"İÇTEN PAZARLIKLA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ SAĞLANAMAZ!.." "DOĞRUCU DAVUT" UMUR TALU FİNCANCI KATIRLARINI YİNE ÜRKÜTECEK!..
Medyadaki en acı tasfiye örneklerinden birini yaşayan Umur Talu´ya göre Türkiye´de tabloyu bütün görmeme ve güce tapma hastalığı var. Herkes, özellikle medya, hakikati değil, dayandığı gücün çıkarlarını ön planda tutuyor.
Basın özgürlüğü, medya-ticaret-siyaset ilişkisi, Türkiye´deki darbeci geleneğin sivil ve askerî uzantıları... Yandaş gazeteler söylemi, tasfiye edilecek gazeteciler listesi, hükûmet ile büyük medya grubunun savaşı... Öte yandan hiç bitmeyecekmiş gibi duran cumhuriyet, laiklik, demokrasi, yani toptan fiyatına perakende rejim tartışmaları... Bu defa söyleşinin girişini uzun tutmayacağım. Çünkü `doğrucu Davut´ yönüyle adından söz ettiren deneyimli gazeteci Umur Talu, katılırsınız katılmazsınız, yukarıda sıralanan konularla ilgili soruları cevaplarken fincancı katırlarını pek dikkate almadı. Sizleri vicdanlarınızdaki şangır şungur sesleriyle baş başa bırakıyorum.
-Öncelikle basın özgürlüğünden ne anlamalıyız?
Temelde kanun, otoriteler ve devlet karşısındaki özgürlük diye anlaşılmış. Liberalizm, demokrasi ya da o fikirlerin gelişimiyle paralelliği var. Hatta ilk başlarda yaygın mülkiyet özgürlüğü gibi tanımlanmış. Yani herkes kendi gazetesini ve kitabını yayımlayabilmede özgürdür. Serbest piyasadaki gibi, fikirler serbestçe piyasaya çıksın, iyi fikir kötü fikri kovar... Bugün herkes istediği gibi gazete çıkaramıyor, en azından internete gelene kadar. İstenildiği gibi kanal da kurulamıyor. Sermayeyle yapılabilen işler. İnternet bu manzarayı biraz değiştirdi. Eski manzara da internetin vadettiği özgürlük biçimine taciz ve tecavüzde bulunsa da internetin bir çoğulcu tarafı var. Batı´da kanunlar madem bu kadar demokratikleşti, oradaki basın özgürlüğü meselesi halloldu mu dendiğinde, asla hallolmuyor. Bu sefer bizzat işletme içinde gazetecinin basın özgürlüğünü nasıl kullanacağı önemli. İşletmenin otoritesi, çıkarları, aidiyetleri içinde hem yayın politikasının zikzakları, hem de patronajın gölgesi veya basın dışı şeyler karşısında; aynı zamanda buna ilan reklam baskısı, sermayenin izi, başka yerde de cemaatin gücü olabilir...
-Devlet otoritesi, sermaye gücü ihtiyacı, işletmede gazeteciliği ifa etme sorunu... Bu özgürlüğün altyapısında neler olmazsa olmaz?
Etrafınızdaki atmosfer ve iç atmosferiniz. Dış atmosferi; kanunlar, patron, sermaye kolayca tanımlayabiliyoruz. İç atmosfer; sizin mizacınız ne kadar özgür? Hiç baskısız özgürlüğünüzü ne kadar kullanacaktınız meselesi. Bu konuda tabiri caizse portföyünüz genişse, özgürlük kısıtlansa da mücadele edersiniz. Bazen bedel ödersiniz. Vicdanınız kıpır kıpır değilse, Batı´da da Türkiye´de de olan biten bu: Siz bana diyorsunuz ki `başbakan karşısında kukla gibi duruyorsun´, ben de size `asker karşısında kukla gibi duruyorsunuz´ diyorum. Mesele özgürlüğün kuklalaşmaktan çıkmakta kullanılması. Türkiye´de bugün birbiriyle çatışan kesimlerin basın özgürlüğü iddiaları var. Bu iddianı önce kendine en yakın otoriteye karşı kullanabiliyor musun?
-Sıradan bir kişiyle bir gazetecinin özgürlüklerinin nerede başlayıp bittiği konusunda farklılıklar söz konusu mu? Gazetecilik gömleğinin yüklediği sorumluluk özgürlüğe nasıl etki ediyor?
1998´de yayımlanan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi´ni ben yazdım. Şu vardı kafamda: Özgürlük, hak ve sorumluluk... Üçünü birbiriyle kardeşçe ifade etmezseniz hep bir şey eksik kalıyor. Bir, özgürlüğü sorumluca kullanmanın ilkelerini gerekirse öğreneceksiniz. İki, özgürlüğünüzü güvence altında tutacak haklara da sahip olacaksınız
-Ödev olgusu sorumluluğun içine mi giriyor?
Ödev yok burada.
-Hani, hep hak ve ödevlerden söz edilir ya vatandaş tarifinde... Medyada da hak, ödev ve sorumluluk...
Ha tabii sorumluluğun içine girer. Sorumluluk çok basit bir şey değildir ki. Şöyle, sorumlu davran bana, küfür etme, benim haysiyetimle oynama, özel hayatıma girme... Bütün bunlarla temiz bir gazeteci portresi çizebilirsiniz. Sorumlu davranarak çok tehlikeli sulara girmiyorsanız, birtakım güçleri ürkütmüyorsanız, önemli hakikatlerin peşine düşmüyorsanız bu sorumsuzluktur.
-Görev yerine getirilmediği, bir nevi meslekte alan işgal edildiği için bu pozisyona düşülüyor, öyle mi?
Aynen öyle. 10 konuda cesur yazın. Ama 5 konuda ise kalem oynatmayın. Bu çok seçmece, içten pazarlıklı bir cesaret. İçten pazarlıklı basın özgürlüğü ve sorumluluğunun kullanımıdır.
-Türkiye´de basın özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
Tabii ki ederiz. Türkiye´de yazıp çizerken hep basın özgürlüğünün güdüklüğü üzerine konuşuruz. Yurt dışına çıktığınızda zaten Türkiye´de basın özgürlüğünün olmadığını söyleyen çok sayıda yabancıyla kuşatıldığınızda, olduğunu da söylemek durumunda kalıyorsunuz. Bu nabza göre şerbetten kaynaklanmıyor. Manzara böyle.
-Hakikatin iki ayrı yüzü mü?
Tabii ki. Demokrasi var mı? Yok. Hiç mi yok? Var. Türkiye´yi bu açılardan çok kurak, güdük buluyoruz ama Batı´da da aynı sorunlar var. Sarkozy´li bir Fransa, demokrasinin beşiği... Bush´un yönettiği bir ABD, Berlusconi idaresinde bir İtalya, hanedanların çıktığı Yunanistan... Demokrasi hâlâ mücadeleye, tanımlanmaya muhtaç. Sırf iktidarlar, portreler de değil; paranın, piyasanın, sermayenin, çok sayıda şirketin gücü; insanların o sosyal devletin getirdiği birtakım güvencelerden yoksun kalmaları, sürüklenmeleri... Hepsi demokrasi tartışması içindedir.
- Netice itibariyle bizde basın özgürlüğü var mı?
Var ve yok. Yarım bir tartışma Türkiye´deki. Büyük bir medya grubu diyelim iktidar kuşatması altında. Meşru bir mali kuşatma da olabilir. Meşru bir mali kuşatmaya karar veren idari bir karar da olabilir. Ama o karar basın özgürlüğü sorunu diye ortaya konulduğunda, bunun bir kısmının hakikat içerdiğini görmezden gelemeyiz. Tamamen basın özgürlüğü sorunu da diyemeyiz. Aynı şekilde, büyük medya grubunu eleştirirken, dönüp hiç iktidar eleştirisi yapmayan bir vicdanın nasıl olabileceği konusunda da hep hayretler içindeyim. Büyük bir medya grubu eleştirisi nedir? Bir gücün, bir tahakkümün eleştirisidir. Aynı zamanda büyük bir silahlı gücün, ordunun, büyük bir devletin, anayasanın, büyük bir partinin, Türkiye´deki iktidarın; hepsinin eleştirilmesine dair sizde bir dürtünün, samimiyetin olmasını ister. Basın özgürlüğü budur.
-Medya-ticaret-siyaset ilişkisi mi doğuruyor bu anlaşılmazlığı? Bizi buna mı zorluyor? Batı´da da böyle mi?
Büyük ölçüde Batı´da böyle. Bağımsız gözüken Le Monde gibi önemli Fransız gazetelerinin bile arkasında büyük bir sermaye var. Ama sınırları hâlâ çizili. Sermaye işletmeyi kârlı tutmaya çalışırken; yayın politikası editöryal özerklik konusunda geçmişten gelen veyahut o kuruma has içselleşmiş birtakım ilkeler hâlâ yaşatılıyor. Ama sermayenin gölgesinden uzak kalamıyor medya hiçbir yerde. Türkiye´de bu çok aleni. Sadece sermayenin gölgesi ya da finansmanı değil, bizatihi kuyruğuna takılmış gazetecilik anlayışı olabiliyor. Büyük bir gövdede mesela Doğan Grubu´nda bütün Türkiye´yi, medyayı belirleyen; bütün çalışanları, dağıtımcıyı, okuru belirleyebilen, etkileyen bir yapıya dönüşüyor. Ama bunun alternatifinin çıkması da kolay değil. Çünkü dağıtım, baskı, personel, habere erişim, teknoloji gibi unsurlar için finansman gerekiyor.
-Bu zorlamanın dışına çıkabilmek bir hayal mi?
Yoo, olmuş ama boyutlar, ölçekler değişiyor. Ben hem yazarım hem basarım hem de dağıtırım 1800´ler ve 1900´lerin başı gazeteciliği artık bitti. Bunu ancak internette yapabilirsiniz.
-Normal şartlar altında gazetecilik bugün dünyada para kazanılacak bir iş kolu mu?
Kazanılabilir. Hatta şunu da iddia ediyorum. Editöryal açıdan bağımsız, cevval, her tarafı eleştirebilen, didikleyebilen bir gazete ticari açıdan da başarıyı getirebilir, çok satabilir. Saygı uyandırarak çok ilan reklam alabilir. Hâlâ bir ideal olarak mümkün.
-Bu idealin gerçekleşmemesinde her fırsatta medyayı kullanmak isteyen siyasiler de suçlu değil mi?
Kesinlikle. AK Parti iktidarı 2002 sonunda medyaya rağmen geldi. Sadece sandıkların açıldığı kapandığı 5 dakikalık süreye sıkışan ama `çok büyük bir devrim gördüğüm´ siyasi tasfiyeyle geldi. Bu herhâlde 1700´lerde ihtilal şeklinde cereyan ederdi. Bizimki sandıkta oldu. Medyayla gelmemesine rağmen daha sonra medya korkusu, bunun haklı nedenleri de var ama itibarsız bir medya karşısında dahi itibarlı olabilecek bir iktidarın endişesi, acelesi ve aculluğuyla davrandı. Dolayısıyla daha yakın gazeteciler ve medya grupları, gözdağı meseleleri gündeme geldi. Bir önceki koalisyon iktidarı da medyayla ilişkilerle yürüyordu. Yandaş diye eleştirenler o gün yandaştı. Ama yandaşlık bugün de var. Bunun karşısında gazetecilerin iç sorunu da var. Muhabir daha güçsüzdür ama bir yazar basın özgürlüğünde sınırları zorlamalı. Hele belli bir gelir düzeyi, sağlamlık ve şöhrete ulaşmışsa. Artık bizde çok böyleleri... Ama çok güçlü ve sağlam isimler bile tek taraflı eleştiri yapıyor. Ya iktidara yaslanıp karşısındaki güçleri ya da o güçlere yaslanıp iktidarı eleştiriyorlar.
-Zorlamayanlar; vicdanlarındaki özgürlükten ne anladıklarını oturtamadıkları için mi böyle davranıyorlar?
Bazıları hiçbir şeye bulaşmaz. Ama bazıları gerçekten cesur ve sivri yazıyor. Çok güçlü bir iktidarı yerden yere vuruyor. Bunu da demokrasi, basın özgürlüğüyle süslüyor vs... Buna karşılık başka bir güç karşısında gıkı çıkmıyor. Ya da tam tersi birtakım yerlerden cesur yazılar yazılabiliyor. Ermeni, Kürt sorunu üzerine. Ama bir tane medya eleştirisi yazısı çıkmıyor patronu rahatsız etmemek için.
Sabah Gazetesi´nde yazıyordum bundan önce. Sonuçta iktidara yakın konuşlandığı söylenen bir gazete. Ama çok özgürce yazdım, karışmadı. Hatta en son yazımda, `insanlar ibadette, inançta özgür ama özgürlük dediğinizde mescit içeride, sendika dışarıda ise bu tuhaf bir özgürlük anlayışı´ dedim. Mescidi içeri alıyorsun, güzel; ama sendika dışarıda. Ama başka gruplarda ikisi de yoktu... Kapıda 10 kişi de olsa greve çıkmış genç meslektaşım vardı. Bunlar yokmuş gibi davranmak... Kapınızın önündeki 10 tane insana bir kelime etmeden ne kadar cesur yazarsanız yazın.
-Doğan Grubu´na kesilen ceza size göre siyasi mi?
Mali boyutunu bilemem. Türkiye´de maalesef, bu işler herhâlde şöyle işliyor. Bir, bu cezanın meşru bir gerekçesi oluyor. Ondan sonra siyasi irade bu konuda bir karar veriyor ya da vermiyor. Siyasi iradenin dışında özerk kurumlarla yürümediğini biliyoruz. Bizzat mali süreç bile siyasi. Yani pazarlık denilen, cezayı indirme.
-Karamehmet, Ciner ve Çalık medya grupları Aydın Doğan´a yapılan bir haksızlık gördüklerinde yazmalılar görüşündesiniz sanırım?
Doğan Grubu´ndan kovuldum. Daha kötüsü var mı? Oradayken eleştirdiğim için kovuldum. Ama Başbakan `gazetelerini okumayın´ dediğinde Sabah´ta yazı günüm değildi, küçük de olsa yazı yazıp buna tavır aldım. Bu söze tavır alınması gerektiğine inandığım için. Yazdım diye Türkiye mi değişti, mesele bu değil, mesele size başta söylediklerim, kendi vicdanınızla sürekli tartışma hâlinde olmak.
-Anladığım kadarıyla geldiğimiz nokta şu, bu özgürlük her halükârda bizim işimiz; bu işin altyapısını gazeteciler ortaya koyacak. İş bize, sendika ve meslek örgütlerimize kalıyor...
Yeni bir sendikacılık trendi oluşması gerekiyor belki. Bireylerin farklılıklarını da göz önüne alan, mesleğin diğer sorunlarıyla da ilgilenen...
-Cemiyetin telefonunu çaldırdığınızda "Türkiye´nin en geniş meslek örgütü" sözüyle karşılaşıyorsunuz...
Üye sayısı bakımından öyle. Ama seçimde üçte birinden daha azı oy kullanır. Mesleki dayanışma tabii ki ama hak ve sorumluluk bildirgesine imza atan 3 bin gazeteci imzalarına sahip çıksalar Türkiye´nin kaderi değişirdi. Muhaliflik meselesinde de yabancılar şöyle bakıyor: İslamcı hükûmet laik medya grubuna baskı kuruyor. Fransa´daki konferansta bu yönde soru yöneltilince şu örneği verdim. Büyük bir medya grubunun hükûmete muhalifliği yüzünden baskı gördüğünü söylüyorsunuz. Bu gruptan hükûmet aleyhinde en çok yazan iki gazetecinin yazıları sansürlendiği için ayrılmak zorunda kaldıklarını söyledim. Emin Çölaşan kovuldu, Bekir Coşkun Habertürk´e gitti. Parodiyi düşünebiliyor musunuz? Tabii ki hâlâ o grupta hükûmete muhalif yazılar çıkıyor. Benim anladığım muhaliflik bu değil zaten. O sırada iktidarda kim varsa ona muhalefet etmek değil. Her koşulda ve her türlü iktidarı denetleyebilmek. Sadece siyasi iktidarı değil. Büyük sermayeyi, askerî iktidarı, medyada tahakküm eden iktidarı neyse... Bütün bunlara karşı bir şey yapabiliyor musun, yapamıyor musun? Benim için ölçü bu.
-Yerinden yönetim ve yerel medya güçlenmeden demokrasinin yerleşmesi biraz zor gibi. Ne dersiniz?
Yerel yönetimler eskiye nazaran çok güçsüz değil, en azından mali açıdan kaynakları var. Tabii Türkiye´nin yönetiminde yerellikten söz edilemez. Yerel medyanın da yerel çıkarlarla ilişkisi daha gündelik ve yaygın olabilir.
-Bu bir ihtimal, ideal olanından söz ediyorum.
İdealinde şu var. Fransa çok ilginç bir örnek. Türkiye gibi çok merkeziyetçi bir ülke. Ulusal birliğini erken sağlamış Almanya ve İtalya´ya göre. O Fransa´da da yerel medya yaygındır. Üçte ikisi yerel medyadır. Yerel medyanın güçlendirilmesi çok önemli, demokratik kanal gibi merkeze akmasını sağlamak.
-Cumhuriyet ve demokrasi ayrımı ortaya çıktığında bazı insanlar "cumhuriyetçiyiz, demokrat değiliz ayıp değil ya" dediler. Halkı "göbeğini kaşıyan adam", "sen oyunu kullan gerisine karışma" diye aşağıladılar. En büyük demokrasi dışı tutumları sergileyen gazetecilerden biri Coşkun´du. İstediği fikri savunabilir ama halkı suçlamak da neyin nesi? Bunların altyapısında biraz da bu yatıyor. Yerellik çözülürse Türkiye´deki rejim problemi de ortadan kalkar gibi...
Halkı suçlama meselesinde şu var. Sorunları konuşmayıp şu yazı yazmalı, bu yazı yazmamalı deyip fikir belirtemeyiz. Türkiye´de buna uygun bir tasfiye tartışması da yürüdü. Son 10 yılda demokrat hâline gelmiş bazı arkadaşlar birden bire en büyük demokrat olup bir çizgi çektiler. Çizginin bu tarafındakiler tasfiye olsun. Bunun demokratlıkla bir ilgisi var mı? Kimin bir başkasının tasfiye edilmesini talep etmeye hakkı olabilir? Bir insan da bu yazıyı yazabilir, benimsersiniz, benimsemezsiniz
-Elbette, asıl kararı halk vermekte zaten...
Halk meselesine gelince... Yüzde 95´le 12 Eylül Anayasası´na oy veren de bir halkımız vardı. Hiç bu eleştirilmeyecek değil. "Göbeğini kaşıyan adam" eleştirisinde hakaret, aşağılama kısmı var. Halkı da böyle çok acayip bir yere koyma. Zıt yazan biri olarak söylüyorum bunları. Şu tasfiye olsun, bu yazmasın diye bir hak göremem ki kendimde. Aynı şekilde çok cumhuriyetçi, özgürlükçü görünenler de başka birilerinin yok edilmesini istiyor. Bu öyle bir ülke ki bunu kavramazsak samimi olamayız. Bir, bu ülkede önceki iktidar da şimdiki iktidar da kimi insanların susturulmasını istiyor. İki, bu ülkede iktidar karşısında basın özgürlüğü naraları atan medya grupları kendi yazarlarını kendileri susturabiliyor. Kavrarsanız bir hat üstünde gidersiniz. Kavramazsanız iktidara yaslanırsınız demokrat, Aydın Doğan´a yaslanırsınız, basın özgürlüğü havarisi kesilirsiniz. Tayyip Bey de, İlker Başbuğ da birilerini kovdurmak istiyor mu? Aydın Bey de birilerini kendisi kovuyor mu? Mesele budur. Niye onu ondan ayırayım ki. Üçü de birer güç. Üçü de o güce dayanarak tahakkümde bulunuyor. Bir genel tahakküm, iki özel olarak beni mesleğimi ve meslektaşlarımı ilgilendiren tahakküm. Üçüne de tavır alabiliyor muyum? Bütün konuşmalarımızın özeti budur. Üçüne de tavır almadan buradan ona yaslanıp bana tavsiye anlatan arkadaşa da selamlarımı iletiyorum. Aydın Doğan´ın yanından basın özgürlüğü anlatana da. Kendimle de yüzleşmeye çalışıyorum. Ben niye yapamıyorum diye. Bazen utandığım şey de oluyor, yazamadığım, yazmadığım, düşünmediğim için...
-Çok yazı var mı isteyip de yazmadığınız?
O anda bazen öyle düşünemiyorum. Elimi tutan çok şey yoktur. Özgürsün diye düşüncen değişmez ki bir anda. Yazı yazan herkesin üstündeki esas büyük gölge kendi işletmesidir. Bakın Doğan Grubu´ndaki en özgürlükçü, demokrat yazıları yazanlara, saymayayım, Aydın Doğan´ın emriyle kanun çıkartıldığında bir kelime aleyhinde yazmıyorlardı. 301 gibiydi. Bir iki kelime bile etmeden nasıl en büyük olabiliyorsun? Sınırlandırılmamış bir iktidar gücü tehlikeliyse, böyle bir medya gücü de tehlikelidir.
-Laikliğin en katı uygulandığı ülkelerden Fransa´da cumhuriyet ve demokrasi arasındaki denge nasıl sağlanmış ya da oturtulmuş?
Orada da cumhuriyetçilik, demokratlık diye ayrımlar var ama oradaki cumhuriyetçiliğin kökeninde bir halk ihtilali var. Orada darbeyle, askerî müdahaleyle yapılmış bir cumhuriyetçilik türü yok. Laiklik de din ve devlet işleri kabaca ayrılsın diye değil; laikliğin anlamı şu: Herhangi imtiyazlı bir otoritenin -o zaman iki tane vardı bir saray iki kilise- dinin kendisinin değil, kurumun, kilisenin ve insanların- halk üstündeki tahakkümüne son vermek.
-Türkiye´de böyle anlaşılmıyor işte...
Benim anladığım tarihsel süreçte sadece din otoritesi meselesi değil, laiklik, herhangi bir imtiyazlı otoritenin devlete, dolayısıyla halka tahakküm etmemesidir. O yüzden Türkiye´deki cumhuriyetçiler, cumhuriyetçi değil demeye çalışıyorum. Demokratların demokratlığını da tartışıyoruz ama... Çünkü kendilerine imtiyazlı bir dünya kuran, kendilerini egemen, zinde olarak gösterenler cumhuriyetçi olamaz. İster asker, isterse sivil olsun. Sivil derken üniversite hocası, yargı, birtakım seçkinler falan. Bizzat ordunun içinde cumhuriyetçilik, demokrasi ve insan hakları sorunu vardır.
-Türk Ordusu´nun darbeciliği öz yapısından mı kaynaklanıyor yoksa cumhuriyetçi olmayan cumhuriyetçilerin tetiklemesiyle mi meydana geliyor darbeler?
Türkiye´deki darbelerin birçoğunda dış dinamikler de var. Meşruiyetini o maddelerden ve kendine göre cumhuriyet yorumundan alan darbecilik geleneği. Dediğiniz şey de etkili. Ama daha az konuşulan bir şeyi söyleyeyim, Türkiye´deki problem, halkının da darbeciliği. Belki bugün değişmiştir. 27 Mayıs, kitle desteksiz mi? Yüzde 50. 12 Mart, komünistlere, solculara karşı; bütün sağ, muhafazakâr, liberal, iş dünyası herkesin desteği var. 12 Eylül, halktan yüzde 95 destek görmüş. Türkiye halkı önce kendi darbeciliğini, darbe severliğini; o benim darbem, bu senin darben ayrımcılığını atacak üstünden. Sonra ordusunu ona göre oluşturacak.
-28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan e- muhtırasında halk değiştiği için mi metot farklılaştı biraz?
Değişiyor, o yüzden darbe yapılamıyor. Dünya da değişiyor. Şu anda Latin Amerika´da kaç tane darbe duyuyorsunuz? Şu anda darbeye karşı kesimin ciddi bir şekilde 12 Eylül ile hesaplaşması lazım. Hesaplaşmadan darbe karşıtlığı başladı. 12 Eylül darbecisini Abdullah Gül ağırlıyor Köşk´te. Ergenekon´da darbe yok ama en azından tasavvur edilmiş. Onlar yargılanıyor güzel. Değişik, cinayet boyutları var. Yargıda ortaya çıkacak. Ama darbeci bir adama bir yandan cumhurbaşkanı muamelesi yapıyorsun. 27 Nisan e-muhtırası. Çıplak imzadan daha ötesi değil mi? Muhtırayı ben yazdım diyen adam nerede?
-Emekli oldu, F.Bahçe maçlarında...
Savcıyla şakalaşıyor. Savcıyla şakalaşan adam daha önce bu iktidara savcı çalışmış. Şemdinli´ye bakınca sadece Yaşar Büyükanıt´ı görürsen ayıp edersin. Büyükanıt ve Erdoğan´ı birlikte görmek lazım. Çünkü o savcıyı hedef hâline getiren Büyükanıt, o savcıyı sonunda kazıyan bu hükûmet. Tezkerenin reddi Türkiye´ye müthiş itibar getirdi. Çok onurlu bir halka; hükûmete devlete sahip olduğu intibaını verdi bütün dünyaya. Türk olarak en çok saygıyı o dönem gördüm. Bir anda kimsenin yapmadığını yaptı Türkiye. O fotoğrafı yarım görmeyelim. Abdullah Gül başbakandı. Amerika ve Genelkurmay´ın istediği bir tezkere. Ortada 100 tane isyancı AK Partili. Grup serbest bırakılmıştı elbette. Fotoğrafta Erdoğan hayır demiş gibi görülürse bu yanlıştır. Tezkere hükûmetin. Bütün olaylarda bakış açısı bu olmalı. Erdoğan ben şapkamı alıp gitmem dedi. Ardından Demirel, ben de komutan aldım görevden dedi. Demirel´inki hikâye. Ama Erdoğan´ın aldığı bir komutan var mı görevden?
-Ne yapmalı şu durumda Erdoğan?
Akıl öğreten değilim. Demirel bile bir tane uyduruk komutan ismi verdi, aldım dediği. Sorunum Erdoğan alsın etsin değil. Kim bilir benim düşünmediğim bin dengeyi düşünüyor. Ama söylediğim şu: Bakarken fotoğrafı böyle görelim. Laf eden, sonuna kadar göremeyen değil...
-Erdoğan belki tezkerede görmediğimizi görmüştür...
Olabilir. Bir yandan onu idare etti, diğer yandan da öbürünü. Yüzde yüz de böyledir. Demirel de "Meclis´i açık bırakmak için böyle yaptım 12 Mart´ta" diyor. Ama kimse de Demirel´e demiyor ki, maalesef Erdoğan da diyemiyor, "Baba Meclis´i açık tuttun ama ordu ile el ele üç tane adamı (Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını) idam ettin." Kimle? Orduyla. Türkiye´nin hikâyesi bu. 40 yaşın üstündeki herkes 12 Eylül anayasasına oy verdi. Onun günahıyla yaşıyoruz. Açılıma AK Parti içinden de tepki geliyor. Türkiye´yi suçlamıyorum, olaylara böyle bakıyor. Darfur´da 300 bin kişi öldürülmüş, adına ne dersen de. Önce bir orada dur. Evet, Gazze´de İsrail katlediyor. Lanet olsun bu ABD´ye, Ebu Gureyb´de işkence yapıyor. Ama Saddam da Halepçe´de Kürtleri yaktı, Kürtler de Türkmenleri öldürüyor. Bunları aynı anda diyemez mi bir insan?
-Bu bilinç düzeyi meselesi mi?
Bilinçten öte konuştuğumuz basın özgürlüğü meselesi de bu. Halk eskisi kadar darbeci değil ama güce tapma bitmeden darbe geleneği de bitmez. Beş senedir ordunun içindeki meseleyi yazıyorum. Ordunun yüzde 80´i ciddi biçimde sorunlu. Tepki duyuyor üstüne. Yöneticilik biçimine, ezilişine. Türkiye´nin çok ciddi cumhuriyet sorunu var. Ordu eleştirisi yapanlar da buna ilgi göstermiyor. Kendi dünyamda da, türbanı yüzünden mağdur olan kızı da, Kürt olduğu için vurulan çocuğu da, askerlikte rütbesi düşük olduğu için ezileni de, bütün bunları görmeye dair gazeteciliğin gazetecilik olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğünü de, sorumluluk meselesini de böyle kullanacaksın. İnsanların seslerine, sessizliklerine karşı kendini sorumlu hissetme. Yoksa tabii ki ideolojik farklılıklarımız olacak.
Muhabir ve haber silikleşti...
-Cağaloğlu´ndan ayrıldıktan sonra medya-ticaret-siyaset ilişkisi yoğunlaştı. Önceleri haber ve muhabir ön plandaydı. Şimdilerde yazar ve yorum ön planda. Gazeteciliğin silikleştirilmesinde önce muhabirin öldürülmesiyle işe başlandığına inanıyorum. Gazeteciliğin silik mesleklerden biri hâline geldiği fikrine katılıyor musunuz? Böyleyse bunun sebepleri nelerdir?
Muhabir eskiden çok daha önemliydi görüşüne katılıyorum. İlk haberlere bakılırdı. Atlanan haberler için her gazetenin yazı işleri ve muhabirleri üzülürdü. Genel yayın yönetmenleri muhabirlerin ortasında bir yerde olurdu. Gördüklerim de öyleydi, kendim de öyleydim. Çetin Emeç de öyleydi. 10 kat yukarıda ayrı odaları olmazdı. Köşe yazısı yazmazlardı, Abdi İpekçi hariç. Yazı işleri sorumlusuydu, genel yayın yönetmenleri. Önce habere bakarlardı. Önce kendi yazısını düşünen zaten yazıyı önemsiyor demek. Ben de hiç yazı yazmadım yönetmenken. Haftada bir yazıyordum. Günlük yazmadım. O zaman ağırlığı şaşıyorsunuz. Çok gezilere gitmesine de karşıyım yönetmenlerin.
-Yorumlar diğer gazetecileri etkiliyor değil mi?
İnsanlar size bakıyor. Kendi yorumlarınıza baktıkça ona göre bir dünya kuruyorsunuz. İkincisi gezilere, çok davete gitmek. İktidarla, genelkurmayla, iş dünyasıyla ilişkiler kurmak, genel yayın yönetmeni ve en üst düzeyde. Bunların hepsi kötü. Artık sizinle ilişki kuruldu mu, artık en tepeden gitmek istiyorlar, bir. Muhabiri atlıyor. Patronunu arıyor; başbakan, komutan, vali... Genel yayın yönetmenini arıyor, en kötü ihtimal Ankara temsilcisini. Kurulan ilişkiler içinde haber öldürülüyor. Dostluk, hasımlık, hısımlık ilişkileri oluşuyor. Haberin kendisi öldürülüyor. Özel haber, sansür, oto sansür çok arttığı için haber ve muhabir öldü. Konulmayan haberler yüzünden haber ufku çok daraldı.
Çok üzülüyorum. İçine katma değerler katılmamış, işlenmemiş haberlere. Ajanstan geldiği, televizyondan izlendiği, bürodan uygun görüldüğü gibi sokulmuş. Kâh dosya olarak veyahut gazetecilikle ilişkisi olmayan idari katlardan gelmiş, reklam-ilan servisi bir haber getirmiş aynen girmiş, patron bir haber getirmiş aynen girmiş. Bütün bunlar aldığım gazetecilik bilgisine ve yaptığım gazeteciliğe uygun değil.
Umur Talu, 1998 tarihli Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi´ni yazarken "özgürlük, hak ve sorumluluk" kavramları arasındaki dengeyi gözettiğini söylüyor.
Talu, medyanın aslında dünyanın hiçbir yerinde sermayenin gölgesinden uzak kalamadığını ancak Türkiye´deki boyutun açıkça kuyruğa takılmışlığa dönüştüğünü belirtiyor.
Talu, gazetecinin güce dayanarak tahakkümde bulunan her erke -iktidar, asker, medya patronu- karşı gerektiğinde çekinmeden ve korkusuzca tavır alabilmesi gerektiğini düşünüyor.
Türkiye´de laikliğin yanlış anlaşıldığını anlatan Talu´ya göre, "bizdeki cumhuriyetçiler, cumhuriyetçi değil"; bizzat ordunun içinde cumhuriyetçilik, demokrasi ve insan hakları sorunu var.