karabulut’un kızıydı. Öğütçü-Karabulut aileleri aynı zamanda yakın akrabalarda.
Sıcak, samimi tanışma ve tokalaşmanın ardından, salona geçtik. Salon, son derece şık, şık oluğu kadar mütevazı ve zevkle döşenmişti. Çayların gelmesiyle birlikte sohbetimize başladık.
Saat 20:30 sularında izin isteyip kalkacağım sırada kapı zili çaldı. Eve gelen isim Silivri’deki duruşmaları takip eden Özer Karabulut’un eşi Sema Karabulut’tu. “Mehmet Baransu burada sanırım, boğazını sıkayım şunun” esprisiyle Sayın Karabulut salona girdi. Kendisiyle de tokalaşıp, konuşmaya başladık. Kalkmak üzere izin istemiştim ama Sema Hanım’ın gelmesiyle birlikte sohbetimiz saat 23:30’a kadar sürdü.
Aklınıza gelebilecek tüm konuları konuştuk. Onlar kendi pencerelerinden davayı, yaşadıklarını, yaşananları tüm samimiyetleriyle bana aktardılar. “İki ayrı” kutup gibi görünmemize, görüş farklılığımıza rağmen, birbirimizi kıyasıya eleştirdik. Eleştirirken bilgilerimizi paylaşabilmenin de mutluluğunu yaşadık. Eksik bilgilerimizi tamamladık.
Dava dosyasının detaylarına girdik. Eşleri ve babalarıyla ilgili dosyaya, evsahiplerinin hâkim olduklarını gördüm. Birbirimiz hakkındaki yanlış kanaatleri masaya yatırdık. İddianame, ek delil dosyaları ve tutanaklara baktığımızda, bazı isimlerle ilgili çözemediğimiz konuları tartıştık. Bazı kişilerin isminin belgelerde olması nedeniyle neden tutuklandıklarını tartıştık. Bazı isimlerle ilgili “ek delil klasörlerinde” evlerinde bulunan el yazılı ajandaların olduğu bilgisini paylaştım. 50 bin sayfanın üzerinde olan klasörlerin tamamını inceleyemediğim notuyla, sadece belgelerde ismi geçen bazı isimlerin tutuklanıp, tutuklanamayacağı konusunu konuştuk.
“Seminere katılmayan, sorumlulukları dâhilinde kendi görev sahalarında olan ancak bugün tutuklanan bazı subaylar var. Seminere katılmış olsalar bile aldıkları emri yerine getirdikleri için tutuklu mu olmalılar” sorusuyla karşılaştım. Kriterin ne olduğu, olması gerektiğini konuştuk. “Emir veren, emir alan” ayrımının hukukçular tarafından tartışılabileceği de sohbetimizde gündeme geldi.
Ülkemizdeki kanunlar ve bu kanunların uygulanma şekli konusunda davalardan bağımsız, hepimiz aynı noktada birleştik; “Herkesin adil ve temel insan hakları dâhilinde yargılanabilecekleri süreçlerin oluşturulması gerektiğine” karar verdik. Tutukluluk süresinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarına uygun, yeniden düzenlenmesi gerektiği, adlî kontrolün tutuklama yerine kullanılabileceği, delillerin hızla toplanmasını sağlayacak kaynak yaratılması, gerekirse kişilerin delil ve tanıklar ile iletişiminin engellenmesi ortak paydasında buluştuk. Dijital belgelerin hangi koşullar altında delil kabul edilebileceği de sohbetimizin bir diğer konusuydu. Hukukçu olmadığımız için konuyla ilgili bir sorun varsa bunun kanunlaştırılması gerektiği fikrine vardık.
İki taraf gibi algılanmamıza rağmen sohbetimiz sonunda yüzde 80 aynı fikirleri paylaştığımızı gördük. Ayrıldığımız noktalar tabii ki vardı ve olmalıydı da. Çok seslilik olmadan ilerlemek, çözüm üretmek de zaten mümkün değil. Önemli olan birbirimizi suçlamadan ortak paydada buluşabilmek, yaşanan problemi hukuk içerisinde nasıl çözebileceğimizi tartışabilmekti ve biz bunu yaptık.
Konuyu bilen tarafların biraraya gelmesi, bunların ev ortamında, yudumlanan çaylar eşliğinde paylaşılması, doğrusu hoş bir deneyim oldu. Evsahiplerinin sıcak ve samimi görüşmemizdeki bana aktardıkları şu cümlelerle, sohbetten aktaracaklarımı şimdilik noktalıyorum; “Hukuk devletinde kanunlar herkes içindir. Bireyler bu sayede kendilerini güvende hissederler. Asker sözcüğünün yarattığı önyargıdan sıyrılmak ve her bireyin önce insan olduğunu hatırlamak zamanı gelmedi mi? Şüphe varsa kişiler yargılanmalı ve suçu ispat edildiğinde hüküm giymeli. Bu olana kadar temel insan haklarından, etnik köken ya da yaptığı işe bakmaksızın kimse mahrum bırakılmamalı. Bir süreçten geçiyoruz, bizlerin acıları bizden önce haksızlığa uğramış yüz binlerin acılarıyla birleşmeli ve bu acılardan bir fayda doğmalı.”