22 Tem 2011 12:23
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:36
HINCAL ULUÇ ŞİKAYET EDER AMA MUHABİRLERLE ÇAY BİLE İÇMEZ!
Usta gazeteci Savaş Ay, gazete yazarlarının muhabirlere karşı ilgisizliğini anlattığı yazısında Hıncal Uluç'a da çattı.
İşte Savaş Ay’ın o yazısı...
Gazeteciyim hüzünlüyüm
İddiasına girerim. Gazetelerin yazı işlerinde çalışanların çoğu muhabirleri tanımıyor artık. Rastlaşma nedeniyle cismen biliyor elbette. Asansörde, koridorda, kafeteryada, yemekhanede filan karşılaşmaktan gelen göz aşinalıkları var yani. Sayfalardaki imzalardan dolayı isimleri de biliyorlar tamam. Lakin o ismin hangi ’cisme’ ait olduğu konusunda bilgileri var mı kuşkuluyum.
YAZARLAR DA AYNI
Peki ya yazarlar? Hangi gazete yazarı tanıyor yazdığı gazetenin muhabirlerini?
Çok özel nedenlerle yolları bir iş, bir lider, bir seçim kampanyası, miting vs takibinde kesişmişse birkaç yazar birkaç muhabiri belki tanır.
Yazı işleri müdürleri bile bu durumdaysa, genel yayın yönetmenleri hatta patronlar kaç muhabiri ismen ve şeklen bilebilir ki düşünün.
Yolunu gazete idarehanesine düşürmeden yazı postalayan. Bilmem kaçıncı kattaki odasından zinhar çıkmadan seneler geçiren. İstihbarata, haber merkezine hatta yazı işleri toplantılarına, servislerine bile yolu düşmemiş tonla yazar var. Bakmayın yaptığımız işin genel adının ’iletişim’ olduğuna.
İletişim konusunda en cılız en sorunlu olan kadrolarız çoğumuz.
NEYMİŞİZ MEĞER
Kederde kıvançta yasta bayramda birliktelik gazetelerin olmazsa olmazıydı eski dönemlerde. Şimdi kendi katı dışında bir servisinin haricinde diyelim 2 kat aşağıda- yukarıda bir başka servise girip " arkadaşlar ağrı kesiciniz var mı?" diye sorana, çöle düşmüş penguene bakar gibi şaşkın ve sorgucu gözlerle bakıyor bizim ahali.
ASANSÖR SORUNSALI
Sırf bizim mahallede 50 türlü örneği var ama kendisine de bizzat bu sitemimi söylediğim için isim vererek örnekleyeyim. Sevgili Hıncal Uluç Abimiz mesela. Arada sırada şikâyet eder, "selamsız kadrolardan. Gülümsemeleri şöyle dursun, yüzünü gözünü göstermemek için asansörde bile tepelere bakanlardan" sızlanır malum. Sonra söz gelimi muhabirliğin önemini vurgular, "muhabirler ne kadar da mühim bir işle iştigal etmektedir" onu anlatır ama...
SAF YALIN TAZE
Amasını merak eden vardır belki. Yanıt basit: Hıncal Abinin de kendi odasından dışarı çıktığı, hele de yazı işleri katına indiği kırk yılın başı bile denmeyecek kadar cılız sayıdadır. Bir günden bir güne 3-5 adım atsa, diyelim ki istihbarata uzanıp, genç gazetecilerin arasına dalıp 10 dakika olsun onlarla birlikte çay kahve içse, hal hatır sorsa, yol yöntem önerse, eleştiri getirse, onların belki de çocukça gelecek ama saf, yalın, taze görüşlerinden zenginleşse dünya mı batar yahu?
Hıncal Abi bile böyle yapıyorsa gerisini varın siz tasavvur edin.
DİZ DİZE GÖZ GÖZE
İster istemez eski günleri düşünüyorum yalan yok. Kıytırık genç habercilerdik ama Çetin Altan’lar, Halit Çapın’lar, Mete Akyol, Örsan Öymen, Mehmet Barlas, Haldun Taner, Turan Selçuk, Altan Erbulak ve daha bin dolu efsane yazar- çizer sadece gazete içinde değil, mesai sonrası gidilen barlar, kafeler, lokantalar, lokallerde bizlerle iç içe olmaya can atar, bundan da büyük keyif alırdı. Saatlerce anılar, olaylar, yaklaşımlar konuşulur, en sert en girift konular fıkralar, hoş hatıralarla keyifli muhabbet anahtarı olurdu.
ESKİ KAŞAR
Mevzuu dağıttığımın, bir nevi fikir firarına kapılıp oradan oraya zikzak yaptığımın farkındayım. Dahası siz okuyucuları ne ilgilendirir bizim iletişim özrümüz di mi? Ne yapayım bazen tutuyor işte bu zaaflı tarafım. Dünyanın en güzel, en hareketli en heyecanlı ve ’canlı’ mesleklerinden birinin muhteşem deryasında kulaç atarken, birden bire yüzü asık, sinirleri kasık, afra tafrası taşkın, sohbeti bitkin, şekeri az, acısı bol, yalnızlığı hatta kimsesizliği gani bir girdapta boğulacak hale dönüşünce bir eski kaşar olarak zurna kıvamına erip, ’zııırt’ deyiveriyorum napiiim?
Gazeteciyim hüzünlüyüm
İddiasına girerim. Gazetelerin yazı işlerinde çalışanların çoğu muhabirleri tanımıyor artık. Rastlaşma nedeniyle cismen biliyor elbette. Asansörde, koridorda, kafeteryada, yemekhanede filan karşılaşmaktan gelen göz aşinalıkları var yani. Sayfalardaki imzalardan dolayı isimleri de biliyorlar tamam. Lakin o ismin hangi ’cisme’ ait olduğu konusunda bilgileri var mı kuşkuluyum.
YAZARLAR DA AYNI
Peki ya yazarlar? Hangi gazete yazarı tanıyor yazdığı gazetenin muhabirlerini?
Çok özel nedenlerle yolları bir iş, bir lider, bir seçim kampanyası, miting vs takibinde kesişmişse birkaç yazar birkaç muhabiri belki tanır.
Yazı işleri müdürleri bile bu durumdaysa, genel yayın yönetmenleri hatta patronlar kaç muhabiri ismen ve şeklen bilebilir ki düşünün.
Yolunu gazete idarehanesine düşürmeden yazı postalayan. Bilmem kaçıncı kattaki odasından zinhar çıkmadan seneler geçiren. İstihbarata, haber merkezine hatta yazı işleri toplantılarına, servislerine bile yolu düşmemiş tonla yazar var. Bakmayın yaptığımız işin genel adının ’iletişim’ olduğuna.
İletişim konusunda en cılız en sorunlu olan kadrolarız çoğumuz.
NEYMİŞİZ MEĞER
Kederde kıvançta yasta bayramda birliktelik gazetelerin olmazsa olmazıydı eski dönemlerde. Şimdi kendi katı dışında bir servisinin haricinde diyelim 2 kat aşağıda- yukarıda bir başka servise girip " arkadaşlar ağrı kesiciniz var mı?" diye sorana, çöle düşmüş penguene bakar gibi şaşkın ve sorgucu gözlerle bakıyor bizim ahali.
ASANSÖR SORUNSALI
Sırf bizim mahallede 50 türlü örneği var ama kendisine de bizzat bu sitemimi söylediğim için isim vererek örnekleyeyim. Sevgili Hıncal Uluç Abimiz mesela. Arada sırada şikâyet eder, "selamsız kadrolardan. Gülümsemeleri şöyle dursun, yüzünü gözünü göstermemek için asansörde bile tepelere bakanlardan" sızlanır malum. Sonra söz gelimi muhabirliğin önemini vurgular, "muhabirler ne kadar da mühim bir işle iştigal etmektedir" onu anlatır ama...
SAF YALIN TAZE
Amasını merak eden vardır belki. Yanıt basit: Hıncal Abinin de kendi odasından dışarı çıktığı, hele de yazı işleri katına indiği kırk yılın başı bile denmeyecek kadar cılız sayıdadır. Bir günden bir güne 3-5 adım atsa, diyelim ki istihbarata uzanıp, genç gazetecilerin arasına dalıp 10 dakika olsun onlarla birlikte çay kahve içse, hal hatır sorsa, yol yöntem önerse, eleştiri getirse, onların belki de çocukça gelecek ama saf, yalın, taze görüşlerinden zenginleşse dünya mı batar yahu?
Hıncal Abi bile böyle yapıyorsa gerisini varın siz tasavvur edin.
DİZ DİZE GÖZ GÖZE
İster istemez eski günleri düşünüyorum yalan yok. Kıytırık genç habercilerdik ama Çetin Altan’lar, Halit Çapın’lar, Mete Akyol, Örsan Öymen, Mehmet Barlas, Haldun Taner, Turan Selçuk, Altan Erbulak ve daha bin dolu efsane yazar- çizer sadece gazete içinde değil, mesai sonrası gidilen barlar, kafeler, lokantalar, lokallerde bizlerle iç içe olmaya can atar, bundan da büyük keyif alırdı. Saatlerce anılar, olaylar, yaklaşımlar konuşulur, en sert en girift konular fıkralar, hoş hatıralarla keyifli muhabbet anahtarı olurdu.
ESKİ KAŞAR
Mevzuu dağıttığımın, bir nevi fikir firarına kapılıp oradan oraya zikzak yaptığımın farkındayım. Dahası siz okuyucuları ne ilgilendirir bizim iletişim özrümüz di mi? Ne yapayım bazen tutuyor işte bu zaaflı tarafım. Dünyanın en güzel, en hareketli en heyecanlı ve ’canlı’ mesleklerinden birinin muhteşem deryasında kulaç atarken, birden bire yüzü asık, sinirleri kasık, afra tafrası taşkın, sohbeti bitkin, şekeri az, acısı bol, yalnızlığı hatta kimsesizliği gani bir girdapta boğulacak hale dönüşünce bir eski kaşar olarak zurna kıvamına erip, ’zııırt’ deyiveriyorum napiiim?