07 Ara 2014 13:32
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:58
Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı, soldan nefret ederdi!
Hayko Bağdat, Etyen Mahçupyan için, 'Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı' dedi
Gazeteci, yazar Hayko Bağdat, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
Başdanışmanı olan Etyen Mahçupyan için, “Her zaman sağcı bir
adamdı, her zaman devlete ve egemene yakın durarak onu etkilemeye
çalışırdı. Her zaman soldan nefret ederdi” dedi.
Bağdat, Mahçupyan’ın Türkiye’nin muhafazakârların ve Müslümanların dönüşümüyle iyi bir yere geleceğine inandığını söyleyerek, “Bundan 10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu yaşadıklarımıza rağmen daha iyi bir ülke olacağını, kafasındaki muhafazakârların dönüşümünün tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi bir ülke olacağına çok inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o fikre, ‘Bir dakika, bu ne olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya başladı. Ve arada olanları da yol kazası saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı” ifadelerini kullandı.
Etyen Maçupyan ile yaşadığı tartışmaya değinen Bağdat, “Artık bizim kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve adalet arayışında o masadan kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o masada oturup hem de bunu yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına aykırı. Tabii kalkası da vardı. Ben söyledim diye kalkmadı. Görevini yapıyor şu anda. Ama onun Ermeni olmasının ve bir başdanışman olmasının bana fazladan bir heyecan vermesinin hiçbir karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki” dedi.
Radikal gazetesinden Armağan Çağlayan’a konuşan Hayko Bağdat, Etyen Mahçupyan ile yaşadığı tartışmayı ve Türkiye’de Ermenilere bakış açısını anlattı. Çağlayan’ın “Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı” başlığıyla yayımlanan (7 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı
"Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı değil, 'salyangoz olmayı' anlattığı 'Salyangoz' adlı kitabı kısa süre önce çıkan Hayko Bağdat, "Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, MİT, polis, adliye, savcı... Parsellenmiş, parçalanmış ve vatandaşın hiçbir anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe, hakkını arayabileceğine hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden geçiyoruz" diyor.
Ben sizi ilk CNN Türk’te bir programda tanıdım. Hrant Dink öldürüldükten sonraydı. Şöyle düşünmüştüm açıkçası “Şimdi olsa böyle düşünür mü?” Evet milliyetçiliğe karşı, ben de karşıyım. Ama sizin yaptığınız da aslında bir nevi milliyetçilik değil mi?
Ben değil diye düşünüyorum. Böyle bir soru gelince refleks olarak savunma içindeyim. Ama samimiyetle de değil. Bu topraktaki bütün kimlikler yaralı. Alevi, Kürt, LGBT, kadın, Ermeni, Hristiyan, misyoner, ateist, muhafazakar… Hepsinde bir yara var. Bütün bu kimlikleri yaralayan cinayetler, katliamlar, baskı, ırkçılık adaletle sonuçlanmadı. Mesela Alevileri konuşalım. Madımak’ta benzin döküp yaktılar insanları. Ve arkasında adalet yok. Bir Alevi bugün hayata Madımak Oteli’nin camından bakıyor. Ona katilinin eşkalini tarif et deseler, çizdiği robot resim Sünni Müslümana benziyor. Sakallı, çarşaflı. Beyaz Toroslara bindirilmiş Kürtlere, annesinin yanından koparılmış ve işkenceyle öldürülmüş binlerce çocuğa katilin kimdir senin desem Türk’e benzetiyor. Anlatabiliyor muyum? Buna soykırıma uğramış Ermeni’yi koy, sokakta öldürülmüş seks işçisini koy, namus cinayeti adı altında öldürülmüş kadını koy. Hepsinin katili hepimize benziyor. Hepimiz biraz katiliz bu anlamda. Hepimizin suretleri birilerinin katilleri. Dolayısıyla ben kendi kimliğimle ortaya koyduğum sorunları Ermeni meselesi olarak görmüyorum.
Ama Twitter’da da hep Ermeni olmak üstünden espri yapıyorsunuz.
Yok, geçti o artık. Bunun üzerine inşa edilmiş bir algı var. Ermeni dediğin zaman tınlayan ses beni bile rahatsız ediyor bazen.
Ne önemi var ki bunun?
Ama böyle. Çocuklarımızı, birbirimizin çocuklarının katili haline getiren ideoloji var. Kimliklerimizi katil ilan etmektense içinde doğduğumuz kültürü, dini, mezhebi birilerinin katili gibi algılanmasından kendimizi kurtarmak için, çocuklarımızın üzerindeki kamburu almak için yapacağımız tek şey var. Hepimizin ortaklaşıp “Abi katil şudur” diyebileceğimiz ortak meseleler olması lazım.
Ama bu ortak meseleler için kökümüzün nereden geldiğinin ya da ırkımızın bir önemi yok.
Ben de bunu söylüyorum işte. Buraya getirmeye çalışıyorum insanları. Osmanbey’in ortasında bir gazeteci bütün devlet kurumlarının bilgisi ve katkısıyla öldürülüyorsa ve bunun peşine düşüyorsan bu Ermeni meselesi olmaz ki. Roboski’de 34 insanı savaş uçağı bombalıyorsa, Başbakan da “Biz yukarıdan Ahmet’i, Mehmet’i ayırt edemiyoruz” diyorsa… Aşağıdan baktığında katili görüyoruz biz. Katile katil diyebileceğimiz, katilin hafifletici sebeplerine aşık olmadığımız, katilin cinayeti işlemesindeki sebepleri anlamaya çalışmadığımız, ona empati kurmadığımız bir ortak kültür lazım bize. Mesela şimdi Ezidiler var Işid’ten kaçan. Korkunç fotoğraflar var, 4 yaşındaki çocuk kardeşini taşıyor. 2014 yılı insanlığın geldiği en medeni dönemde çöllerde susuzluktan ölmüş insanlar var. 1915 böyle bir şeydi. Yüzde 90’ı kadın ve çocuktu. Biz bunu film olarak seyretseydik eğer oradaki kadın ve çocuğun kurtulmasını isterdik. Ne oldu bize de onları dipçikle çöle itenleri tuttuk? Ne oldu da Roboski’de savaş uçağındaki “logoyu” tuttuk? Ne oldu Sivas’ta benzin dökenlerle empati kurduk. Ne oldu da namus adına çocuğunun gözü önünde 17 yerinden bıçaklanmış kadının kocasının hafifletici sebeplerini gazetelere manşet ettik? Herkes kendi yaralı olduğu yerden anlatıyor. Ben de diyorum ki hepimiz yaralı olduğumuz yerlerden tanışıyoruz zaten. Aynı şeyi söyleyebiliriz. Şimdi burada Ermeni meselesini gündeme getirmek vatana hizmettir. Bir havuzdur bu. Hep beraber oraya yığalım dertlerimizi. İnsanın vicdanı varsa bu kötü olan diyeceğiz işte. Bu havuza giren herkesin sonu kötü olmuş yani. Buna ulaşmaya çalışıyorum fakat şunu da söyleyeyim, eskiden bir Ermeni lazım olurdu. Medyaya, panele…
Evet, ben de okumuştum. Sizi arayıp bir Ermeni lazım deniyormuş...
Ben şimdi ulusal bir gazetede çalışıyorum, ulusal televizyonlara çıkıyorum. Lazım olmadıkça Ermenilikten bahsetmeyi ayıp buluyorum. Lazım olmadıkça bana Ermeniliğin hatırlatılmasını da ırkçılık olarak görüyorum. Hani bu benim tercih ettiğim bir şey değil de aslında o, o zamanların içerisindeki algıda bir Ermeni sandalyesine ihtiyaç olduğu…
Ama o sandalyeyi siz kendi kendinize yaratmadınız mı?
Başka şansım yok. Sen daha iyi bilirsin medyada programcı konuk bulmak için telefon rehberleri vardır. Orada ‘Ermeni’ diye klasör var. Toplasan 5 kişi. Dolayısıyla sistem seni oradan kabul ediyor. Bunu kırmak için ben çok mücadele verdim. Şimdi de başardım. Twitter’daki espiri düzeyi de…
Ben “denize girmeyin…” ile başlayan tweet’e çok gülmüştüm.
Bir sürü buna benzer var. “Kılıçdaroğlu 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkacağı zaman ben de İzmir’den denize döküleyim” diyorum. Ya da Ağrı için BDP ve AKP çekişip bir türlü belediye başkanı bulamadıkları zaman “Arkadaşlar karar veremediyseniz biz de talibiz” diyorum. Niye biliyor musun? Çünkü bunlar sanal durumlar. Kimliğine yapıştırılmış ve seni her daim tehdit unsuru yapan öğe haline getiren sanal durumlar. Çok komik değil mi? Ben her sabah kalkıp bu ülkeye nasıl bir hainlik yaparım diye üniformamı giyip sokağa çıkıp köşe başında pusu kuran insan gibi algılanıyorum. Dolayısıyla bunların mizahını yapıyorum ben. Çünkü ben her gün de öyle yaşamıyorum ki hayatımı. Bazen de çok komik. Bütün bunlara karşı mizah iyi bir üslup. Ruhban okulu esprisini hep yapıyorum. Dindar olduğum için falan değil ateistim. Üstelik yarı Rum’umdur. Annem Rumdur. Fakat şimdi 200-300 bin insan ruhban okulu açılsın istiyor.
Ben sizin annenizin kökenlerini niye bileyim mesela? Çok saçma değil mi? Anlatabiliyor muyum?
Çok iyi anlıyorum.
Hayko Bağdat diye bir adam var. Entelektüel bir köşe yazarı. Onun kökenlerinden bana ne? Niye ben onun Ermeni olduğunu, annesinin Rum olduğunu, babasının aslında Ermeni olduğunu niye biliyorum. Niye bütün bu bilgiler bende var mesela?
Çok doğru. Ben bir olay yaşadım mesela. Fransız Yahudi bir arkadaşımla İskoç kimliğinden bir arkadaşımı tanıştırdım bizim evde. Ve tanıştırırken dedim ki “David, İngiltere’dendir ama İskoç’tur. Stefan, Fransa’dandır ama Yahudi’dir”. Niye söyledim bilmiyorum. Belki o empatiyi daha iyi kurarlar zannettim. Döndü bir tanesi dedi ki “Çükümün boyunu da söyle istersen”. Orada fark ettim ki bu medeni dünyada çok ayıp. Bu sorgulanmaz. Türkiye gibi bir ülkede ben icat ettim. Ben durmadan etnik kökenlerden bahsediyorum dersem bana haksızlık olur. Daha iki gün önce Kılıçdaroğlu’na meydanlarda ‘Alevi olduğunu söylesene’ denilen, Demirtaş’a ‘Zaza olduğunu söylesene’ denilen bir seçim dönemi geçirdik biz.
Ne hissettiniz o söylendiğinde?
İlk defa duymuyorum elbette.
İkinci oldu değil mi?
Yok sadece Erdoğan’dan değil. Hayatta ilk defa duymuyorum. Taksici nerelisin diye sorduğunda, İstanbulluyum dediğinde, ısrar edip etnik kökenini sorduğunda, Ermeni’yim dediğinde ‘Estağfurullah’ cevabını çok duymuşumdur. Bu bir kalıp. Erdoğan orada bu mirastan, bu algıdan gelen bir hayatı olduğunun işaretini veriyor. İlk defa duymuyorum. Şuna daha çok kızgınım. Meslektaşlarımız sayfalarca yazı yazarak “Bir dakika kardeşim o öyle demek istemedi” şeklinde siyasetçilerin ağzından çıkanları temizlemeye çalıştılar. Erdoğan gibi birinin binlerce mecrası var ya ertesi gün çıkar der ki “Siz benden böyle bir şey bekler misiniz? Orada ben şunu demek istedim. Hatta kırılan varsa…” Niye demedin o zaman? Delikanlı çünkü gerçekten öyle söyledi. Düzeltmedi. Gazetecinin mesleği de tırnak içerisinde bu ülkede sabah çocuğunu okula gönderen insanların hayatını zorlaştıran bir cümleyi sarf etmiş. Ermenilerin yani. Başbakan’ın sözünü temizlemeye çalışmak mı? Ona kızdım. Onun arkasından ona biyad eden kültüre de… Benim hayatımı riske edecek tehlikeli gidişata dur demektense onu temizlemeye çalışan ve gazeteciyim diyenlere kızdım. Yoksa Erdoğan’a kızmadım. Erdoğan’ın neyi niye söylediğini iyi biliyorum ben bu anlamda.
Sizi Gezi olayları sırasında MİT ajanı olmakla suçladılar. Taraf’ta yazıyorsunuz diye cemaatçi diyorlar. Taraf hakikaten cemaatin gazetesi mi?
İlk önce Gezi’yi söyleyeyim o önemli. Şimdi Başbakan’ın Gezi temsilcileriyle görüşmek üzere tespit ettiği heyet içerisinde benim de adım geçti. Bunda Taksim Dayanışması da vardı. Çarşı da vardı. Bir sürü insan vardı. Ve biz o görüşme için dayanışmadan Mücella Hanım’la (Yapıcı) telefonda konuşup “Gidelim mi? Gitmeyelim mi? Gidersek ne söyleyelim?” dediğimiz bir dönemde sabah saat 6 gibi Taksim’e müdahale edildiği haberi geldi. Biz de kalktık her müdahalede yaptığımız gibi arkadaşlarımla beraber Taksim’e geldik. Ve Taksim’e geldiğimizde AKM’nin açıldığı yerde ben öne koşarak avukat Can Tayfun ve diğerlerinin yanına giderek onlara destek olmaya karar verdim. Şimdi buraya gitme kararı vermenin birkaç motivasyonu olabilir. Bir tanesi gerçekten sorumluluk almışsındır. O sözcü olan arkadaşlarıma destek olmak istedim. Başbakan’ın toplantısına çağrıldığım için kendimi bir şey zannetmiş olabilirim.
Daha toplantıya gitmemişsiniz...
Daha gitmemişiz. Yani o şeyin oradaki biraz sonra oluşacak şiddete mani olacağına kendimi bir şey zannetmiş olabilirim. Tam tersine zaten solcu olduğum için, eylemlerde her tarafa gittiğim için hepsi olabilir. Orada korkunç bir müdahale başladı. Ve bir grup insanla polis karşı karşıya geldi. Karşılıklı taş atma, gaz atma başladı. Dayanışma’daki arkadaşlarla Dayanışma’nın megafonundan polisin biraz arkasından çekilecek barikat oluşturma kararı verildi. O oradan söylenmeye başladı. Amaç karşı karşıya gelecek grupların arasına 5 metre mesafe koymak. Fakat polis bir araç getirmiş. Bas bas bağırıyordu. O kadar çok yüksek ses çıkarıyordu ki sürekli bir şeyler söylüyordu insanlara. Megafonun sesi duyulmamaya başlandı. Ve bir adam Toma’nın altına yattı. Kafasını da tekerleğin içine koydu. Toma çalışıyordu o sırada. Tomayı kullanan şoförün adamı görüp görmediğini bilmiyorum. Birileri çekmeye çalıştı. Birileri mani oldu. O sırada megafon benim elimdeydi. O yaptığımız anonsun aynısını polisin megafonundan söyledim. 10 metre geride barikat kuralım gibi bir şeyler söyledim. Korktum. Herif ezilecek diye koydum. Aynı şey yine olsa yine yaparım. Çok insani bir meziyet. Ama o aletleri kullanmayı bilmeyecek kadar amatör olan birinin orada olması kötü olabilir. Tam tersine o adamın hayatı kurtulmuş olabilir. Uyduruyorum şu an da kendime iyi bir şey söylemek için... En nihayetinde Gezi’de direnen çocukların moralini bozan bir şey oldu. Özür diledim. Ama hal bu. Hani istediğin kadar zorla mitçilik polisçilik gibi bir şey çıkmıyor. Bütün samimiyetimle anlatıyorum meseleyi. Sonrasında tabi şehir efsaneleri... Tomaya binmişim de Taksim Meydanı’nda tur atmışım… Bunlar şehir efsaneleri. Hemen birkaç gün sonra Enver Aysever’in programına çıktım ve anlattım. Ve böyle anlattım gerçekten. Kendime methiye yapmış gibi olmayayım ama ben her şeyi samimiyetle anlatıyorum. Yani arkada ikinci bir kaset olduğu için değil. Şimdi buna “Yuh sana” da diyebilirisin, “E anladım be abi” de diyebilirsin, “Bravo sana” da diyebilirsin.
Sonra toplantıya gittiniz mi?
Hayır. O günkü müdahalelerden sonra birkaç insanın gözü çıktı Taksim’de. Zaten Başbakan eylemcilerle yapacağı ilk toplantıda pazarlık eder gibi bir duruma düşmemek için kendi emir vererek o vahşeti yaşattı o gün. Dayanışma’dan arkadaşlar valiyle konuşurken ben de valiyle konuştum. Vali öbür kulaktan bakanlarla konuşuyordu zaten. Kararı Başbakan vermişti ki kendisi de söylüyordu. İnsanların gözünün çıkarıldığı bir yerde akşam neyi konuşacağız Başbakan’la. Zaten o toplantıların bir sonuç vermediği, o toplantılara katılanların tutuklandığı, daha sonra çıplak arandığı bir tablo çıktı karşımıza. Dolayısıyla ilk başlarda temas kurmak, görüşmek herkesin niyetiydi. Dayanışma’nın da taleplerinden bir tanesi buydu. Fakat bu mecrada oradan yürümedi. Tam tersine Başbakan oraları tüketmek için kullandı buraları. İkinci bir şey daha vardı.
Taraf... Size diyorlar ki “Aslında Hayko Bağdat cemaatin yazarıdır..."
Yani cemaatçi olmam için bir süreç lazım. İlk önce Müslüman olmam gerek. Sonra Sünni olmak. Onun bir tarikatını seçmem gerek. Milli Güvenlik Kurulu kararıyla bu ülkenin vatandaşlarından bir bölümünü vatan haini ilan edildiği takdirde, devletin nasıl çalıştığını ben biliyorum. Yani o vatan hainlerine alınacak tedbirler içerinde askeri istihbaratın, polisin, jandarmanın, bekçinin, bağlı medyanın, bağlı televizyonun insanların her yaptığını biliyorum. Bundan bir önceki MGK kararında Ermeniler ve misyonerler vatan haini ilan edildiğinde Malatya’da gırtlaklarını kestiler insanların. Hepimiz biliyoruz ki devlet yaptı bunu. Hrant Dink öldürüldü. Rahip Santoro öldürüldü. Daha öncesinde şeriatçılar, Kürtler, bölücüler, Ermeniler… İşte o Beyaz Toroslara insanların bindirilmesi hep bu kararlar doğrultusundaydı. Devletin kime yaptığına bakma, ne yaptığına bak. Hepimizin hemfikir olduğu o büyük günahlarının hesabını soralım, konuşalım. Bunların bir kısmını ben ellerimle pankartlarını taşıdım Hrant Dink duruşmalarından önce. Cemaate bağlı olduğu varsayılan bürokratların, savcıların, polis şeflerinin, istihbaratçıların...
Pankart derken?..
Yani soruşturulsun bu herifler diye. Şimdi bir öcü gösteriliyor bize ve devlet olağanüstü yetkiler elde ediyor. Polis yasası, MİT yasası, basına karşı yasalar… Ne yapacak, insanların okullarını kapatacak. O kurumlara giden çocukları hayatının sonuna kadar sakıncalı piyade ilan edecek. Medyalarına büyük baskı yapacak, kanallarını kapatacak. İşte MİT yasasıyla herkesin telefonunu dinleyecek. Bunu sadece cemaate mi yapacak bu devlet. Devrimci basın, Alevi basını güven içinde midir? Dolayısıyla benim etik olarak karşı çıktığım şey, bir toplumsal kesimi külliyen hain ilan ederek buradan ceberrutlaşan devletin zulmüne karşı çıkmaktır. Benimle ne ilgim olabilir cemaatle. Hangi moral, motivasyonlar, hangi maddi ilişkiler? Ben hayatımda beş kuruş para kazanmadım medyadan. Şimdi bir programa başladım evet, cemaatin kanalında. Bugün TV’de. 3-5 bir şey verecekler bana ayda. Benim zar zor aldığım bir yazlığım vardı, onu satıyorum şu anda. Kaç tane mecra var Türkiye’de benim gibi bir adamın yazıp konuşabileceği? Taraf Gazetesi, Bugün TV. Şuna bakıyorum ben, o tv’sine gittiğimde, bu tv’sine gittiğimde, Doğan Medya’nın CNN’ine çıktığımda, cemaatin Bugün TV’sinde konuştuğumda da aynı şeyi söylüyorum.
Biz her şeyin önüne bir şey koyuyoruz. Cemaat bilmem nesi, Kürt bilmem nesi…
Zaten ben Kürt halkının haklarını savunduğumda PKK’lıydım. Gezi’de iki tane Mustafa Kemal gördükleri zaman ulusalcıydım. Kemalistlere yaranıyordum. Şimdi ise cemaatin bilmem nesiyim. Hadi bir mecrada gidip yorumlarımı yaptığımda bilmem neci olmayacağım bir mecra söyleyin bana.
“Yetmez ama evetçiydiniz” değil mi? Pişman mısınız?
Hayır.
Bir de “Yetmez ama evet”in isim babası siz misiniz?
Ben buldum, evet. Gerçi Şenol Karakaş var. O da ben buldum diye iddia ediyor. Aramızda tatlı bir kavga var şu anda! Artık onu bulmak iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum ama. Şunu söyleyeyim hangi taraf bizdendi? O referandum orada bize sunulan 15-16 maddeyle ilgili değildi. Kim kimden daha çok korkuyorsa ondan uzaklaştı. Yani sağcı, muhafazakar, devletçi bir iktidar var. Ve bunlar eski devletten şikayet ediyorlar. Bu eski devletin zulmünden daha çok canı yanmış olanlar, eski devletinde savunduğu ‘Hayır’a mesafeli durdular. “Ya bir dakika bunlar sağcı heriflerdir, bunlar muhafazakardır, bunlar iki gün sonra devleti ele geçirirler. Bu muhafazakarlarıyla cumhuriyete saldırırlar” korkuları olanlar ‘Evet’e uzak durdu. İçerisinde bir tane ölçü vardı. Sivil siyaset medeniyettir. Sivil siyasetle kavga edebilirsin. Sivil siyasete karşı Türkiye’deki en büyük eylem olan Gezi’deki gibi 4 milyon insan sokağa çıkabilirsin. Fakat derin devletin, katillerin karşısında biraz daha korkarsın. Şimdi tanka karşı sokağa çıktığımız gibi aynı şekilde tomaya karşı sokağa çıkıyoruz. Bir şey değişmedi ki benim hayatımda. Ne olacaktı da orası ideal olacaktı ki zaten. Zaten böyle oluyor Türkiye’de bu işler. ‘Evet’ deyip de, iktidarın dümen suyuna gidip de orada o az önce kızdığım arkadaşlar gibi ben köşe kapmaca oynamaya çalışmadım ki herhangi bir gazetede, şurada burada. Karşındaki bir kötü. Devleti ele geçirdiği anda hepsi kötü. Hayır da kötüydü evet de kötüydü. Bunların karşısında her zaman senin pozisyonun aynı. Roboski eyleminde, 24 Nisan soykırımında ya da aklına ne geliyorsa orada buradayım hala hayatımda bir şey değişmedi.
Ama ‘evet’ dediğiniz her şey bir daha değişti. HSYK’nın yapısı değişti.
Çünkü o devleti eskilerden arındırmak için daha medeni olan öneri bugün yeni devlete sahip olmak için fazla large geliyor. Burada geriye dönen iktidarın kendisi, biz değiliz ki. Elbette devletin vesayeti sivil siyasetten elini çekmeliydi. Fakat sivil siyasette elini uzatmaması gereken her yere elini uzattı. Bir tane bağımsız kurum yok. Yani seni şimdi gözaltına alsalar, şurada konuşacağız hemen “kimi polis almış, hangi savcıya götürmüş, hangi cezaevi müdürü…” Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, TRT, MİT, polis, adliye, savcı… Köşe kapmaca. Parsellenmiş, parçalanmış ve vatandaşın hiçbir anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe, hakkını arayabileceğine hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ne yapacağız? Mücadele edeceğiz.
Yorulmadınız mı?
Yorulmadın mı derken bitmedi ki dert ne yapalım? Daha romantik bir cevap vereyim. Hayat Hollywood filmi gibi değil. Yani filmin başında iyiler belli, kötüler belli, suç ortada. Sonunda iyiler kötüleri alt edecek. Bruce Willis yürürken kötü adamların binası havaya uçmuş olacak. Hayat böyle bir şey değil. Ne olacakta biz tamam artık diyeceğiz bu ülkede? “Tamam artık bitti her şey, çoluğumuz, çocuğumuz güven altında” böyle bir şey yok. Hayat daha çok bir Fransız filmi gibi. Hani başı yok, kıçı yok!
Korumanız var mı?
Bir tane polis korumam var.
Eşiniz ürkmüyor mudur? “Çıkma Hayko yeter” gibi şeyler söylemiyor mu?
Annem söylüyor ama eşim söylemiyor.
Çok zor bir şey olsa gerek. Sizin gibi aktivist bir insanla aynı evde yaşamak da zor, aynı hayatı paylaşmak da zor. Ondan dinlemek isterdim ne hissettiğini...
Bana ne derse ben “Peki karıcım ben yarın sabahtan itibaren köşe yazmayayım, televizyona çıkmayayım, bu mücadelenin içerisinde yer almayayım”a ikna olacağım. Çok mümkün olan bir şey değil. O daha mantıklıca bakıp en azından bunun sohbetini yapmak, gerektiği kadar tedbirler almaya çalışmak üzerinden devam ediyor. Ama en iyi konuştuğum programdan, reyting alan programdan veya iddialı bir köşe yazısından sonra ilk telefon annemden gelir. Ağzıma eder!
Tebrik ederim diye aramıyor yani.
Olur mu öyle şey.
Öyle algıladım. Siz öyle bir giriş yapınca. “Oğlum seninle gurur duyuyorum” der sandım.
Haksız değil ama. Kitapta da hep anlatmaya çalıştım. Bu ülkede “bir şey olmaz” diyebilir miyiz hiçbirimiz hiçbirimize?
Gergin bir hayat ama. Ya da siz geriliyor musunuz?
Yok gerilmiyorum. Çünkü özellikle sosyal medyada bunu başardım ben. Ben ağır abi taklidi yapmıyorum. Ben o televizyonda gördüğümüz ve televizyona çıktığı için kendisini çok mühim sanan bir moda girmedim ki hiç. Ben aslında üniversite kantinlerinde konuşulana benzer üslupta yazıyor ve söylüyorum. Hiç ağır abi taklidi yapmadığım için, kendimi çok fazla bulunmaz görmediğim için hayatımı o alanda o kulvarda o sakinlikte yaşıyorum. Halı sahada maç yapıyorum. Okey oynuyorum. Akşam bira içip maç izliyorum. Hayatımda hiçbir şey değişmediki benim. Oradan birisi televizyona, gazetelere çok kabul edildiği için orada bir sorun var bence.
Ama bilinçaltınızda bir yerde hep tehdit unsuruyla yaşıyorsunuz. Yani bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu gergin bir şey.
Gerginim de şimdi bunu söyleyerek zalimi sevindirmeyeyim!
Bence zalimler sevinmesin, üzülsün.
Çok komik bir şey var. Niye öldürüleyim ki ben? Ne yapıyorum mesela? Ne yapabilirim ben bu ülkeye? Sokaktaki herhangi birinin çoluğuna çocuğuna nasıl bir zarar verebilirim. Neyin peşindeyim ben? Neyi hak ediyorum ben? Niye beni koca koca insanlar tehdit etsin? Niye benim hayatımı zorlaştırsın. Çok saçma. Hiçbir anlamı yok, bu kötülük. Kötülüğün olduğu yerde onunla mantıklı bir tartışmaya giremezsin ki. Bu ülkede hep olan kötülük. Demin anlattığım kimlikler meselesinde olduğu gibi “bu kötüdür ulan” diyemediğimiz için kötüleşmiş hayatımız. Son dönem iktidarda benim gördüğüm en büyük tespit artık “kötüler”. Metin Lokumcu’nun gazdan öldüğü gün Erdoğan, Ruşen Çakır’a hak ettiğini ima etti. Roboski olduğunda Genelkurmay’a teşekkür etti. Bocaladı. Çünkü o ana kadar AKP devlet ile halk arasında dururdu. Oradan bir yerden gelen kurşunlardan “bize karşıda sıkılmıştır” derdi. Bizi de hedef almışlardır derdi. Ne zaman ki 15 yaşında bir çocuk öldürüldü; Berkin. Çıktı onun ölümü hak ettiğini ima etti. Cebinde misket varmış. Ve normalde muhafazakârlar, Müslümanlar dualarında o çocuğa yer vermesi gerekenler, onun annesine sabır dilemesi gerekenler yuhaladılar. 6 bin zeytin ağacı kestiler mesela. Gezi’de 8 çocuğu öldürdüler. Soma’da olanlar... Gerçek emekçi halk için taşeron, köle dediler. Kötülük var artık. Ve kötülüğün mutlaklaştığı bu durum karşısında fiili olarak sadece seni, beni değil hayatımızı, algımızı, sevgilimize dokunuşumuzu etkiliyor iklimdeki bu kötülük. Şimdi bununla mantıklı bir tartışma yapamazsın. Bunu karşısına koyabileceğin yegâne bir güç var elinde; iyilik. Bana bununla ilgili siyasi bir şey söyle. Ne oldu Soma’dan sonra?
Dışarıdan bir gözlem. Aleviler de sanki gittikçe asimile olup siliniyor. Galiba ibadethane özgürlüğünün verilmemesinin en kötü sonucundan biri bu asimile oluyorlar.
13 yıllık AKP iktidarının yarattığı en büyük sonuçlardan bir tanesi Alevi kimliğinin bu kadar tekrar farkına varılarak yaşanmaya başlanmasıdır. Tam tersine Sünni muhafazakâr bakış açısıyla yönetildiğimiz 12 yılın sonunda şu an en hak mücadelesi adına hevesli olan kesimlerden bir tanesi Aleviler haline geldi. Tam tersine yürüdü o iş.
Etyen Mahçupyan’ın başbakanlık danışmanı olmasında Ermeni diyasporasının hiç desteği oldu mu?
Ben diyasporayı filan çok bilmiyorum. Biz mahalle çocuklarıyız. Üstelik bir yerden gelmiş değil, tam tersine buradan gitmişiz. Yani buraların çocuklarıyız. Benim diyasporayla alakam yok. Senin dediğin diyaspora Arjantin’de yaşayan Yozgatlıdır, Paris’te yaşayan Kayserilidir. Dolayısıyla onların da bu travmayla başa çıkmak için geliştirdiği tüm yöntemler benim için anlaşılırdır. Ben Etyen abiyle bir tartışma yaşadım. Başka yerlerde de söyledim, burada da söyleyeyim Etyen abi hakkında fikrimi. Her zaman sağcı bir adamdı, her zaman devlete ve egemene yakın durarak onu etkilemeye çalışırdı. Her zaman soldan nefret ederdi. Refah Partisi’ne oy verirdi mesela, o kadar. Türkiye’nin hayırlı bir yere gideceğini ancak Türkiye’deki muhafazakârların ve Müslümanların dönüşümüyle olacağına inanırdı. Ve orada bir tutarsızlık yok. Fakat şöyle bir şey var. Bundan 10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu yaşadıklarımıza rağmen daha iyi bir ülke olacağını, kafasındaki muhafazakârların dönüşümünün tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi bir ülke olacağına çok inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o fikre, ‘Bir dakika, bu ne olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya başladı. Ve arada olanları da yol kazası saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı. Dolayısıyla artık bizim kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve adalet arayışında o masadan kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o masada oturup hem de bunu yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına aykırı. Tabii kalkası da vardı. Ben söyledim diye kalkmadı. Görevini yapıyor şu anda. Ama onun Ermeni olmasının ve bir başdanışman olmasının bana fazladan bir heyecan vermesinin hiçbir karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki?
10 Kasım’da 9.05’te kalkıp saygı duruşunda bulundunuz mu?
Hayır. Ben Mustafa Kemal için bir sürü anlamlı şey söyleyebilirim. Bir sürü olumsuz şey de söyleyebilirim.
Ermeniler nefret mi ediyor Mustafa Kemal’den?
Hayır, tam tersine. Ermeniler laiklik ve eşit vatandaşlık ütopyasıyla kendini daha güvende hissediyor.
Niye bizde bu klişe bilgi var sizce?
Tek parti döneminde şurada, burada o Kemalist ideolojiyle bütün kimliklerin nasibini aldığı zulümlerden azınlıklarda çok fazla nasibini almıştır. Varlık vergisinden tut, 6-7 Eylül’ünden tut bütün o zihniyet. Yani millete fötr şapka giydirmeye çalışan bir ideoloji, bu ülkede zaten fötr şapka giyen herkesi kovdu memleketinden ya. Bu ülkenin kadim halkları nerede? Dünyada en az Hristiyan’ın yaşadığı Müslüman ülkeyiz biz. Senin laiklik projen ne oldu? Beğenmediğin İran, Suriye, Beyrut, Lübnan, Irak, Tunus, Fas, Mısır yüzde 10’lar falandır herhalde. 100 yıl önce 5’te 2 olan bu toprakların kadim halkları nereden gelmiş değil, medeniyeti burada olan. Dünyanın ilk kiliseleri burada. Dolayısıyla laiklik projesi, yani dinin devlete egemen olmaması, devletin dinsel anlamda kör olması, bütün vatandaşlarına eşit insan muamelesi yapması fikri bu ülkedeki azınlıkların varlığının silinmesine yol açtı. Kiliseleri ahır yapan Müslüman muhafazakâr siyaset değildi ki. Dolayısıyla bu çetrefilli bir soru. Tabii ki bu anlamda Ermeniler de halk kalıntısı olarak bugüne kadar gelse, Ermeniler aynı evde yaşayıp, aynı kararı alıp sabah ona göre görev yerlerine dağılmıyorlar. Sınıfsal anlamda Samatya’da tek odalı bir evde yaşayan Ermeni de var.
Siz milletvekili olmak istiyor musunuz?
Öyle ufak bir deneyim geçti ama şimdi şöyle düşünüyorum. Bunlar enstrümanlar ya benim için, vekillik de bir enstrüman. Tabii ki bunları yüzüne söylemek isterim ben insanların. Muhataplarına bir fiil, yazdıklarımı okuyordur belki ama yakasına yapışıp söylemek daha heyecanlı olur hepimize de iyi gelir üstelik. Ama 2 çocuk babası bir adamım ben şimdi. Bir aile kararı gerekir. Bu arada bir teklif de yok henüz. Kendi kendimize gelin güvey olacağımız bir durum da olmasın ama kolay bir şey değildir mutlaka o. Şey sıkıntısı vardır bir de. Buradan sonra hayatımı daim ettireceğim meslek nedir benim. Babadan kalma matbaacılık desen o potansiyelimin yarısını kaybettim o anlamda. Gazetecilik desen, dışarıdan bakanlar viskimi içerken tweet atıyorum zannediyorlar ama hiç öyle değil valla. Hani vekilin aynı zamanda bütün bu işleri yaparken, bütün bu mücadeleyi verirken, çocuğunun da en azından ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir maaşı olması ihtimali de gerek. Çok sıkıldığım için ticaretten, bazen cezbedici. Tüm açıklığımla söylüyorum sana. Bir yandan da onun getireceği hayat filan, zor karar.
O ideolojinin insanı olacaksınız öyle ya da böyle.
Valla ben sığmam oraya buraya ya...
HDP yakın gelebilir size.
Elbette ben şimdiye kadar hep Kürt siyasi hareketinin Batı’daki siyasi güçleriyle olan ittifaklarına oy verdim. Selahattin’e (Demirtaş) de oy verdim. Bunu da yazdım açık açık. İyi bir fikirdi falan filan. Büyük konuşmayayım ama ben hangi projenin içinde olursam olayım sanki bu ele avuca sığmaz hali muhafaza etmeyi, oraya girmemeyi tercih ediyorum. Siyasette de bu başarılabilir. Biraz da bunu başardım. İçinde bulunduğum bütün mecralarda bir kalıbın adamı olmamayı, yani polisin ajanı, cemaatin kalemi, ulusalcının bayrakçısı… Siyasette olsa böyle bir adama olurum herhalde.
Fatih Altaylı ile olan röportajımı okunuz mu? Ne diyorsunuz?
Okudum. Söyleyeyim ona da cevabımı var. Fatih Altaylı bir programında Rober Koptaş’ı davet etti. Agos’un genel yayın yönetmeni olan Rober Koptaş’ı. Ve ona dedi ki ‘Ben bu ülkede soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm’. Karşısındaki genç meslektaşının bu olan bitene soykırım dediğini biliyordu. Ve yılların o kurt gazeteciliğiyle karşısındaki insanı yüzüne tükürülecek adam durumuna düşürmeyi, onu yenmeye çalışmayı, onu hiçleştirmeye çalışmayı hak gördü kendisine, olabilir. Fakat bu adamın nüfus kaydında, tapu kaydında 2 gün sonra üzerine soykırım mirası çıkarsa…
Ama yok demiyor ki, vardır diyor.
Tamam, ama soykırım mirasıdır kilise. Satın mı aldın kiliseyi, sahiplerinden mi aldın? Kilise satın alınır mı?
Hayır, diyor ki ‘O topraklar dedemden bize kalmış ben bilmiyorum ve o toprakların üzerinde kilisenin kalıntısı var.'
Dedene nereden kaldı diyorum ben de. Gittim ben o köye. Koca bir köydür orası, dağın başında. Binlerce Ermeni’nin yaşadığı, sonra çoluk çocuk yaşlı demeden hepsinin ölüme gönderildiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Kime hak o ya. Kime hak orası? Sen 3 gün önce genç bir meslektaşına “‘Soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm’ deyip o olaylardan bir tapu sahibi olduğun ortaya çıktığında ben sana kızarım.
Bağdat, Mahçupyan’ın Türkiye’nin muhafazakârların ve Müslümanların dönüşümüyle iyi bir yere geleceğine inandığını söyleyerek, “Bundan 10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu yaşadıklarımıza rağmen daha iyi bir ülke olacağını, kafasındaki muhafazakârların dönüşümünün tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi bir ülke olacağına çok inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o fikre, ‘Bir dakika, bu ne olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya başladı. Ve arada olanları da yol kazası saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı” ifadelerini kullandı.
Etyen Maçupyan ile yaşadığı tartışmaya değinen Bağdat, “Artık bizim kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve adalet arayışında o masadan kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o masada oturup hem de bunu yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına aykırı. Tabii kalkası da vardı. Ben söyledim diye kalkmadı. Görevini yapıyor şu anda. Ama onun Ermeni olmasının ve bir başdanışman olmasının bana fazladan bir heyecan vermesinin hiçbir karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki” dedi.
Radikal gazetesinden Armağan Çağlayan’a konuşan Hayko Bağdat, Etyen Mahçupyan ile yaşadığı tartışmayı ve Türkiye’de Ermenilere bakış açısını anlattı. Çağlayan’ın “Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı” başlığıyla yayımlanan (7 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı
"Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı değil, 'salyangoz olmayı' anlattığı 'Salyangoz' adlı kitabı kısa süre önce çıkan Hayko Bağdat, "Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, MİT, polis, adliye, savcı... Parsellenmiş, parçalanmış ve vatandaşın hiçbir anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe, hakkını arayabileceğine hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden geçiyoruz" diyor.
Ben sizi ilk CNN Türk’te bir programda tanıdım. Hrant Dink öldürüldükten sonraydı. Şöyle düşünmüştüm açıkçası “Şimdi olsa böyle düşünür mü?” Evet milliyetçiliğe karşı, ben de karşıyım. Ama sizin yaptığınız da aslında bir nevi milliyetçilik değil mi?
Ben değil diye düşünüyorum. Böyle bir soru gelince refleks olarak savunma içindeyim. Ama samimiyetle de değil. Bu topraktaki bütün kimlikler yaralı. Alevi, Kürt, LGBT, kadın, Ermeni, Hristiyan, misyoner, ateist, muhafazakar… Hepsinde bir yara var. Bütün bu kimlikleri yaralayan cinayetler, katliamlar, baskı, ırkçılık adaletle sonuçlanmadı. Mesela Alevileri konuşalım. Madımak’ta benzin döküp yaktılar insanları. Ve arkasında adalet yok. Bir Alevi bugün hayata Madımak Oteli’nin camından bakıyor. Ona katilinin eşkalini tarif et deseler, çizdiği robot resim Sünni Müslümana benziyor. Sakallı, çarşaflı. Beyaz Toroslara bindirilmiş Kürtlere, annesinin yanından koparılmış ve işkenceyle öldürülmüş binlerce çocuğa katilin kimdir senin desem Türk’e benzetiyor. Anlatabiliyor muyum? Buna soykırıma uğramış Ermeni’yi koy, sokakta öldürülmüş seks işçisini koy, namus cinayeti adı altında öldürülmüş kadını koy. Hepsinin katili hepimize benziyor. Hepimiz biraz katiliz bu anlamda. Hepimizin suretleri birilerinin katilleri. Dolayısıyla ben kendi kimliğimle ortaya koyduğum sorunları Ermeni meselesi olarak görmüyorum.
Ama Twitter’da da hep Ermeni olmak üstünden espri yapıyorsunuz.
Yok, geçti o artık. Bunun üzerine inşa edilmiş bir algı var. Ermeni dediğin zaman tınlayan ses beni bile rahatsız ediyor bazen.
Ne önemi var ki bunun?
Ama böyle. Çocuklarımızı, birbirimizin çocuklarının katili haline getiren ideoloji var. Kimliklerimizi katil ilan etmektense içinde doğduğumuz kültürü, dini, mezhebi birilerinin katili gibi algılanmasından kendimizi kurtarmak için, çocuklarımızın üzerindeki kamburu almak için yapacağımız tek şey var. Hepimizin ortaklaşıp “Abi katil şudur” diyebileceğimiz ortak meseleler olması lazım.
Ama bu ortak meseleler için kökümüzün nereden geldiğinin ya da ırkımızın bir önemi yok.
Ben de bunu söylüyorum işte. Buraya getirmeye çalışıyorum insanları. Osmanbey’in ortasında bir gazeteci bütün devlet kurumlarının bilgisi ve katkısıyla öldürülüyorsa ve bunun peşine düşüyorsan bu Ermeni meselesi olmaz ki. Roboski’de 34 insanı savaş uçağı bombalıyorsa, Başbakan da “Biz yukarıdan Ahmet’i, Mehmet’i ayırt edemiyoruz” diyorsa… Aşağıdan baktığında katili görüyoruz biz. Katile katil diyebileceğimiz, katilin hafifletici sebeplerine aşık olmadığımız, katilin cinayeti işlemesindeki sebepleri anlamaya çalışmadığımız, ona empati kurmadığımız bir ortak kültür lazım bize. Mesela şimdi Ezidiler var Işid’ten kaçan. Korkunç fotoğraflar var, 4 yaşındaki çocuk kardeşini taşıyor. 2014 yılı insanlığın geldiği en medeni dönemde çöllerde susuzluktan ölmüş insanlar var. 1915 böyle bir şeydi. Yüzde 90’ı kadın ve çocuktu. Biz bunu film olarak seyretseydik eğer oradaki kadın ve çocuğun kurtulmasını isterdik. Ne oldu bize de onları dipçikle çöle itenleri tuttuk? Ne oldu da Roboski’de savaş uçağındaki “logoyu” tuttuk? Ne oldu Sivas’ta benzin dökenlerle empati kurduk. Ne oldu da namus adına çocuğunun gözü önünde 17 yerinden bıçaklanmış kadının kocasının hafifletici sebeplerini gazetelere manşet ettik? Herkes kendi yaralı olduğu yerden anlatıyor. Ben de diyorum ki hepimiz yaralı olduğumuz yerlerden tanışıyoruz zaten. Aynı şeyi söyleyebiliriz. Şimdi burada Ermeni meselesini gündeme getirmek vatana hizmettir. Bir havuzdur bu. Hep beraber oraya yığalım dertlerimizi. İnsanın vicdanı varsa bu kötü olan diyeceğiz işte. Bu havuza giren herkesin sonu kötü olmuş yani. Buna ulaşmaya çalışıyorum fakat şunu da söyleyeyim, eskiden bir Ermeni lazım olurdu. Medyaya, panele…
Evet, ben de okumuştum. Sizi arayıp bir Ermeni lazım deniyormuş...
Ben şimdi ulusal bir gazetede çalışıyorum, ulusal televizyonlara çıkıyorum. Lazım olmadıkça Ermenilikten bahsetmeyi ayıp buluyorum. Lazım olmadıkça bana Ermeniliğin hatırlatılmasını da ırkçılık olarak görüyorum. Hani bu benim tercih ettiğim bir şey değil de aslında o, o zamanların içerisindeki algıda bir Ermeni sandalyesine ihtiyaç olduğu…
Ama o sandalyeyi siz kendi kendinize yaratmadınız mı?
Başka şansım yok. Sen daha iyi bilirsin medyada programcı konuk bulmak için telefon rehberleri vardır. Orada ‘Ermeni’ diye klasör var. Toplasan 5 kişi. Dolayısıyla sistem seni oradan kabul ediyor. Bunu kırmak için ben çok mücadele verdim. Şimdi de başardım. Twitter’daki espiri düzeyi de…
Ben “denize girmeyin…” ile başlayan tweet’e çok gülmüştüm.
Bir sürü buna benzer var. “Kılıçdaroğlu 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkacağı zaman ben de İzmir’den denize döküleyim” diyorum. Ya da Ağrı için BDP ve AKP çekişip bir türlü belediye başkanı bulamadıkları zaman “Arkadaşlar karar veremediyseniz biz de talibiz” diyorum. Niye biliyor musun? Çünkü bunlar sanal durumlar. Kimliğine yapıştırılmış ve seni her daim tehdit unsuru yapan öğe haline getiren sanal durumlar. Çok komik değil mi? Ben her sabah kalkıp bu ülkeye nasıl bir hainlik yaparım diye üniformamı giyip sokağa çıkıp köşe başında pusu kuran insan gibi algılanıyorum. Dolayısıyla bunların mizahını yapıyorum ben. Çünkü ben her gün de öyle yaşamıyorum ki hayatımı. Bazen de çok komik. Bütün bunlara karşı mizah iyi bir üslup. Ruhban okulu esprisini hep yapıyorum. Dindar olduğum için falan değil ateistim. Üstelik yarı Rum’umdur. Annem Rumdur. Fakat şimdi 200-300 bin insan ruhban okulu açılsın istiyor.
Ben sizin annenizin kökenlerini niye bileyim mesela? Çok saçma değil mi? Anlatabiliyor muyum?
Çok iyi anlıyorum.
Hayko Bağdat diye bir adam var. Entelektüel bir köşe yazarı. Onun kökenlerinden bana ne? Niye ben onun Ermeni olduğunu, annesinin Rum olduğunu, babasının aslında Ermeni olduğunu niye biliyorum. Niye bütün bu bilgiler bende var mesela?
Çok doğru. Ben bir olay yaşadım mesela. Fransız Yahudi bir arkadaşımla İskoç kimliğinden bir arkadaşımı tanıştırdım bizim evde. Ve tanıştırırken dedim ki “David, İngiltere’dendir ama İskoç’tur. Stefan, Fransa’dandır ama Yahudi’dir”. Niye söyledim bilmiyorum. Belki o empatiyi daha iyi kurarlar zannettim. Döndü bir tanesi dedi ki “Çükümün boyunu da söyle istersen”. Orada fark ettim ki bu medeni dünyada çok ayıp. Bu sorgulanmaz. Türkiye gibi bir ülkede ben icat ettim. Ben durmadan etnik kökenlerden bahsediyorum dersem bana haksızlık olur. Daha iki gün önce Kılıçdaroğlu’na meydanlarda ‘Alevi olduğunu söylesene’ denilen, Demirtaş’a ‘Zaza olduğunu söylesene’ denilen bir seçim dönemi geçirdik biz.
Ne hissettiniz o söylendiğinde?
İlk defa duymuyorum elbette.
İkinci oldu değil mi?
Yok sadece Erdoğan’dan değil. Hayatta ilk defa duymuyorum. Taksici nerelisin diye sorduğunda, İstanbulluyum dediğinde, ısrar edip etnik kökenini sorduğunda, Ermeni’yim dediğinde ‘Estağfurullah’ cevabını çok duymuşumdur. Bu bir kalıp. Erdoğan orada bu mirastan, bu algıdan gelen bir hayatı olduğunun işaretini veriyor. İlk defa duymuyorum. Şuna daha çok kızgınım. Meslektaşlarımız sayfalarca yazı yazarak “Bir dakika kardeşim o öyle demek istemedi” şeklinde siyasetçilerin ağzından çıkanları temizlemeye çalıştılar. Erdoğan gibi birinin binlerce mecrası var ya ertesi gün çıkar der ki “Siz benden böyle bir şey bekler misiniz? Orada ben şunu demek istedim. Hatta kırılan varsa…” Niye demedin o zaman? Delikanlı çünkü gerçekten öyle söyledi. Düzeltmedi. Gazetecinin mesleği de tırnak içerisinde bu ülkede sabah çocuğunu okula gönderen insanların hayatını zorlaştıran bir cümleyi sarf etmiş. Ermenilerin yani. Başbakan’ın sözünü temizlemeye çalışmak mı? Ona kızdım. Onun arkasından ona biyad eden kültüre de… Benim hayatımı riske edecek tehlikeli gidişata dur demektense onu temizlemeye çalışan ve gazeteciyim diyenlere kızdım. Yoksa Erdoğan’a kızmadım. Erdoğan’ın neyi niye söylediğini iyi biliyorum ben bu anlamda.
Sizi Gezi olayları sırasında MİT ajanı olmakla suçladılar. Taraf’ta yazıyorsunuz diye cemaatçi diyorlar. Taraf hakikaten cemaatin gazetesi mi?
İlk önce Gezi’yi söyleyeyim o önemli. Şimdi Başbakan’ın Gezi temsilcileriyle görüşmek üzere tespit ettiği heyet içerisinde benim de adım geçti. Bunda Taksim Dayanışması da vardı. Çarşı da vardı. Bir sürü insan vardı. Ve biz o görüşme için dayanışmadan Mücella Hanım’la (Yapıcı) telefonda konuşup “Gidelim mi? Gitmeyelim mi? Gidersek ne söyleyelim?” dediğimiz bir dönemde sabah saat 6 gibi Taksim’e müdahale edildiği haberi geldi. Biz de kalktık her müdahalede yaptığımız gibi arkadaşlarımla beraber Taksim’e geldik. Ve Taksim’e geldiğimizde AKM’nin açıldığı yerde ben öne koşarak avukat Can Tayfun ve diğerlerinin yanına giderek onlara destek olmaya karar verdim. Şimdi buraya gitme kararı vermenin birkaç motivasyonu olabilir. Bir tanesi gerçekten sorumluluk almışsındır. O sözcü olan arkadaşlarıma destek olmak istedim. Başbakan’ın toplantısına çağrıldığım için kendimi bir şey zannetmiş olabilirim.
Daha toplantıya gitmemişsiniz...
Daha gitmemişiz. Yani o şeyin oradaki biraz sonra oluşacak şiddete mani olacağına kendimi bir şey zannetmiş olabilirim. Tam tersine zaten solcu olduğum için, eylemlerde her tarafa gittiğim için hepsi olabilir. Orada korkunç bir müdahale başladı. Ve bir grup insanla polis karşı karşıya geldi. Karşılıklı taş atma, gaz atma başladı. Dayanışma’daki arkadaşlarla Dayanışma’nın megafonundan polisin biraz arkasından çekilecek barikat oluşturma kararı verildi. O oradan söylenmeye başladı. Amaç karşı karşıya gelecek grupların arasına 5 metre mesafe koymak. Fakat polis bir araç getirmiş. Bas bas bağırıyordu. O kadar çok yüksek ses çıkarıyordu ki sürekli bir şeyler söylüyordu insanlara. Megafonun sesi duyulmamaya başlandı. Ve bir adam Toma’nın altına yattı. Kafasını da tekerleğin içine koydu. Toma çalışıyordu o sırada. Tomayı kullanan şoförün adamı görüp görmediğini bilmiyorum. Birileri çekmeye çalıştı. Birileri mani oldu. O sırada megafon benim elimdeydi. O yaptığımız anonsun aynısını polisin megafonundan söyledim. 10 metre geride barikat kuralım gibi bir şeyler söyledim. Korktum. Herif ezilecek diye koydum. Aynı şey yine olsa yine yaparım. Çok insani bir meziyet. Ama o aletleri kullanmayı bilmeyecek kadar amatör olan birinin orada olması kötü olabilir. Tam tersine o adamın hayatı kurtulmuş olabilir. Uyduruyorum şu an da kendime iyi bir şey söylemek için... En nihayetinde Gezi’de direnen çocukların moralini bozan bir şey oldu. Özür diledim. Ama hal bu. Hani istediğin kadar zorla mitçilik polisçilik gibi bir şey çıkmıyor. Bütün samimiyetimle anlatıyorum meseleyi. Sonrasında tabi şehir efsaneleri... Tomaya binmişim de Taksim Meydanı’nda tur atmışım… Bunlar şehir efsaneleri. Hemen birkaç gün sonra Enver Aysever’in programına çıktım ve anlattım. Ve böyle anlattım gerçekten. Kendime methiye yapmış gibi olmayayım ama ben her şeyi samimiyetle anlatıyorum. Yani arkada ikinci bir kaset olduğu için değil. Şimdi buna “Yuh sana” da diyebilirisin, “E anladım be abi” de diyebilirsin, “Bravo sana” da diyebilirsin.
Sonra toplantıya gittiniz mi?
Hayır. O günkü müdahalelerden sonra birkaç insanın gözü çıktı Taksim’de. Zaten Başbakan eylemcilerle yapacağı ilk toplantıda pazarlık eder gibi bir duruma düşmemek için kendi emir vererek o vahşeti yaşattı o gün. Dayanışma’dan arkadaşlar valiyle konuşurken ben de valiyle konuştum. Vali öbür kulaktan bakanlarla konuşuyordu zaten. Kararı Başbakan vermişti ki kendisi de söylüyordu. İnsanların gözünün çıkarıldığı bir yerde akşam neyi konuşacağız Başbakan’la. Zaten o toplantıların bir sonuç vermediği, o toplantılara katılanların tutuklandığı, daha sonra çıplak arandığı bir tablo çıktı karşımıza. Dolayısıyla ilk başlarda temas kurmak, görüşmek herkesin niyetiydi. Dayanışma’nın da taleplerinden bir tanesi buydu. Fakat bu mecrada oradan yürümedi. Tam tersine Başbakan oraları tüketmek için kullandı buraları. İkinci bir şey daha vardı.
Taraf... Size diyorlar ki “Aslında Hayko Bağdat cemaatin yazarıdır..."
Yani cemaatçi olmam için bir süreç lazım. İlk önce Müslüman olmam gerek. Sonra Sünni olmak. Onun bir tarikatını seçmem gerek. Milli Güvenlik Kurulu kararıyla bu ülkenin vatandaşlarından bir bölümünü vatan haini ilan edildiği takdirde, devletin nasıl çalıştığını ben biliyorum. Yani o vatan hainlerine alınacak tedbirler içerinde askeri istihbaratın, polisin, jandarmanın, bekçinin, bağlı medyanın, bağlı televizyonun insanların her yaptığını biliyorum. Bundan bir önceki MGK kararında Ermeniler ve misyonerler vatan haini ilan edildiğinde Malatya’da gırtlaklarını kestiler insanların. Hepimiz biliyoruz ki devlet yaptı bunu. Hrant Dink öldürüldü. Rahip Santoro öldürüldü. Daha öncesinde şeriatçılar, Kürtler, bölücüler, Ermeniler… İşte o Beyaz Toroslara insanların bindirilmesi hep bu kararlar doğrultusundaydı. Devletin kime yaptığına bakma, ne yaptığına bak. Hepimizin hemfikir olduğu o büyük günahlarının hesabını soralım, konuşalım. Bunların bir kısmını ben ellerimle pankartlarını taşıdım Hrant Dink duruşmalarından önce. Cemaate bağlı olduğu varsayılan bürokratların, savcıların, polis şeflerinin, istihbaratçıların...
Pankart derken?..
Yani soruşturulsun bu herifler diye. Şimdi bir öcü gösteriliyor bize ve devlet olağanüstü yetkiler elde ediyor. Polis yasası, MİT yasası, basına karşı yasalar… Ne yapacak, insanların okullarını kapatacak. O kurumlara giden çocukları hayatının sonuna kadar sakıncalı piyade ilan edecek. Medyalarına büyük baskı yapacak, kanallarını kapatacak. İşte MİT yasasıyla herkesin telefonunu dinleyecek. Bunu sadece cemaate mi yapacak bu devlet. Devrimci basın, Alevi basını güven içinde midir? Dolayısıyla benim etik olarak karşı çıktığım şey, bir toplumsal kesimi külliyen hain ilan ederek buradan ceberrutlaşan devletin zulmüne karşı çıkmaktır. Benimle ne ilgim olabilir cemaatle. Hangi moral, motivasyonlar, hangi maddi ilişkiler? Ben hayatımda beş kuruş para kazanmadım medyadan. Şimdi bir programa başladım evet, cemaatin kanalında. Bugün TV’de. 3-5 bir şey verecekler bana ayda. Benim zar zor aldığım bir yazlığım vardı, onu satıyorum şu anda. Kaç tane mecra var Türkiye’de benim gibi bir adamın yazıp konuşabileceği? Taraf Gazetesi, Bugün TV. Şuna bakıyorum ben, o tv’sine gittiğimde, bu tv’sine gittiğimde, Doğan Medya’nın CNN’ine çıktığımda, cemaatin Bugün TV’sinde konuştuğumda da aynı şeyi söylüyorum.
Biz her şeyin önüne bir şey koyuyoruz. Cemaat bilmem nesi, Kürt bilmem nesi…
Zaten ben Kürt halkının haklarını savunduğumda PKK’lıydım. Gezi’de iki tane Mustafa Kemal gördükleri zaman ulusalcıydım. Kemalistlere yaranıyordum. Şimdi ise cemaatin bilmem nesiyim. Hadi bir mecrada gidip yorumlarımı yaptığımda bilmem neci olmayacağım bir mecra söyleyin bana.
“Yetmez ama evetçiydiniz” değil mi? Pişman mısınız?
Hayır.
Bir de “Yetmez ama evet”in isim babası siz misiniz?
Ben buldum, evet. Gerçi Şenol Karakaş var. O da ben buldum diye iddia ediyor. Aramızda tatlı bir kavga var şu anda! Artık onu bulmak iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum ama. Şunu söyleyeyim hangi taraf bizdendi? O referandum orada bize sunulan 15-16 maddeyle ilgili değildi. Kim kimden daha çok korkuyorsa ondan uzaklaştı. Yani sağcı, muhafazakar, devletçi bir iktidar var. Ve bunlar eski devletten şikayet ediyorlar. Bu eski devletin zulmünden daha çok canı yanmış olanlar, eski devletinde savunduğu ‘Hayır’a mesafeli durdular. “Ya bir dakika bunlar sağcı heriflerdir, bunlar muhafazakardır, bunlar iki gün sonra devleti ele geçirirler. Bu muhafazakarlarıyla cumhuriyete saldırırlar” korkuları olanlar ‘Evet’e uzak durdu. İçerisinde bir tane ölçü vardı. Sivil siyaset medeniyettir. Sivil siyasetle kavga edebilirsin. Sivil siyasete karşı Türkiye’deki en büyük eylem olan Gezi’deki gibi 4 milyon insan sokağa çıkabilirsin. Fakat derin devletin, katillerin karşısında biraz daha korkarsın. Şimdi tanka karşı sokağa çıktığımız gibi aynı şekilde tomaya karşı sokağa çıkıyoruz. Bir şey değişmedi ki benim hayatımda. Ne olacaktı da orası ideal olacaktı ki zaten. Zaten böyle oluyor Türkiye’de bu işler. ‘Evet’ deyip de, iktidarın dümen suyuna gidip de orada o az önce kızdığım arkadaşlar gibi ben köşe kapmaca oynamaya çalışmadım ki herhangi bir gazetede, şurada burada. Karşındaki bir kötü. Devleti ele geçirdiği anda hepsi kötü. Hayır da kötüydü evet de kötüydü. Bunların karşısında her zaman senin pozisyonun aynı. Roboski eyleminde, 24 Nisan soykırımında ya da aklına ne geliyorsa orada buradayım hala hayatımda bir şey değişmedi.
Ama ‘evet’ dediğiniz her şey bir daha değişti. HSYK’nın yapısı değişti.
Çünkü o devleti eskilerden arındırmak için daha medeni olan öneri bugün yeni devlete sahip olmak için fazla large geliyor. Burada geriye dönen iktidarın kendisi, biz değiliz ki. Elbette devletin vesayeti sivil siyasetten elini çekmeliydi. Fakat sivil siyasette elini uzatmaması gereken her yere elini uzattı. Bir tane bağımsız kurum yok. Yani seni şimdi gözaltına alsalar, şurada konuşacağız hemen “kimi polis almış, hangi savcıya götürmüş, hangi cezaevi müdürü…” Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, TRT, MİT, polis, adliye, savcı… Köşe kapmaca. Parsellenmiş, parçalanmış ve vatandaşın hiçbir anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe, hakkını arayabileceğine hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ne yapacağız? Mücadele edeceğiz.
Yorulmadınız mı?
Yorulmadın mı derken bitmedi ki dert ne yapalım? Daha romantik bir cevap vereyim. Hayat Hollywood filmi gibi değil. Yani filmin başında iyiler belli, kötüler belli, suç ortada. Sonunda iyiler kötüleri alt edecek. Bruce Willis yürürken kötü adamların binası havaya uçmuş olacak. Hayat böyle bir şey değil. Ne olacakta biz tamam artık diyeceğiz bu ülkede? “Tamam artık bitti her şey, çoluğumuz, çocuğumuz güven altında” böyle bir şey yok. Hayat daha çok bir Fransız filmi gibi. Hani başı yok, kıçı yok!
Korumanız var mı?
Bir tane polis korumam var.
Eşiniz ürkmüyor mudur? “Çıkma Hayko yeter” gibi şeyler söylemiyor mu?
Annem söylüyor ama eşim söylemiyor.
Çok zor bir şey olsa gerek. Sizin gibi aktivist bir insanla aynı evde yaşamak da zor, aynı hayatı paylaşmak da zor. Ondan dinlemek isterdim ne hissettiğini...
Bana ne derse ben “Peki karıcım ben yarın sabahtan itibaren köşe yazmayayım, televizyona çıkmayayım, bu mücadelenin içerisinde yer almayayım”a ikna olacağım. Çok mümkün olan bir şey değil. O daha mantıklıca bakıp en azından bunun sohbetini yapmak, gerektiği kadar tedbirler almaya çalışmak üzerinden devam ediyor. Ama en iyi konuştuğum programdan, reyting alan programdan veya iddialı bir köşe yazısından sonra ilk telefon annemden gelir. Ağzıma eder!
Tebrik ederim diye aramıyor yani.
Olur mu öyle şey.
Öyle algıladım. Siz öyle bir giriş yapınca. “Oğlum seninle gurur duyuyorum” der sandım.
Haksız değil ama. Kitapta da hep anlatmaya çalıştım. Bu ülkede “bir şey olmaz” diyebilir miyiz hiçbirimiz hiçbirimize?
Gergin bir hayat ama. Ya da siz geriliyor musunuz?
Yok gerilmiyorum. Çünkü özellikle sosyal medyada bunu başardım ben. Ben ağır abi taklidi yapmıyorum. Ben o televizyonda gördüğümüz ve televizyona çıktığı için kendisini çok mühim sanan bir moda girmedim ki hiç. Ben aslında üniversite kantinlerinde konuşulana benzer üslupta yazıyor ve söylüyorum. Hiç ağır abi taklidi yapmadığım için, kendimi çok fazla bulunmaz görmediğim için hayatımı o alanda o kulvarda o sakinlikte yaşıyorum. Halı sahada maç yapıyorum. Okey oynuyorum. Akşam bira içip maç izliyorum. Hayatımda hiçbir şey değişmediki benim. Oradan birisi televizyona, gazetelere çok kabul edildiği için orada bir sorun var bence.
Ama bilinçaltınızda bir yerde hep tehdit unsuruyla yaşıyorsunuz. Yani bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu gergin bir şey.
Gerginim de şimdi bunu söyleyerek zalimi sevindirmeyeyim!
Bence zalimler sevinmesin, üzülsün.
Çok komik bir şey var. Niye öldürüleyim ki ben? Ne yapıyorum mesela? Ne yapabilirim ben bu ülkeye? Sokaktaki herhangi birinin çoluğuna çocuğuna nasıl bir zarar verebilirim. Neyin peşindeyim ben? Neyi hak ediyorum ben? Niye beni koca koca insanlar tehdit etsin? Niye benim hayatımı zorlaştırsın. Çok saçma. Hiçbir anlamı yok, bu kötülük. Kötülüğün olduğu yerde onunla mantıklı bir tartışmaya giremezsin ki. Bu ülkede hep olan kötülük. Demin anlattığım kimlikler meselesinde olduğu gibi “bu kötüdür ulan” diyemediğimiz için kötüleşmiş hayatımız. Son dönem iktidarda benim gördüğüm en büyük tespit artık “kötüler”. Metin Lokumcu’nun gazdan öldüğü gün Erdoğan, Ruşen Çakır’a hak ettiğini ima etti. Roboski olduğunda Genelkurmay’a teşekkür etti. Bocaladı. Çünkü o ana kadar AKP devlet ile halk arasında dururdu. Oradan bir yerden gelen kurşunlardan “bize karşıda sıkılmıştır” derdi. Bizi de hedef almışlardır derdi. Ne zaman ki 15 yaşında bir çocuk öldürüldü; Berkin. Çıktı onun ölümü hak ettiğini ima etti. Cebinde misket varmış. Ve normalde muhafazakârlar, Müslümanlar dualarında o çocuğa yer vermesi gerekenler, onun annesine sabır dilemesi gerekenler yuhaladılar. 6 bin zeytin ağacı kestiler mesela. Gezi’de 8 çocuğu öldürdüler. Soma’da olanlar... Gerçek emekçi halk için taşeron, köle dediler. Kötülük var artık. Ve kötülüğün mutlaklaştığı bu durum karşısında fiili olarak sadece seni, beni değil hayatımızı, algımızı, sevgilimize dokunuşumuzu etkiliyor iklimdeki bu kötülük. Şimdi bununla mantıklı bir tartışma yapamazsın. Bunu karşısına koyabileceğin yegâne bir güç var elinde; iyilik. Bana bununla ilgili siyasi bir şey söyle. Ne oldu Soma’dan sonra?
Dışarıdan bir gözlem. Aleviler de sanki gittikçe asimile olup siliniyor. Galiba ibadethane özgürlüğünün verilmemesinin en kötü sonucundan biri bu asimile oluyorlar.
13 yıllık AKP iktidarının yarattığı en büyük sonuçlardan bir tanesi Alevi kimliğinin bu kadar tekrar farkına varılarak yaşanmaya başlanmasıdır. Tam tersine Sünni muhafazakâr bakış açısıyla yönetildiğimiz 12 yılın sonunda şu an en hak mücadelesi adına hevesli olan kesimlerden bir tanesi Aleviler haline geldi. Tam tersine yürüdü o iş.
Etyen Mahçupyan’ın başbakanlık danışmanı olmasında Ermeni diyasporasının hiç desteği oldu mu?
Ben diyasporayı filan çok bilmiyorum. Biz mahalle çocuklarıyız. Üstelik bir yerden gelmiş değil, tam tersine buradan gitmişiz. Yani buraların çocuklarıyız. Benim diyasporayla alakam yok. Senin dediğin diyaspora Arjantin’de yaşayan Yozgatlıdır, Paris’te yaşayan Kayserilidir. Dolayısıyla onların da bu travmayla başa çıkmak için geliştirdiği tüm yöntemler benim için anlaşılırdır. Ben Etyen abiyle bir tartışma yaşadım. Başka yerlerde de söyledim, burada da söyleyeyim Etyen abi hakkında fikrimi. Her zaman sağcı bir adamdı, her zaman devlete ve egemene yakın durarak onu etkilemeye çalışırdı. Her zaman soldan nefret ederdi. Refah Partisi’ne oy verirdi mesela, o kadar. Türkiye’nin hayırlı bir yere gideceğini ancak Türkiye’deki muhafazakârların ve Müslümanların dönüşümüyle olacağına inanırdı. Ve orada bir tutarsızlık yok. Fakat şöyle bir şey var. Bundan 10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu yaşadıklarımıza rağmen daha iyi bir ülke olacağını, kafasındaki muhafazakârların dönüşümünün tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi bir ülke olacağına çok inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o fikre, ‘Bir dakika, bu ne olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya başladı. Ve arada olanları da yol kazası saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı. Dolayısıyla artık bizim kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve adalet arayışında o masadan kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o masada oturup hem de bunu yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına aykırı. Tabii kalkası da vardı. Ben söyledim diye kalkmadı. Görevini yapıyor şu anda. Ama onun Ermeni olmasının ve bir başdanışman olmasının bana fazladan bir heyecan vermesinin hiçbir karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki?
10 Kasım’da 9.05’te kalkıp saygı duruşunda bulundunuz mu?
Hayır. Ben Mustafa Kemal için bir sürü anlamlı şey söyleyebilirim. Bir sürü olumsuz şey de söyleyebilirim.
Ermeniler nefret mi ediyor Mustafa Kemal’den?
Hayır, tam tersine. Ermeniler laiklik ve eşit vatandaşlık ütopyasıyla kendini daha güvende hissediyor.
Niye bizde bu klişe bilgi var sizce?
Tek parti döneminde şurada, burada o Kemalist ideolojiyle bütün kimliklerin nasibini aldığı zulümlerden azınlıklarda çok fazla nasibini almıştır. Varlık vergisinden tut, 6-7 Eylül’ünden tut bütün o zihniyet. Yani millete fötr şapka giydirmeye çalışan bir ideoloji, bu ülkede zaten fötr şapka giyen herkesi kovdu memleketinden ya. Bu ülkenin kadim halkları nerede? Dünyada en az Hristiyan’ın yaşadığı Müslüman ülkeyiz biz. Senin laiklik projen ne oldu? Beğenmediğin İran, Suriye, Beyrut, Lübnan, Irak, Tunus, Fas, Mısır yüzde 10’lar falandır herhalde. 100 yıl önce 5’te 2 olan bu toprakların kadim halkları nereden gelmiş değil, medeniyeti burada olan. Dünyanın ilk kiliseleri burada. Dolayısıyla laiklik projesi, yani dinin devlete egemen olmaması, devletin dinsel anlamda kör olması, bütün vatandaşlarına eşit insan muamelesi yapması fikri bu ülkedeki azınlıkların varlığının silinmesine yol açtı. Kiliseleri ahır yapan Müslüman muhafazakâr siyaset değildi ki. Dolayısıyla bu çetrefilli bir soru. Tabii ki bu anlamda Ermeniler de halk kalıntısı olarak bugüne kadar gelse, Ermeniler aynı evde yaşayıp, aynı kararı alıp sabah ona göre görev yerlerine dağılmıyorlar. Sınıfsal anlamda Samatya’da tek odalı bir evde yaşayan Ermeni de var.
Siz milletvekili olmak istiyor musunuz?
Öyle ufak bir deneyim geçti ama şimdi şöyle düşünüyorum. Bunlar enstrümanlar ya benim için, vekillik de bir enstrüman. Tabii ki bunları yüzüne söylemek isterim ben insanların. Muhataplarına bir fiil, yazdıklarımı okuyordur belki ama yakasına yapışıp söylemek daha heyecanlı olur hepimize de iyi gelir üstelik. Ama 2 çocuk babası bir adamım ben şimdi. Bir aile kararı gerekir. Bu arada bir teklif de yok henüz. Kendi kendimize gelin güvey olacağımız bir durum da olmasın ama kolay bir şey değildir mutlaka o. Şey sıkıntısı vardır bir de. Buradan sonra hayatımı daim ettireceğim meslek nedir benim. Babadan kalma matbaacılık desen o potansiyelimin yarısını kaybettim o anlamda. Gazetecilik desen, dışarıdan bakanlar viskimi içerken tweet atıyorum zannediyorlar ama hiç öyle değil valla. Hani vekilin aynı zamanda bütün bu işleri yaparken, bütün bu mücadeleyi verirken, çocuğunun da en azından ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir maaşı olması ihtimali de gerek. Çok sıkıldığım için ticaretten, bazen cezbedici. Tüm açıklığımla söylüyorum sana. Bir yandan da onun getireceği hayat filan, zor karar.
O ideolojinin insanı olacaksınız öyle ya da böyle.
Valla ben sığmam oraya buraya ya...
HDP yakın gelebilir size.
Elbette ben şimdiye kadar hep Kürt siyasi hareketinin Batı’daki siyasi güçleriyle olan ittifaklarına oy verdim. Selahattin’e (Demirtaş) de oy verdim. Bunu da yazdım açık açık. İyi bir fikirdi falan filan. Büyük konuşmayayım ama ben hangi projenin içinde olursam olayım sanki bu ele avuca sığmaz hali muhafaza etmeyi, oraya girmemeyi tercih ediyorum. Siyasette de bu başarılabilir. Biraz da bunu başardım. İçinde bulunduğum bütün mecralarda bir kalıbın adamı olmamayı, yani polisin ajanı, cemaatin kalemi, ulusalcının bayrakçısı… Siyasette olsa böyle bir adama olurum herhalde.
Fatih Altaylı ile olan röportajımı okunuz mu? Ne diyorsunuz?
Okudum. Söyleyeyim ona da cevabımı var. Fatih Altaylı bir programında Rober Koptaş’ı davet etti. Agos’un genel yayın yönetmeni olan Rober Koptaş’ı. Ve ona dedi ki ‘Ben bu ülkede soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm’. Karşısındaki genç meslektaşının bu olan bitene soykırım dediğini biliyordu. Ve yılların o kurt gazeteciliğiyle karşısındaki insanı yüzüne tükürülecek adam durumuna düşürmeyi, onu yenmeye çalışmayı, onu hiçleştirmeye çalışmayı hak gördü kendisine, olabilir. Fakat bu adamın nüfus kaydında, tapu kaydında 2 gün sonra üzerine soykırım mirası çıkarsa…
Ama yok demiyor ki, vardır diyor.
Tamam, ama soykırım mirasıdır kilise. Satın mı aldın kiliseyi, sahiplerinden mi aldın? Kilise satın alınır mı?
Hayır, diyor ki ‘O topraklar dedemden bize kalmış ben bilmiyorum ve o toprakların üzerinde kilisenin kalıntısı var.'
Dedene nereden kaldı diyorum ben de. Gittim ben o köye. Koca bir köydür orası, dağın başında. Binlerce Ermeni’nin yaşadığı, sonra çoluk çocuk yaşlı demeden hepsinin ölüme gönderildiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Kime hak o ya. Kime hak orası? Sen 3 gün önce genç bir meslektaşına “‘Soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm’ deyip o olaylardan bir tapu sahibi olduğun ortaya çıktığında ben sana kızarım.