"HİÇBİR ŞEYİ DENİZ VE SEYİRCİ KADAR SEVMEDİM!.." EYVAH EYVAH ATA KONUŞTU!..
"Eyvah Eyvah" Trakya´nın şivesini, insanlarını göreceğimiz bir film oldu. Ata Demirer, kendisini, filmini, hayatını ve hayattaki meselelerini anlattı.
"Hiçbir deniz ve seyirci kadar şeyi sevmedim"
"Tek kişilik dev kadro." Evet, aslında iyi özet. Ata Demirer´i açıklamak için yani... Kendi kendine çok eğlenebildiği için karşısındakini de o kadar güldürebiliyor. Söylediği gibi, derisi kalın değil. Çok iyi yemek yapıyor, şehvetle yemek seviyor, "Çökertme" türküsünü reggae tarzında okuyor. İstese Türkiye´nin en iyi klarnet virtüözlerinden biri olabilir. O sesiyle hepimizin evinde bulunmasını isteyeceğimiz bir Türk sanat müziği albümü çıkarabilir. Ama çıkarmayacak, en azından yakında...
Mutat olacak, ama onu hiç magazin basınında görmüyoruz, o da bunu hiç tercih etmiyor, dahası hiç böyle bir hayatı yok. Hayatındaki en önemli insanlar kardeşi ve annesi. Ata Demirer, öyle yaşayıp gidiyor, halinden memnun.
Ve üstelik de ne zamandan beri yapmak istediği şeyi yaptı ve başrolünde kendi oynadığı "Eyvah Eyvah" filminin senaryosunu yazdı. Yıllardan beri arkadaşlarına oynadığı Hüseyin Badem bu senaryoda hayata geldi. "Eyvah Eyvah" Trakya´nın şivesini, insanlarını göreceğimiz bir film oldu. Ata Demirer, kendisini, filmini, hayatını ve hayattaki meselelerini anlattı.
-Klasik bir giriş olsun mu? Bursa´da doğdun, sonra?..
Üzerinden zaman geçince insan daha iyi idrak ediyor bu tür şeyleri: Ben az konuşan, kolay kolay neşelenmeyen, ama kendini çok eğlendiren yalnız çocuklardan biriydim. Arkadaşlarımla ilişkimde bir protokol varmış gibiydi. Doğayla, hayvanlarla, denizle ilgiliydim. Belki de şişman olduğum için böyleydi, bilmiyorum. Okuldan sonra hemen sokağa çıkmazdım, zaten top oynanıyorsa mesela en fazla kaleci olabiliyorduk (gülüyor). Kendimden büyük yaşta insanlarla konuşmak bana ağır zevk veriyordu.
-Yalnız ama mutsuz bir çocukluk klişesi gibi tınlamıyor ama...
Hayır, hiç öyle değildi. Kendi dümyamla ilgiliydim. Mesela bir oda dolusu kanaryam vardı. Bizim yazlığımız Mudanya´nın bir köyündeydi. Kış boyunca bütün hayalim yazlığa gitmek oldu. Mesela sabah yedi gibi gözümü açardım, denizin sesi bizim eve gelirdi. Hava esiyorsa o gün dalış yok demektir. Eğer ses gelmiyorsa kahvaltı-mahvaltı etmeden, paleti, maskeyi alıp fırlardım dışarı. Kışlar yok hiç hatıralarımda, belki yengeç burcu olduğum için... Okuldan her zaman nefret ettim, bir tek edebiyat öğretmenimi çok sevmiştim, zaten okulu da onun sayesinde okudum diyebilirim. "Tek kişilik dev kadro" şeklinde bir çocukluk işte. Abilerin "şu bakkalın taklidini yap" ısrarlarıyla geçti, ama ben bundan çok memnundum, kullanılıyordum galiba biraz (gülüyor). Bir de çok aşık oluyordum çocukken, hep platonik yani...
- O zaman ilk aşk meselesinden devam etsek ya...
Çocukken yaşanan şeylere aşk denir mi?
- Denir mi?
Lisedeyken Sema vardı, ona çok aşık oldum. Kadınlarla ilgili fikrim onda netleşti, o da platonikti. Sema zaten sonradan bir arkadaşımızla evlendi. Üniversite yıllarında aşk diyebileceğimiz daha yüksek dozda bir şey yaşadım. Ondan sonra da bir daha kolay kolay aynı hissi yakalayamadım. Ama bir sonraki filmde yakalarım belki.
-Okul yıllarında bir pavyonda çalışmaya başladın.
17-18 yaşlarında başladım o işe. Zaten bana kalsa ben liseyi bitiremeyecektim. Lise son sınıf bittiğinde benim tam yedi tane kırığım vardı. Sonra İstanbul´da konservatuar sınavlarını kazanınca, şartlı kurul diye bir şey vardır ya, işte onlar beni geçirdiler sağolsunlar. Bir sürü insanın da gıcığını aldık, öyle mezun olduk okuldan.
-Sonra "Şişli´de bir apartıman" yılları...
Bir aile dostumuz araya girdi, Şişli´de bir daireye yerleştim. 1,5 milyon liraydı kirası. Bu zamanın parasıyla 150 TL falan herhalde. Zaten daire yıkılıyordu. Fakat çok güzel bir komşu teyze ve kocası vardı, Muammer Teyze, allah rahmet eylesin. Onlar bana baktılar. Alt katta bir adam var, at yarışı oynuyor ve sürekli karısıyla kavga ediyor. Üst katta bir tane çocuk vardı, hasta, annesi bakıyor ona da... Ben en sonunda kum torbası astım odama, rahatlamak için onu yumrukluyorum. Dışardan bakıldığı zaman hemen filmi yapılması gereken bir apartman. Bir süre sonra baktım ki olacak gibi değil, annem ve kardeşimi de çağırdım. Onlar da geldiler. İşte o zamandan beri hep beraberiz zaten, 19 sene oldu.
-Konservatuara girdin ve "tamam" dedin, "istediğim hayat buydu"...
Tabii. Hemen bir müzik çevresi oldu. Sınava takım elbiselerle gelmiştim, tabii hemen giyim-kuşam değişti. Sınavda şarkıyı başkasının sesinden söylediğim için beni şan bölümüne değil, temel bilimler bölümüne aldılar, yani müzik öğretmeni yetiştiren bölüme... Beni hazırlayan Şerafettin Hoca´nın sesine alışık olduğum için ben direkt onun gibi söyledim, ama adam 65 yaşında ve 19 yaşındaki çocuğun 65 yaşındaki bir adamın sesinden tavrıyla söylemesi çok komik tabii. Sonra anladılar bir değişik yaratıkla karşı karşıya olduklarını. Geceleri çalışmaya başladım. Müjde Ar´ın kardeşi Mehtap Ar o zaman Karides Restorant´ta solistlik yapıyordu; ben de onun arkasında piyano çalıyordum. 70 lira alıyordum gecede, bugünün parasıyla 30 TL falan yapıyor, iyi para değil mi? Bir de o zamanlar, Hüsnü Şenlendirici´nin babası Ergün Şenlendirici ile de tanışma şansım oldu, hayatımda gördüğüm en iyi trompetçilerden biri...
-Aslında her şey yolundaymış. Ne oldu da vazgeçtin konservatuardan?
Güldürmeyi daha çok sevdiğimin farkına vardım. Ara olsa da kantine gitsem, üç-beş kişiyle muhabbet etsem, diye düşünüyordum. Sonra Allah rahmet eylesin; Vitamin grubundan Gökhan Semiz ile tanıştım, bana bir bar iş ayarladılar. Ona-buna anlatırken benim de beş-on dakikalık bir hikâyem oluşmuştu zaten. Ben çıkıp anlatmaya başladım, millet güldü valla. Sonra Asos´ta bir barda sahne almaya başladım. Orada çalışırken Dormen Tiyatrosu´ndan Güneş Berberoğlu ve birkaç arkadaşı geldi. O gün, benim Dormen Tiyatrosu´yla turneye çıkmamı sağladı. Sonra Uğur Yücel´in işlettiği Eski Yeşil´de birşeyler yaptım. Bu arada konservatuarı çoktan bırakmıştım. 98´de Leman Kültür´de başladım.
-Buradan filme bağlanalım o zaman. Bu senaryo nerden çıktı?
2008 Kasım ayında karar verdim ben Eyvah Eyvah´ı yazmaya. İyi bildiğim coğrafyadan bir hikâye anlatmak istedim. Çünkü Hüseyin Badem benim yıllardır arkadaşlarımı, aile çevremi güldürmek için kullandığım bir parçam. Ona bir karakter diyemiyorum, çünkü o da biraz ben gibi... Nisan 2009 sonu birinci taslak bitti, sonra üstüne beş tane daha yazdım, başka finaller, başka girişler buldum. Fakat hepimizin içine ilk yazdığım sindi. Temmuz ayında çekmeye başladık, ağustosun sonu gibi bitti. Montajda ömrümden ömür gitti, insan kıyamıyor; çektiklerimizle vedalaşmak kolay olmadı. Hırsımı bundan sonra çekeceğim filmlerden alacağım (gülüyor). Eyvah Eyvah benim amatör duygularla yaptığım ikinci iş. "Tek Kişilik Dev Kadro" da birincisiydi. Çünkü bir süre sonra duygularınız kalınlaşıyor, profesyonellik denen kılıç doğramaya başlıyor. Film o kadar içime sindi ki geceleri bir yeri aklıma geliyor, bitene kadar da beynimde oynuyor ve her defasında çok zevk alıyorum. Çok dişi bir hikâye bir kere...
-Hüseyin Badem kim peki?
Onu çok kıskanıyorum, benden daha iyi bir insan.
-Niye?
-Çünkü ben onu planlıyorum bir kere (gülüyor). Biraz şizofrenik oldu di mi? Hüseyin çabuk sinirlenen bir karakter. Kesinlikle asosyal değil ki burada onunla ayrılıyoruz. Her konuda fikri var, bu yüzden biraz işgüzar. Hayvanlara çok meraklı, iyi bir klarnet virtüöz. Aşk hayatına gelince de Müjgan´a aşık. Başka da bir derdi yok. Kolay kolay ondan bir sıkıntı gelmez yani. Biraz paraya düşkün. O da bulunduğu ortam içinde para önemli olduğu için; bunlar yazın çalışıp kış için para biriktiriyor. Ve en önemli özelliği de tabiri caizse ´uydu´ gibi bir kişi olması. Bazı insanlar vardır, bulunmaması gereken yerlerde bulunur. Benim annem öyle bir insan. Annem kalkıp Osmanbey´e gidiyorsa mesela, gelene kadar rahat edemiyorum. Çünkü çok sosyal bir insan, çok olay geçiyor başından. Bir anda eve bir simitçiyle gelebilir: `Ben simitçiye para verirken, eğilmiş bulundu, benim yüzümden ona araba çarptı, biz de eve geldik işte´ diye gelebilir. Uydu anteni gibi açık bir kadın; Hüseyin de öyle... O yüzden bu konuda bir sıkıntımız var.
-Filmin gerisinde duran ekip de sağlam kaya...
Tabii, Necati Akpınar´a çok şey borçluyuz, daha hikâye bitmemişken `tamam´ dedi. Yönetmenimiz Hakan Algül dünyanın en tatlı adamı. Sanatsal çekim derken, diyalog gümbürtüye gitti mi, geçmiş olsun. Ama Hakan abi ikisini birden yaptı. Sonra Serkan Çağrı bize yardım etmekle kalmadı, bana klavye çalmasını da öğretti, helal olsun ona, daha ne diyeyim. Ve elbette Fahir Atakoğlu... Hep ciddi kompozisyonlarla karşımızda oldu, aslında süper matrak bir abi. Serkan´la beraber çok iyi bir şey çıkardılar ortaya. Müziğiyle farkedilecek bir film oldu.
-Trakya´dan daha bin tane film çıkmaz mı?
Hep matraklığını gördük oraların. Buradan oranın acısı görünmüyor. Gerçi biz de sadece acısını göstermiyoruz, ama mesela Keşan´daki bir `gelin karşılama´nın aslında ne kadar hüzünlü olduğunu görmüyoruz. Garip hicaz kalıbındadır o. Ben yıllardır o bölgede yaşıyorum ve çok seviyorum. Ama filmimizin bir bölümü de İstanbul´da geçiyor, iki film seyrediliyormuş hissi de uyanabilir.
-Şive bütün Trakya´da kullanılan şive değil ama galiba.
Hüseyin Badem´in kullandığı şive, Geyikli, Bayramiç, Bozcaada, Mahmudiye gibi Kuzey Ege´nin yuvarlağı içinde kullanılan bir şive. Yani "mışmışmıştı" gibi geçmiş zaman takısını tekrar eden bir şive, tam Trakya şivesi değil. Hüseyin Badem´in annesi Trakyalı, bir zamanlar Lapseki´ye yerleşmişler. `Senden ötürü´ gibi vurgular ona anne kanında ibaret. Aslında melez bir şive kullanıyor.
-Karakterleri kimlerin oynayacağı belli miydi?
Aslında kimseyi düşünerek yazmadım, ama burada Firuzan karakteri çok önemliydi. Demet Akbağ gibi şaheser bir kadına, o karakteri kabul ettiği ve baştacı ederek oynadığı için minnettarız.
-Senin sesini Türk sanat musikisi söylerken duymak istesek ne yapacağız?
Ben sesimi o şekilde deşifre etmekten hoşlanmıyorum. Çünkü müziği, eserlerin içinde kullanmak istiyorum, filmde de var böyle sahneler. Mesela ben yıllarca Metin Akpınar böyle bir albüm yapsın diye dua ettim bir seyircisi olarak. Ama üstad sesini hep işin içinde kullandı ve bence en doğrusunu yaptı. Ayrıca, bu işin eğitimini almış insanlara da saygısızlık olur, onu da yapmaya neden çalışayım ki?
-Mesela reggie tarzında söylediğin `Çökertme´ türküsü var. Ne saçma...
Çok saçma, ama işte benim kafam öyle çalışıyor. Ben gidip niye albüm yapayım? Zamanında Bozcaada´da bir festival var; benden gösteri yapmamı istediler. Ben de tatil yapıyorum, gösteri ruh halide değilim. Dedim ki, `Zeki Altınses diye bir karakter yaratalım, makyaj yapayım, peruk takayım, Türk sanat müziği söyleyeyim´. Ama benim ben olduğumu bilmesinler, utanırım. Verdiler peşrevi, başladım `açmam açamam, söyleyemem derdimi´... Ben müziği böyle kullanmayı seviyorum.
-Bize kendinle ilgili bilmediğimiz bir şey söyle...
Elma yiyemem, yanımda yedirtmem.
Annemle çok gülme krizine girdik
-Bundan 10 sene sonra ne yapıyor olacaksın?
Tanrıya sormak lazım.
-Evet, ama ona sormadım.
Ben gösteri yapmayı çok seviyorum ve sinemaya da sevdalandım, iki kadın arasında kaldım. Ama gösteri çok emek isteyen bir şey, `malzemeyi kilitledim, dükkanı ara sıra açıyorum´ duygusuyla yapamazsın. Kış sezonunu bitirip sakin kafayla düşünmek istiyorum. Ama eğer seyirci benim kalemimi beğenirse, onlara anlatacak çok hikâyem var. Her zaman komedi yapmak isterim. Ben komedinin hafife alınmasına dayanamıyorum, komedi çok zor bir iştir. Fenerbahçe tribünleri Şener Şen´in Züğürt Ağa´daki repliğini pankart olarak açıyor. Komedi insanların kalbinde kalır. DVD´ciye soruyoum, `bu film çok mu komik´ diye. `Çok komik´ diyor, alıyorum. Ben mesela Hangover´ı böyle almıştım. Buradan korsan DVD aldığım mı anlaşılıyor (gülüyor). Yani...
-Komedi tadında yapılırsa tadından yenmiyor bir de...
Mesela bizim annemle hastanelerde, dolmuşlarda çok gülme krizine girmişliğimiz vardır, çünkü bir filmden bir sahne gelir aklımıza. Çünkü değecek bir şey yaparsan insanlar bunu kullanırlar. Bizim filmdeki yanlış zile basma hikâyesi herkesin başına gelmiştir; yanlış zile basarsın, herif çıkar ve sana dümdüz gider. Ben mesela Peter Sellers´ın `Party´ fimindeki gibi hissettiğim çok olmuştur. İlk İstanbul´a geldiğimde, bir zengin evine gittiğimde, kırmayayım, dökmeyeyim, diye düşünürdüm. Tuvaletine giderim, iki tane tuvalet var, birinden su akmaz, öbürüne ayak mı konur, ne olur...
Sen bana balığı getir
-Kırılgan mısın, şefkatli misin, şeffaf mısın?
Nasıl göründüğümü bilmiyorum, ama şunu söyleyeyim: Çok çabuk nem kaparım; derim çok kalın değil.
-En çok neye sinirleniyorsun?
Kötü sürprizlere çabuk sinirlenirim. Bir da zekamın hafife almasına dayanamıyorum. Hepimiz yaparız, belki ben de birilerini aptal yerine koydum. Benim bildiğim ve hissettiğim bir şeyi benden saklamaya çalışmak iyi netice vermiyor. Bana söylese, sorun yok, biliyorum ki o tarihte o işi bitiremeyeceksin, yok yağmur yağdı, yok kar yağdı (gülüyor)
-En iyi yaptığın yemek ne?
Balık yemeklerini iyi yaparım, orfoz, lagos, lipsos buğulamaları mesela. Sen bana balığı getir... Parmak yedirtirim. Bir de kendi bulduğum bir jumbo karides tarifi var, Vedat Milor yemediği sürece sorun yok, bizi şu anda idare ediyor.
-Bir kadın ne olsun? Güzel mi zeki mi anne gibi mi olsun?
-Mizah zekası gelişmiş olsun. İkincisi de aramızda ten uyumu olsun, yani birbirimizi çekici bulalım. Bir de kötü günde de olsun, başka da bir şey istemem zaten. (Şarkı söylüyor: `Bir rüyaa göördüm, içinde seen´.)
-Kendinle barışık mısın?
Hayır (gülüyor). Biraz kilo vermek isterim ya... Doğruya doğru abi... Verdim, tekrar aldım, tekrar verdim, tamamen versem de kurtulsam... Çok manidar bir cümle mi oldu? Barışığım barışık olmasına, ama bu biraz ateşkes gibi oluyor, her an harlanabilir. Onun dışında, belki çok yorgunken düşünmeden hızlı cevap veren birine dönüşebiliyorum... O kadar.
İşe giderim, parayı alamam
-Hayatta en çok kimi sevdin?
Annem, kardeşim, babam, dayım.
-En çok neyi seviyorsun?
Deniz ve seyirci. Deniz benim içimde kan gibi dolaşıyor. Bu ikisi kadar hiçbir şeyi sevmiyorum.
-Ne olmaktadır aranızda seyirciyle?
Orada büyük bir tevazu olmaktadır. Sen de onların içinden bir Ademoğlu´sun ve anlattıklarımı dinlemeye gelmeleri bence çok özel bir durum. `Niye bu adamı dinleyeyim´ diye kalkıp gitmek de var. Geçmişte, amatör dönemlerimizde de yaşadık böyle şeyler. Ama zaten o amatörlüğü kaybetmediğinizde insanların kalkıp gitmesini engellemiş oluyorsunuz. Ben zaman zaman o eşiğe geldim. Dünyanın en güzel sevişmesi, üstelik süresini de sen belirliyorsun (gülüyor).
-Bir de bunlara klarnet eklendi galiba?
Evet evet. Ben hep klarnet çalmak istedim ve bizde sibemol klarnet vardı ve o klarnet çok büyük paraydı. Ud çalmayı da sevdim, ama her zaman üflemeli saz kafamın bir yerinde durdu. Yıllar sonra senaryoyu yazarken özellikle klarnet yazdım. Çünkü ben kendimi zorladığım zaman bir şeyleri başarabiliyorum, o konuda biraz şımarığım. Senaryoya klarnet yazarsam çalmayı öğrenirim diye kurdum hikâyeyi. Klarnet dersi kimden alınır diye araştırırken Fevzi Çağrı´yla tanıştım, kendisi yöreden bir abimiz. Klarnet hikâyesi altı aylık bir hikaye. Öğrendim ki Fevzi abi Serkan Çağrı´nın da babası. Fevzi abi beni oğluna devretti ki Serkan çok önemli bir virtüöz. Beş-altı kere klarneti tutmayı ve doğru üflemeyi öğrenecek kadar ders aldım ondan. Birkaç tane şarkıyı çalar hale geldim, makamlarda üfleyebiliyorum.
-İşe gidecek kadar çalıyorsun yani?
İşe gidecek kadar çalarım ama parayı alamam.
BANU UZPEDER/AKTÜEL