21 Ağu 2011 13:10
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:42
HİLAL KAPLAN'DAN "DİŞİ ÇÖLAŞAN" SUÇLAMASINA JET YANIT!
Yeni Şafak yazarı Hilal Kaplan "kandil muhipliği" polemiğinde kendisini Emin Çölaşan'a benzeten Milliyet yazarı Mehveş Evin'e jet bir yanıt verdi.
"Hedef gösterme"yi hafifletenlere cevap
"Yeni Kandil muhipleri" polemiğine mevzubahis iki yazardan çok onların ’muhipleri’ dahil oldu. Fikrî açıdan sorguladıklarımın içini boşaltıp ya bendenize hakaret ederek ya da suçlayarak tartışmayı değersizleştirmeye çalışıyorlar. Son iddiaları da insanları hedef gösterdiğim yönünde. Hedef gösterme ile ifade özgürlüğü arasında, ikisini birbirine karıştıracak kadar ince bir çizgi olduğunu düşünmüyorum ama bu çizgiyi bilerek yanlış tarafa çizenlere, onların üslubundan farklı olarak "lisanı münasip"le cevap verelim.
Yazılarımda ne Nuray Mert’in ne de Ece Temelkuran’ın bırakın kişiliklerini (Temelkuran, dinî kimliğim üzerinden kişiliğime saldırmış olmasına rağmen), şu andaki siyasal pozisyonlarını dahi aşağılayan bir kısım yok. Hatta yüzleşilmesi gereken sosyolojik bir vakıa olarak gördüğüm "Kandil muhipliği"ni süfli göstermeyi amaçlamadığımı daha net ortaya koymak için yazdığım "Halis niyetlerle..." başlıklı yazıda şöyle demiştim:
" Türkiye’de "Kandil muhipleri" var, evet. Her ne kadar bu siyasal pozisyonu paylaşmasam da, "vatan haini" diskurunun kendisinin bu sosyolojik vakıayı doğurduğunu düşünürsek; "Kandil muhipleri"ni aşağılamak ya da hedef göstermek gibi bir niyetim hiç olmadı. Haddim de değil. Hatta Nuray Mert, demokratik açılımın daha tam "açılamadığı" günlerde "Bu gidişle bir Türk sorunumuz olacak" ’öngörü’sünde bulunmuşken, "PKK sempatizanlarıyla barışmak" başlıklı bir yazı kaleme almış biri olarak, oradaki pozisyonumun hâlâ arkasında olduğumu yeri gelmişken belirtmek isterim. Yani son yazılarımdaki dert "Kandil muhipleri" değildi; yazımın başlığında olduğu gibi "yeni" Kandil muhipleriydi."
Bu şekilde yazan birisini bile iki cümlenin birisinde "vatan haini, liboş, satılık" diyen bir meczupla kıyaslamak, en başta hedef göstermek gibi tehlikeli bir fiili hafifletmek anlamına gelir. "Kandil" kelimesini kullanmamın hedef gösterici olduğunu söyleyenlere de şunu sormak isterim: "Yeni BDP muhipleri" yazsam, değişen ne olacaktı? "Gerillaya oy istiyoruz" diyerek seçim kampanyası yapan, mitinglerinde Öcalan posterleri açılan, "PKK halktır, halk burada" sloganları atılan bir partinin kamuoyu algısında "Kandil"den farklı bir yere konumlandığını sanacak kadar naif miyiz? O halde yazılarında "BDP/PKK çizgisi" şeklinde yazanların ve televizyon ekranlarında BDP ile PKK arasında hiçbir mesafenin olmadığını kabul etmemiz gerektiğini söyleyen demokrat yazarların da mı hedef gösterdiğini iddia edeceğiz?
Bence burada esas rahatsız edici olan mevzubahis yazarların şu andaki siyasal pozisyonlarını oldukça net ortaya koymamdır. Yoksa örneğin BDP’lilerle zafer işareti yaparken çekilen fotoğraflar kamuoyu nezdinde benim yazılarımdan daha büyük etki sahibidir. Ki dediğim gibi "BDP’lilerle zafer işareti yapmanın" kendisini aşağılamıyorum; bunu o yazarın nerede durduğunu belli etmek için yaptığı bir tercih olarak görüyorum (Siyaseten doğruculuk zor zanaat sevgili okur). Yani ülkemizde mevcut olan PKK sempatizanlığının şeytanîleştirilmesinden ben sorumlu değilsem, mezkûr polemikte herhangi bir hedef gösterme fiili mevcut değildir.
Yazılarımın sadece içeriğiyle meşgul olan Nuray Mert’i tenzih ederek söylemek gerekirse, eğer bir siyasal pozisyonu üstlenmenin gerektirdiği cesarete sahip değilseniz, ya verdiğiniz oydan yazdığınız yazılara kadar her şekilde renginizi belli etmeyeceksiniz, ya da birisi bu pozisyonunuz hakkında yazılar yazdı diye mağdure rolüne bürünüp ağlamayacaksınız. Ortaya "yazarım" diye çıkmanın getirdiği asgari sorumluluk duygusu bunu gerektirir çünkü.
Her ne kadar twitter gibi mecralarda konu etmesem de bu polemik başladığından beri beni tahkir ve tezyif eden haberler ve yazılar sebebiyle galiz hakaretlerle ve "Haddini bildireceğiz" gibi imalarla dolu olan mesajlar ve e-mailler alıyorum. Malumunuz "klavye silahşörleri" sadece Türk milliyetçileri arasından çıkmıyor... [Yeri gelmişken hatırlatayım, beni muhbirlikten tetikçiliğe kadar her türlü akıl almaz iddiayla suçlayanlar, Kürt milliyetçileri cephesi tehdit edip hedef gösterdiğinde sus pus olmayı iyi bilirler.] Yine de "hedef gösterildim" diye ağlayacak değilim. Zira Nuray Mert’in "üç-beş albayın hikâyesi"ne veya Ece Temelkuran’ın "efsane" mertebesine indirgediği Ergenekon davası sebebiyle (Keşke Ergenekon’u da Kürt gençlerinden öğrenseler...) kendimi eskisine nispetle oldukça güvende hissediyorum. Çünkü tarihi gerçekler üzerinden biliyoruz ki bu ülkede hiçbir yazar, sırf köşe yazılarını okuduğu için harekete geçen bir zırtapozun elinde can vermemiştir. Derin devletle öyle ya da böyle teması olmayan bir ’siyasî katil’ olmamıştır. Devleti yıkma amacında olan radikal örgütlere mensup katiller için bile bu böyledir. Ayrıca hayal edemeyeceğimiz kadar büyük çilelerin çekildiği bugünlerde neyin "klavye silahşörlüğü" neyin "güvercin tedirginliği" ciddiyetinde olduğunu ayırt edebilecek; "ne acılar çekiyorum ben" ayağına yatıp ego triplerine girmeyecek kadar izan sahibiyim çok şükür ("mümine kimliğim dışa vuruyor, durduramıyoruz!).
Dört bir yandan gelen bu saçma suçlamaların cevapsız kalmasına gönlüm razı olmadığından geçen yazımda bahsettiğim arayı nihâyet verebiliyorum. Bir hafta sonra görüşmek üzere inşallah...
"Yeni Kandil muhipleri" polemiğine mevzubahis iki yazardan çok onların ’muhipleri’ dahil oldu. Fikrî açıdan sorguladıklarımın içini boşaltıp ya bendenize hakaret ederek ya da suçlayarak tartışmayı değersizleştirmeye çalışıyorlar. Son iddiaları da insanları hedef gösterdiğim yönünde. Hedef gösterme ile ifade özgürlüğü arasında, ikisini birbirine karıştıracak kadar ince bir çizgi olduğunu düşünmüyorum ama bu çizgiyi bilerek yanlış tarafa çizenlere, onların üslubundan farklı olarak "lisanı münasip"le cevap verelim.
Yazılarımda ne Nuray Mert’in ne de Ece Temelkuran’ın bırakın kişiliklerini (Temelkuran, dinî kimliğim üzerinden kişiliğime saldırmış olmasına rağmen), şu andaki siyasal pozisyonlarını dahi aşağılayan bir kısım yok. Hatta yüzleşilmesi gereken sosyolojik bir vakıa olarak gördüğüm "Kandil muhipliği"ni süfli göstermeyi amaçlamadığımı daha net ortaya koymak için yazdığım "Halis niyetlerle..." başlıklı yazıda şöyle demiştim:
" Türkiye’de "Kandil muhipleri" var, evet. Her ne kadar bu siyasal pozisyonu paylaşmasam da, "vatan haini" diskurunun kendisinin bu sosyolojik vakıayı doğurduğunu düşünürsek; "Kandil muhipleri"ni aşağılamak ya da hedef göstermek gibi bir niyetim hiç olmadı. Haddim de değil. Hatta Nuray Mert, demokratik açılımın daha tam "açılamadığı" günlerde "Bu gidişle bir Türk sorunumuz olacak" ’öngörü’sünde bulunmuşken, "PKK sempatizanlarıyla barışmak" başlıklı bir yazı kaleme almış biri olarak, oradaki pozisyonumun hâlâ arkasında olduğumu yeri gelmişken belirtmek isterim. Yani son yazılarımdaki dert "Kandil muhipleri" değildi; yazımın başlığında olduğu gibi "yeni" Kandil muhipleriydi."
Bu şekilde yazan birisini bile iki cümlenin birisinde "vatan haini, liboş, satılık" diyen bir meczupla kıyaslamak, en başta hedef göstermek gibi tehlikeli bir fiili hafifletmek anlamına gelir. "Kandil" kelimesini kullanmamın hedef gösterici olduğunu söyleyenlere de şunu sormak isterim: "Yeni BDP muhipleri" yazsam, değişen ne olacaktı? "Gerillaya oy istiyoruz" diyerek seçim kampanyası yapan, mitinglerinde Öcalan posterleri açılan, "PKK halktır, halk burada" sloganları atılan bir partinin kamuoyu algısında "Kandil"den farklı bir yere konumlandığını sanacak kadar naif miyiz? O halde yazılarında "BDP/PKK çizgisi" şeklinde yazanların ve televizyon ekranlarında BDP ile PKK arasında hiçbir mesafenin olmadığını kabul etmemiz gerektiğini söyleyen demokrat yazarların da mı hedef gösterdiğini iddia edeceğiz?
Bence burada esas rahatsız edici olan mevzubahis yazarların şu andaki siyasal pozisyonlarını oldukça net ortaya koymamdır. Yoksa örneğin BDP’lilerle zafer işareti yaparken çekilen fotoğraflar kamuoyu nezdinde benim yazılarımdan daha büyük etki sahibidir. Ki dediğim gibi "BDP’lilerle zafer işareti yapmanın" kendisini aşağılamıyorum; bunu o yazarın nerede durduğunu belli etmek için yaptığı bir tercih olarak görüyorum (Siyaseten doğruculuk zor zanaat sevgili okur). Yani ülkemizde mevcut olan PKK sempatizanlığının şeytanîleştirilmesinden ben sorumlu değilsem, mezkûr polemikte herhangi bir hedef gösterme fiili mevcut değildir.
Yazılarımın sadece içeriğiyle meşgul olan Nuray Mert’i tenzih ederek söylemek gerekirse, eğer bir siyasal pozisyonu üstlenmenin gerektirdiği cesarete sahip değilseniz, ya verdiğiniz oydan yazdığınız yazılara kadar her şekilde renginizi belli etmeyeceksiniz, ya da birisi bu pozisyonunuz hakkında yazılar yazdı diye mağdure rolüne bürünüp ağlamayacaksınız. Ortaya "yazarım" diye çıkmanın getirdiği asgari sorumluluk duygusu bunu gerektirir çünkü.
Her ne kadar twitter gibi mecralarda konu etmesem de bu polemik başladığından beri beni tahkir ve tezyif eden haberler ve yazılar sebebiyle galiz hakaretlerle ve "Haddini bildireceğiz" gibi imalarla dolu olan mesajlar ve e-mailler alıyorum. Malumunuz "klavye silahşörleri" sadece Türk milliyetçileri arasından çıkmıyor... [Yeri gelmişken hatırlatayım, beni muhbirlikten tetikçiliğe kadar her türlü akıl almaz iddiayla suçlayanlar, Kürt milliyetçileri cephesi tehdit edip hedef gösterdiğinde sus pus olmayı iyi bilirler.] Yine de "hedef gösterildim" diye ağlayacak değilim. Zira Nuray Mert’in "üç-beş albayın hikâyesi"ne veya Ece Temelkuran’ın "efsane" mertebesine indirgediği Ergenekon davası sebebiyle (Keşke Ergenekon’u da Kürt gençlerinden öğrenseler...) kendimi eskisine nispetle oldukça güvende hissediyorum. Çünkü tarihi gerçekler üzerinden biliyoruz ki bu ülkede hiçbir yazar, sırf köşe yazılarını okuduğu için harekete geçen bir zırtapozun elinde can vermemiştir. Derin devletle öyle ya da böyle teması olmayan bir ’siyasî katil’ olmamıştır. Devleti yıkma amacında olan radikal örgütlere mensup katiller için bile bu böyledir. Ayrıca hayal edemeyeceğimiz kadar büyük çilelerin çekildiği bugünlerde neyin "klavye silahşörlüğü" neyin "güvercin tedirginliği" ciddiyetinde olduğunu ayırt edebilecek; "ne acılar çekiyorum ben" ayağına yatıp ego triplerine girmeyecek kadar izan sahibiyim çok şükür ("mümine kimliğim dışa vuruyor, durduramıyoruz!).
Dört bir yandan gelen bu saçma suçlamaların cevapsız kalmasına gönlüm razı olmadığından geçen yazımda bahsettiğim arayı nihâyet verebiliyorum. Bir hafta sonra görüşmek üzere inşallah...