Yağmur yağınca uyanıyorum. Metronun girişinden Taksim’e yeni yapılan altgeçide inmeye karar veriyorum. İnanılmaz bir trafik uğultusu var ama en azından kuru. Hem başka insanlardan korkuyorsunuz ama hem de yakın olmak istiyorsunuz. Kendini mumya gibi sarıp yatmış bir adamın az ötesine ben de uzanıyorum. Ayakkabılarını çıkarmış, başının altına koymuş. Herhalde çalınmasın diye. Ben de çıkarsam mı? Yok ya benimki tilki uykusu gibidir, biri ayakkabımı çalmaya kalkarsa uyanırım. 15 dakika sonra betondan gelen soğuğun ciğerlerime saplandığını fark ediyorum. Çantadan battaniyemi çıkarıp altıma seriyorum. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyandığımda tepemde altgeçitteki belediye görevlisi var. “Taş sizi mahveder, kalkın buradan” diyor. Sanki biz bilmiyoruz. Türkçesi şu: “Arkadaş ben sizi kaldırıp kovmuş olmayayım. Sanki sağlığınızı düşünüyormuş gibi söyleyeyim bunu. Ama siz de benim başıma iş açmayın, gidin başka yerde yatın...”
Bazı evsizlerin kıyafetlerine baksanız asla konduramazsınız evsiz olduklarını. Mustafa Bey’in üstü başı tertemiz. Kıyafetlerini camiilerde temizliyormuş. Taksim Parkı’nda yatıp kalkıyor. Memleketteki ailesine para göndermek için inşaatlarda çalışıyor ve hamallık yapıyor ama mülteciler geldiğinden beri artık işçiler durağından da iş çıkmadığını anlatıyor.
Fotoğrafçı Murat Şaka: “Normalde tek saatlerde metronun çıkışında buluşacaktık. Ama ben Taksim’e vardığımda saat 14.00’tü. Şansımı deneyip Gezi Parkı’na baktım. Çantasını başının altına almış, bankta yatıyordu. Şaka olsun diye bozuk para attım. Korkudan yerinden sıçradı.”
OHAL var ya... Normalde günde iki-üç çevrildiğim bile oluyor. Nüfus cüzdanım ve n’olur n’olmaz diye gazete kimliğim çorabın içinde. Çanta çalınırsa diye. Fakat kimsenin yanıma uğradığı yok. Anladığım kadarıyla polisin meselesi sokağa çıkanlarla. Zaten sokakta olanlarla değil.