HÜKÜMETİ DEVİRMEYE ÇALIŞAN 45 KİLOLUK KADININ ÖYKÜSÜ!
Hürriyet yazarı Ayşe Arman, Odatv davasının sanıklarından Müyesser Yıldız'ı konuk etti!
ODA TV davasında 15 buçuk ay Silivri Cezaevin'de yatan Müyesser Yıldız hakkında ilk tespit: Hiperaktif. Hızlı düşünüyor, hızlı konuşuyor, hızlı karar veriyor, hareketleri hızlı.
İkinci tespit: Küçücük bir kadın. Konuştukça,
dinledikçe, cesaretine tanık oldukça büyüyor. Müthiş dirençli.
Küçük dev kadınlardan. Kendini çok iyi ifade ediyor, Türkçe’yi çok
iyi kullanıyor.
Simit, çay ve sigara seviyor. Aylarca beton içinde kaldığı için, bu
aralar çimlere basamıyor. Kedi talebi basında çok yer almıştı ama
tek sevdiği hayvan kedi değil, ormanda beslediği tilkileri var,
yolda yaralı bulduğu tavşanları var, gerçek bir hayvan
delisi...
Üçüncü tespit: Telefonu susmuyor, arayanlar
genellikle dik duruşunu tebrik ediyor. Eşi emniyet müdürü, “30
yıldır eşim benimle birlikte gazeteci olduysa, ben de aynı sürede
onunla birlikte emniyet mensubu oldum” diyor. Benim anladığım,
memleket meseleleri haricinde üç ‘kutsal’ı var: Alzheimer’lı
annesi, hiç aksatmadan onu ziyarete gelen eşi Naci ve ODTÜ’de
okuyan oğlu İlim...
Filmi başa saralım.
- Saralım...
Polisler o sabah sizi almaya geldiler...
-
Evet. Her zamanki gibi ormana tilkilere yemek götürmeye gitmiştim.
Evimizin arkasındaki Oran Ormanı’nda tilkiler var. Ben de iş
edindim, her sabah 05.30’da yürüyüşe çıkarken, onlara yemek
götürüyordum.
Korkmuyor musunuz?
- Yok canım! Tilkiden ne
korkacağım, insandan kork! Başlarını okşuyorum, o kadar yakınız.
Dişi olanı anne oldu, onun ağzına torba içinde et bağlıyordum ki,
yavrularına götürsün. Öteki türlü yiyecek bulmak için, vadiyi
birkaç kez inip çıkmak zorunda kalıyordu.
O sabah yine yemeklerini verdiniz...
- Evet
ve eve döndüm. Saat 08.00 oldu. Oğlumu uyandırdım, duşunu aldı,
ODTÜ’de okuyor, bilgisayar mühendisliğinde. Eşim de uyanmış
gazeteleri okuyordu, kahvaltı hazırlarken kapı çaldı. Açar açmaz
gelenlerin polis olduğunu anladım. 30 yıldır bir emniyet mensubuyla
birlikte yaşayınca anlıyor insan.
Girdiler içeri. Paniğe kapıldınız mı? Yoksa sakin
miydiniz?
- Sakindim ama şaşkındım.
O ANDA KENDİNİZDEN ÇOK SEVDİKLERİNİZİ DÜŞÜNÜYORSUNUZ
İlk aklınızdan geçenler?
- Oğlum İlim ne
reaksiyon verecek? Ya okula gidemezse? Ya arkadaşları tavır alırsa?
Bir de annem Alzheimer, her gün onu ziyarete gidiyordum. Başkası
yediremiyordu, altını değiştirirken de problem çıkıyordu. Bunları
düşündüm. Anneme ne olacak diye. Aynı anda Naci de geçiyor tabii
aklımdan. Onun çevresi ne diyecek? Neticede eşim bir emniyet
müdürü...
“Ya emniyet müdürü kocamı utandırırsam?” diye
düşünmediniz mi peki?
- Düşünmez miyim? Naci beni ruhu
gibi bilir, müthiş de destektir, birbirine çok bağlı bir karı
kocayız, benden şüphesi olmaz ama yine de yaşayacağı izolasyonu,
yalnızlığı düşündüm. Zaten öyle bir anda kendinizden çok,
sevdiklerinizi düşünüyorsunuz... Bir de, diğer Ergenekon
operasyonlarını takip ettiğim için süreci biliyordum: Bilgisayarımı
ve beni alıp götürecekler. Aynen öyle oldu.
Sonra?
- Önce Ankara, sabaha karşı İstanbul
Emniyet. Gözaltında normalde sigara verilir, vermediler. O zaman
sinirlendim ve dört gün boyunca yemek yemedim. İfade vermeyi de
reddettim. Derken savcılığa sevk. Benim de Zekeriya Öz’e açtığım
dava vardı. Dava açtığım adam, beni gözaltına aldırıp tutuklattı.
Sorgumu da o yaptı. Ona ifade verdim.
İfade sürecinde neler oldu?
- “Herhalde bana
ifade vermek istemezsiniz!” dedi. “Yoo niye vermeyeyim ki” dedim,
“Benim için sakıncası yok.” Zaten polislerin hazırladığı sorulardı.
Tuhaf olan bu: Polis savcı olmuş, savcı hakim olmuş, hakimin ne iş
yaptığını çözemedim! Bunu da mahkemede söyledim zaten...
Sizin iddia ettiğiniz gibi, birileri bilgisayarınıza bir
şeyler yüklemişse, bu yüzden ‘terörist’ olmaklasuçlanıyorsanız ve
içeri atılıyorsanız... Delirmez mi insan! Sakin kalmayı nasıl
becerdiniz?
- Delirmiyorsunuz. Kendinizden eminsiniz.
Biliyorsunuz ki suçunuz yok. Ama şunu da biliyorsunuz: Karşınızdaki
güçlü. Elinde iktidar gücü var. Karar vermiş, kafaya koymuş, sizi
ezmeye çalışıyor, ezecek, sonuna kadar gidecek. Ama tabii
sükûnetimi bozduğum zamanlar oluyordu. Mesela sabıka için fotoğraf
çekmek istediklerinde, onlar beni çıldırtıyor mu, ben de onları
çıldırtmak istedim, “Doğru düzgün poz veremeyeceğim” dedim, dilimi
çıkardım, yüz hareketleri yaptım.
KADINLAR CEZAEVİNE ÇABUK UYUM SAĞLIYOR
Peki sormadınız mı, “Beni hangi terör örgütüne üye
olmakla suçluyorsunuz” diye?
- Söylüyorlar zaten,
“Ergenekon terör örgütünün medya yapılanması” diyorlar. Fiziki
işkence yapmıyorlar ama manevi olarak eziyet ediyorlar. Mesela tam
başınızı koyuyorsunuz uyumak için, o anı bekliyorlar, hemen, “Hadi
kalk” diyorlar, “Sorguya, fotoğrafa...” Sersem vaziyette olmanızı
bekliyorlar. İfademi sabaha karşı aldılar. O saatte yapamazsın,
mahkeme kuramazsın, herkes bitmiş vaziyette ama yapıyorlar. Sabaha
karşı bitti, bu sefer de hastaneye götürdüler. Sonra da Bakırköy
Kadın Cezaevi’ne. Ama sadece beş-altı saat kaldım Bakırköy’de, apar
topar beni Silivri’ye sevk ettiler.
İnsanın yüreğine nasıl bir duygu gelip
oturuyor?
- Derin bir yalnızlık ve “Acaba ailem
nerede olduğumu, nereye götürüldüğümü biliyor mu?”
Bu olaylar içinde sizi en çok sarsan
neydi?
- Silivri’ye sevk edilirken kelepçelediler. O
çok koydu bana. Bir de araç o kadar dur kalk yaptı ki, kusma hissi
geldi. Askere, “Bir poşet verebilir misiniz?” dedim, “Komutanıma
sormam lazım” dedi. “Tamam kalsın” dedim. Sonrası cezaevi...
Bir erkekle bir kadının cezaevine düşmesi arasında ne
fark var?
- Kadınlar ortama daha çabuk uyum sağlıyor.
Ve daha dirençliler.
Cezaevine düşenlerin, neyi bilmesi
gerekiyor?
- Dışarıdaki hayatla bir yerde ilişkini
kesmen lazım. O hayat durdu, onu bırak, uğraşma, didikleme. Şimdi
öbürü başladı. Gerçek hayatını içeri taşırsan, yandın. Bir gün geri
döneceksin ama o zamana kadar buradasın. Kendine acımayı bırak,
“Öyleydi böyle oldu” demeyi de, mümkün olduğu kadar hızlı bu yeni
hayatına adapte ol. Ve kendine orada bir dünya kur!
Ağırmış...
- Ama başka çaresi de yok.
Üstelik siz 21 kişilik koğuşta
yapayalnızmışsınız...
- Doğru. Sabah ve akşam
yoklamalarında koruma infaz memurlarını görüyordum, “Günaydın...
İyi akşamlar... Yemek yiyecek misiniz?” Onun dışında kimseyle
konuşmuyordum. Çarşamba günleri ailem ziyarete geliyordu, o
kadar.
Olup biteni nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden cezaevine
girdiniz? Sadece muhalefet yaptığınız ve muhalefetiniz etkili
olduğu için mi?
- Yok canım, muhalefetimin çok etkili
olduğunu düşünmedim. Zaten kıyıda köşede yazıyordum. Flaş bir
gazeteci hiç olmadım. Kendi çapında, küçük, bağımsız bir
gazeteciydim. Ama demek ki o bile rahatsız etmeye başladı!
“Vay be! Ben neymişim, ne kadar ciddiye almışlar beni!”
diye düşündünüz mü?
- Ne yalan söyleyeyim, düşündüm.
Hatta, TBMM Cezaevleri Alt Komisyonu geldi, komisyon başkanı da
AKP’li, “Bakın” dedim, “Hükümeti devirmeye çalıştığını düşündüğünüz
kadın işte bu! 45 kiloluk küçücük bir şey. Eğer gerçekten benden
korkar hale geldiyseniz yandınız, durumunuz vahim!”
“Hükümeti düşürmeye çalışan kadın işte bu! Küçücük bir şey. Eğer
gerçekten benden korkar hale geldiyseniz, yandınız, durumunuz
vahim!”
CEZAEVİNDE YAŞAMI SÜRDÜRME KILAVUZU
21 kişilik bir koğuşta yalnız olmak bana ürkütücü
geliyor...
- Ben korku bilmem pek... Ama yalnızlık
feci. Kendinizi ve ruh sağlığınızı korumanız gerekiyor.
Nasıl?
- Ziya Gökalp okudum. Malta’da
cezaevinden, eşine, kızına yazdığı mektupları. Çok dirençli biri
olmasına rağmen, “Ruh sağlığı kitapları okumam gerekecek” diyordu.
Ki ben Malta’ya gittim, kaldığı yeri de gördüm. Yeni kitap çalışmam
o dönemle, bu dönemin yargılamaları, birebir benziyor bazı şeyler.
Gökalp’in satırlarını okuyunca, içinde bulunduğum sürece, hemen
uyum sağlamam gerektiğini anladım. Evet, normal hayata bir gün
döneceksiniz
ama ne zaman belli değil, şimdi buradasınız. O yüzden ‘kararmamaya’
çalıştım...
Ne yaptınız peki?
- Okudum, okudum, okudum,
yazdım, yazdım, yazdım...
Kapıları yumruklamıyor muydunuz?
- Asla.
Öfkemi yazılarıma yansıtıyordum. Bir de hep meşguldüm. Önce koğuşun
temizliği, sonra okumalarım, içeride 170 kitap bitirdim ve sürekli
yazıyordum. Akşam, yastığa kafamı koyar koymaz yorgunluktan
bayılıyordum. Kendimle baş başa kalmamaya çok özen gösterdim. Bir
de yürüyordum.
Yürüyecek kadar yer var mıydı?
- 32 adımlık
koğuş içinde döne döne yürüyordum. Hava iyiyse havalandırmada, o da
42 adım. Günde üç parti. Bir buçuk saat. Yürürken de okuyordum.
Hiç isyan etmemiş olmanız beni şaşırttı.
-
İsyanımı yansıtmamaya çalıştım. Çünkü kamera var, 24 saat
izliyorlar. Kimseyi sevindirmek istemedim.
Cezaevi personeli nasıl davrandı?
- Son
derece anlayışlılardı. Bazı meslektaşlarımız daha iddianame
çıkmadan, bizi ‘terörist’ ve ‘Ergenekoncu’ ilan etti. Ama oradaki
insanlar, ‘terörist’ olamayacağımızı anladı. Kendi meslektaşlarımız
bizi linç ederken, onlardan olumsuz bir yaklaşım görmedik.
Günlerin karıştığı oluyor muydu?
- Yok,
hayatımı çarşambalara endekslemiştim. Ailem gelecek, oğlumu
göreceğim, 45 dakika olsa da. Ayda bir de açık görüş vardı.
YARIM SAATLİĞİNE BANA BİR MAKAS VERİN
Hiç mi tepenizin attığı bir an olmadı?
-
Nedim Şener’le Ahmet Şık tahliye olduğunda, bizim duruşmanın 99 gün
sonraya ertelendiğini öğrenince çıldırdım. Biraz olsun bir mantık
ya! Diğer davalarda, arada iki hafta, üç hafta oluyordu, niye 99
gün? Bu bayağı, “Eylül’e kadar keyfi olarak sizi burada tutuyorum”
demek! Ben de hırsımı saçlarımdan aldım. Saçlarım belime kadar
uzamıştı, dedim ki, “Yarım saatliğine bir makas” verin. Aldım ve
saçlarımı kestim.
Nasıl verdiler makası? “Ya kendine bir şey yaparsa” diye
düşünmediler mi?
- O güven vardı aramızda. Yapmak
istedikten sonra başka yöntemlerle de yaparsınız.
Ya konuşma? Konuşma ihtiyacı duymuyor mu
insan?
- Duyuyor...
Peki kendi kendine konuşmaya başlamıyor
mu?
- Hanefi Avcı yalnız olduğumu öğrenince, “Hiç
olmazsa kendi kendine konuş” diye bana mektup yazdı. Tabii o
tecrübeli bir polis. Önce, “Bu adam deli olduğumu zannediyor” dedim
ama sonra mahkemeye çıkınca anladım: Uzun süre konuşmayınca, tekrar
konuşmaya başladığınızda tekliyorsunuz, kendinizi eskisi kadar iyi
ifade edemiyorsunuz, kelimeler, kavramlar gelmiyor aklınıza. Ama
yine de yapmadım. Kedi istemem bu yüzdendi. Çok bunalmıştım, çok
yalnızdım. Hiç olmazsa kediyle konuşurum diye.
Peki ya televizyon?
- Vardı. İzin verdikleri
20 kanalı izleyebiliyordum. Sabahları Ayşenur Arslan’ın
‘Medya Mahallesi’ni mesela. Hakikaten de onun desteğini,
sahiplenmesini hiç unutamam. Kedi olayında, “Bak ağlamaya başlama”
dediği an hem ağladım hem güldüm. Ekrandan bana işaret yaptı.
İnsan içerideyken unutulduğunu mu
düşünüyor?
- Hem de nasıl. Zaten şimdi, haldır haldır
piyasada dolaşmamın sebebi de bu, unutturmamak. Yoksa utangaç bir
insanım, toplum önüne çıkarken yüzüm kızarır. Ama içerideki
arkadaşlarım haberleri okurken, kendi adlarını görmeyince,
kendilerinden hiç bahsedilmeyince, “Eyvah! Unutulduk” paniğine
kapılıyor. O yüzden bu meseleyi gündemde tutmak gerekiyor. Bu
arada, “arkadaşlarım” diyorum ama o hepsiyle duruşmalar başladıktan
sonra tanıştım. Sadece Barış Pehlivan’ı tanıyordum, o da yazıları
ona gönderdiğim için. Hanefi Avcı’yla da röportaj yapmıştım. Soner
Yalçın ve diğerleriyle güya aynı örgüte üyeymişiz; tanışmıyorduk
bile. Soner Bey, babamın ölümünde aradı bir kere, o kadar. Ama
tahliyemi çok istiyorlardı. İlk andan itibaren, “Müyesser’in
alınmasında bir yanlışlık olmalı” dediler. Biraz da galiba, başını
yaktık kızın gibi hissediyorlardı.
Suçluluk duygusu var mı? Onlar içeride, siz
dışarıda...
- Evet, onları orada bıraktığım için
suçluluk duyuyorum. Hakim bana sorsaydı, “Barış Terkoğlu ve Barış
Pehlivan’ı tahliye edeceğiz ama sen altı ay daha yatacaksın”
tereddütsüz kabul ederdim. Onlar gencecik, oğlum yaşındalar ve yeni
evliler. Hayata yeni başlıyorlar, kimsenin onları küstürmeye
hakları yok, pırıl pırıl gençler...
Kimi hiç affetmeyeceksiniz?
- Devlet içinde
yuvalanmış, bize bu tuzağı kuran, iftirayı atan örgütü. Bir avuç
insan onlar. Bilgisayarımıza o virüsü göndereni affedebilmem mümkün
değil...
Annem, “Aaa siz kardeşsiniz, evlenemezsiniz!” diyebilmek için köydeki bütün çocukları emzirdi
Hikâyeniz nerede, nasıl başlıyor?
- 1963’de
Adıyaman’ın Tutlupınar köyünde...
Nasıl bir aile?
- Annem Türk, babam Kürt.
İlkokula kadar Türkçe bilmiyordum, yalnızca Kürtçe
konuşabiliyordum.
Bir de şimdi sizi Beyaz Türk olmakla
suçluyorlar!
- Ya işte sorma! Müthiş bir sefillik,
yokluk. Annemi, hâlâ oğluyla evlendiriyorlar. Beş kız bir erkek
doğuruyor. Ben sondan ikinciyim. Bizim köyde, kızlar 13 yaşında
evlendiriliyor. Ablam da aynı kaderi yaşıyor. Annem çok üzülüyor,
geri kalan dört kızı bunu yaşamasın diye, köydeki bütün hala
çocuklarını, amca çocuklarını emziriyor. İleride, “Aaa olur mu? Siz
kardeşsiniz! Evlenmemezsiniz” diyebilmek için...
Anneniz müthişmiş!
- Evet, yaşadığı yerin
şartlarına göre bayağı ileri görüşlü. Annemin annesi Kürt, babası
Türk kökenli bir eğitmen ve Atatürk hayranı. Annemin babasından
etkilendiğini düşünüyorum. Tarlada çalışıyor ama içinde,
‘çocuklarımı okutacağım’ duygusu var. Hatta saplantı haline gelmiş.
Ama annem sayesindedir ki, hepimiz o köyden çıkıp, üniversiteyi
bitirdik.
Nasıl?
- Çok çok zor oldu. Ama oldu. Ufak
bir bağımız vardı. Üzüm ve Antep fıstığı, onlar da bir sene olur,
bir sene olmaz. İki de ineğimiz vardı, o kadar. Babamsa çobanlık
yapıyor. Durumu düşün...
ANNEM BENİ AHIRDA AYAKTA DOĞURMUŞ
Baba Türkçe biliyor mu?
- Askerde öğreniyor.
Hani beyaz Türküm ya, çok elitim ya, ben de ahırda doğuyorum! Çok
hareketli bir insanım, yemeği bile ayakta yerim, arkadaşlarım bana,
“Annen, seni ayakta mı doğurdu?” diye takılır. Bir gün merak edip
anneme sordum, gerçekten de öyleymiş, ayakta doğurmuş. İki katlı
evin altı ahır. Doğum sancısı başlayınca iniyor, samanlara varmadan
ben doğuveriyorum. Bağ makasıyla da göbeğimi kesiyor. Ben ahırda
doğdum, oğlum Dublin’in en güzel hastanesinde. Nereden nereye? Bu
bir Türkiye profilidir!
Peki oradan nasıl çıkıyorsunuz ve nasıl
yırtıyorsunuz!
- Rahmetli dayım Kore gazisi. Dönünce,
devlet onu İzmit SEKA’ya yerleştiriyor. Biz de, ineklerimiz öldüğü
için Besni’ye taşınmış durumdayız, okula çıplak ayakla giden
çocuklarız. Dayım acıyor, bizi de yanına alıyor. Babam
kanalizasyonlarda çalışıyor. Ben abimle simit satıyorum, pazarcılık
yapıyorum. Öyle öyle hepimiz birbirimize destek olduk, okuduk.
Ablalar ne eğitimi aldılar?
- Babam dedi ki,
“Gücüm az, sizi ancak öğretmenliğe kadar okutabilirim. Bir an önce
öğretmen okuluna gidin, öğretmen olun, aşağıdan gelenleri okutun!”
Öyle de yaptılar, çok gençtiler, biri Adana Pozantı’nın Yenikonacık
köyüne, dağ başına gitti, öbürü Kars Tuzluca’nın bilmem ne köyüne.
Canla başla çalıştılar, hâlâ çalışıyorlar. Ben de o arada liseyi
bitirdim birincilikle, Siyasal’a bağlı Basın Yayın’ı kazandım,
gazeteci olmak için Ankara’ya geldim. Benim küçüğüm Marmara
İngilizce Tıp’ı kazandı, ben de ona destek oldum.
İlk hangi gazetede çalıştınız?-
Tercüman ama, “Muhabire ihtiyacımız yok, santral memuru olmak ister
misin?” dediler. “Tamam” dedim. Yeter ki bir yerinden tutunayım.
Sonra muhabir oldum. Uzun yıllar Tercüman’da çalıştım. Turgut Özal
beni işten attırdı, Semra Özal’la ilgili bir haber yaptığım için.
Ama mahkemede de söyledim, “O zamanlar en fazla işten atılıyorduk,
cezaevine gönderilmiyorduk!” dedim. Altı ay iş aradım bulamadım,
eşimin peşinden İrlanda’ya gittim.
Eşiniz ne iş yapıyordu?
- Büyükelçiliğe
güvenlik ateşesi olarak girmişti. Oğlumuz İlim, orada doğdu. Bir
buçuk yaşındayken döndük. Özal’a kızgındım ama cenazesinde gazeteci
olarak görev yaptım. Sonra Günaydın ve Nokta dergisi var. ANKA
Ajans var. En son Akşam’daydım. Bir ara basın müşavirliği de
yaptım, 2009’de emekli oldum.
Oda TV ne zaman?
- O ara kitabım basıldı.
Biz, bir grup arkadaş internet sitesi kurduk. Fakat ses getirmeye
başlayınca, üçüncü ayda, tepemize çöktüler. Kapattırdılar. Tam o
sırada Oda TV’den aradılar: “Bize yazmayı düşünür müsünüz?” Basına
dönmeyi düşünmüyordum, kabul etmedim. Mavi Marmara baskını olunca
dayanamadım, telefon ettim, “Yazacağım” dedim. İmralı
pazarlıklarını yazdım. Başbakan “İspatlamayan şerefsizdir” dedi. O
arada, Hanefi Avcı’nın kitabı patladı. Röportajları ağırlıklı
olarak ben yaptım. Kendime, 12 Eylül referandumuna kadar süre
koymuştum. Referandumdan sonra artık Türkiye’nin gideceği fazla bir
yer kalmayacağını biliyordum, “Referandumdan ‘evet’ çıkarsa, hukuk
katliamı yaşayacağız” dedim. Öyle de oldu. Üç-dört ay daha yazdım,
sonra de içeri aldılar zaten...
YAŞANAN TÜRKİYE’Yİ DÖNÜŞTÜRME OPERASYONU
Bir gün başınıza böyle bir şeyin geleceğini tahmin eder
miydiniz?
- Eğer bu iş, bana kadar indiyse mesele
hakikaten bitmiş! Tamam siyasi bir şey, tamam Türkiye’yi dönüştürme
operasyonu yapılıyor ama bana gelinceye kadar koca koca insanlar
var... Diyordum. Bu kadar erken beklemiyordum...
Sizin başınıza ne geldi, olan biteni nasıl
değerlendiriyorsunuz?
- Biz zayıf bir halkaydık.
Sahipsiz gazeteciler. Hele ben... İsmi olmayan biri. Dışarıda
duranlara, gözdağı olur diye düşündüler. Bunlara da nasıl olsa
kimse sahip çıkmaz. Kıyıda köşede muhalefet yapıyorlar. Hem sesleri
kesilir, cezalandırmış oluruz hem de dışarıdakilere mesaj vermiş
oluruz. Olan budur.
Ayşe ARMAN / HÜRRİYET
· TEKNİK YAPI
DELUXİA DRAGOS’TA KAMPANYA! 72 AY SIFIR FAİZ!
· VİAGREEN ANKARA’DA
METREKARESİ 3 BİN 500 LİRAYA!
· DURUPARK PENDİK’TE
102 BİN LİRAYA! HAZİRAN 2014’TE TESLİM!
· TOKİ MAMAK’TA 4
BİN TL PEŞİNATLA! 217 TL TAKSİTLE!
· YENİTTK KAFALARI
DAHA ÇOK KARIŞTIRACAK!
· KONUT KREDİSİ
KULLANIRKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİ?
· SİVASPARK CİTY AVM
İCRADAN SATIŞA KONDU!
· KENTSELDÖNÜŞÜM
İÇİN FLAŞ AÇIKLAMALAR !
· MAXİMOON ÇARŞI’DA METEREKARE FİYATLARI 3 BİN
LİRADAN
BAŞLIYOR !
· MARMARA
CONCEPT’TE KONUT FİYATLARI 70 BİN LİRADAN
BAŞLIYOR!
· İZ TOWER KARTAL’DAUÇACAK !
· REFERANS
BAKIRKÖY’DE FİYATLAR 220 BİN LİRADAN !
· ARİSPARK
RESİDENCE’TA 24 AY 0 FAİZLİ KONUT !
· NOVATRİUM
RESİDENCE’TA KİRA ÖDER GİBİ EV SAHİBİ OLMA
· YEŞİL GYO YATIRIM
YAPILABİLİR KREDİ NOTUNU ALARAK,
GYO’LARARASINDA
BİR İLKİ GERÇEKLEŞTİRDİ.