Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı, soldan nefret ederdi!
Hayko Bağdat, Etyen Mahçupyan için, 'Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı' dedi
Gazeteci, yazar Hayko Bağdat, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
Başdanışmanı olan Etyen Mahçupyan için, “Her zaman sağcı bir
adamdı, her zaman devlete ve egemene yakın durarak onu etkilemeye
çalışırdı. Her zaman soldan nefret ederdi” dedi.
Bağdat, Mahçupyan’ın Türkiye’nin muhafazakârların ve Müslümanların
dönüşümüyle iyi bir yere geleceğine inandığını söyleyerek, “Bundan
10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu yaşadıklarımıza rağmen daha
iyi bir ülke olacağını, kafasındaki muhafazakârların dönüşümünün
tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi bir ülke olacağına çok
inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o fikre, ‘Bir dakika, bu ne
olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya başladı.
Ve arada olanları da yol kazası saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın
potansiyel katilleriyle çalışan AKP hükümetini anlamaya başladı,
egemeni anlamaya başladı” ifadelerini kullandı.
Etyen Maçupyan ile yaşadığı tartışmaya değinen Bağdat, “Artık bizim
kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve adalet arayışında o masadan
kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o masada oturup hem de bunu
yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına aykırı. Tabii kalkası da vardı.
Ben söyledim diye kalkmadı. Görevini yapıyor şu anda. Ama onun
Ermeni olmasının ve bir başdanışman olmasının bana fazladan bir
heyecan vermesinin hiçbir karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki”
dedi.
Radikal gazetesinden Armağan Çağlayan’a konuşan Hayko Bağdat, Etyen
Mahçupyan ile yaşadığı tartışmayı ve Türkiye’de Ermenilere bakış
açısını anlattı. Çağlayan’ın “Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir
adamdı” başlığıyla yayımlanan (7 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Hayko Bağdat: Etyen Abi hep sağcı bir adamdı
"Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı değil, 'salyangoz olmayı'
anlattığı 'Salyangoz' adlı kitabı kısa süre önce çıkan Hayko
Bağdat, "Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında
kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, MİT, polis,
adliye, savcı... Parsellenmiş, parçalanmış ve vatandaşın hiçbir
anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe, hakkını arayabileceğine
hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden geçiyoruz" diyor.
Ben sizi ilk CNN Türk’te bir programda tanıdım. Hrant Dink
öldürüldükten sonraydı. Şöyle düşünmüştüm açıkçası “Şimdi olsa
böyle düşünür mü?” Evet milliyetçiliğe karşı, ben de karşıyım. Ama
sizin yaptığınız da aslında bir nevi milliyetçilik değil
mi?
Ben değil diye düşünüyorum. Böyle bir soru gelince refleks olarak
savunma içindeyim. Ama samimiyetle de değil. Bu topraktaki bütün
kimlikler yaralı. Alevi, Kürt, LGBT, kadın, Ermeni, Hristiyan,
misyoner, ateist, muhafazakar… Hepsinde bir yara var. Bütün bu
kimlikleri yaralayan cinayetler, katliamlar, baskı, ırkçılık
adaletle sonuçlanmadı. Mesela Alevileri konuşalım. Madımak’ta
benzin döküp yaktılar insanları. Ve arkasında adalet yok. Bir Alevi
bugün hayata Madımak Oteli’nin camından bakıyor. Ona katilinin
eşkalini tarif et deseler, çizdiği robot resim Sünni Müslümana
benziyor. Sakallı, çarşaflı. Beyaz Toroslara bindirilmiş Kürtlere,
annesinin yanından koparılmış ve işkenceyle öldürülmüş binlerce
çocuğa katilin kimdir senin desem Türk’e benzetiyor. Anlatabiliyor
muyum? Buna soykırıma uğramış Ermeni’yi koy, sokakta öldürülmüş
seks işçisini koy, namus cinayeti adı altında öldürülmüş kadını
koy. Hepsinin katili hepimize benziyor. Hepimiz biraz katiliz bu
anlamda. Hepimizin suretleri birilerinin katilleri. Dolayısıyla ben
kendi kimliğimle ortaya koyduğum sorunları Ermeni meselesi olarak
görmüyorum.
Ama Twitter’da da hep Ermeni olmak üstünden espri
yapıyorsunuz.
Yok, geçti o artık. Bunun üzerine inşa edilmiş bir algı var. Ermeni
dediğin zaman tınlayan ses beni bile rahatsız ediyor bazen.
Ne önemi var ki bunun?
Ama böyle. Çocuklarımızı, birbirimizin çocuklarının katili haline
getiren ideoloji var. Kimliklerimizi katil ilan etmektense içinde
doğduğumuz kültürü, dini, mezhebi birilerinin katili gibi
algılanmasından kendimizi kurtarmak için, çocuklarımızın üzerindeki
kamburu almak için yapacağımız tek şey var. Hepimizin ortaklaşıp
“Abi katil şudur” diyebileceğimiz ortak meseleler olması lazım.
Ama bu ortak meseleler için kökümüzün nereden geldiğinin ya
da ırkımızın bir önemi yok.
Ben de bunu söylüyorum işte. Buraya getirmeye çalışıyorum
insanları. Osmanbey’in ortasında bir gazeteci bütün devlet
kurumlarının bilgisi ve katkısıyla öldürülüyorsa ve bunun peşine
düşüyorsan bu Ermeni meselesi olmaz ki. Roboski’de 34 insanı savaş
uçağı bombalıyorsa, Başbakan da “Biz yukarıdan Ahmet’i, Mehmet’i
ayırt edemiyoruz” diyorsa… Aşağıdan baktığında katili görüyoruz
biz. Katile katil diyebileceğimiz, katilin hafifletici sebeplerine
aşık olmadığımız, katilin cinayeti işlemesindeki sebepleri anlamaya
çalışmadığımız, ona empati kurmadığımız bir ortak kültür lazım
bize. Mesela şimdi Ezidiler var Işid’ten kaçan. Korkunç fotoğraflar
var, 4 yaşındaki çocuk kardeşini taşıyor. 2014 yılı insanlığın
geldiği en medeni dönemde çöllerde susuzluktan ölmüş insanlar var.
1915 böyle bir şeydi. Yüzde 90’ı kadın ve çocuktu. Biz bunu film
olarak seyretseydik eğer oradaki kadın ve çocuğun kurtulmasını
isterdik. Ne oldu bize de onları dipçikle çöle itenleri tuttuk? Ne
oldu da Roboski’de savaş uçağındaki “logoyu” tuttuk? Ne oldu
Sivas’ta benzin dökenlerle empati kurduk. Ne oldu da namus adına
çocuğunun gözü önünde 17 yerinden bıçaklanmış kadının kocasının
hafifletici sebeplerini gazetelere manşet ettik? Herkes kendi
yaralı olduğu yerden anlatıyor. Ben de diyorum ki hepimiz yaralı
olduğumuz yerlerden tanışıyoruz zaten. Aynı şeyi söyleyebiliriz.
Şimdi burada Ermeni meselesini gündeme getirmek vatana hizmettir.
Bir havuzdur bu. Hep beraber oraya yığalım dertlerimizi. İnsanın
vicdanı varsa bu kötü olan diyeceğiz işte. Bu havuza giren herkesin
sonu kötü olmuş yani. Buna ulaşmaya çalışıyorum fakat şunu da
söyleyeyim, eskiden bir Ermeni lazım olurdu. Medyaya, panele…
Evet, ben de okumuştum. Sizi arayıp bir Ermeni lazım
deniyormuş...
Ben şimdi ulusal bir gazetede çalışıyorum, ulusal televizyonlara
çıkıyorum. Lazım olmadıkça Ermenilikten bahsetmeyi ayıp buluyorum.
Lazım olmadıkça bana Ermeniliğin hatırlatılmasını da ırkçılık
olarak görüyorum. Hani bu benim tercih ettiğim bir şey değil de
aslında o, o zamanların içerisindeki algıda bir Ermeni sandalyesine
ihtiyaç olduğu…
Ama o sandalyeyi siz kendi kendinize yaratmadınız
mı?
Başka şansım yok. Sen daha iyi bilirsin medyada programcı konuk
bulmak için telefon rehberleri vardır. Orada ‘Ermeni’ diye klasör
var. Toplasan 5 kişi. Dolayısıyla sistem seni oradan kabul ediyor.
Bunu kırmak için ben çok mücadele verdim. Şimdi de başardım.
Twitter’daki espiri düzeyi de…
Ben “denize girmeyin…” ile başlayan tweet’e çok
gülmüştüm.
Bir sürü buna benzer var. “Kılıçdaroğlu 19 Mayıs’ta Samsun’a
çıkacağı zaman ben de İzmir’den denize döküleyim” diyorum. Ya da
Ağrı için BDP ve AKP çekişip bir türlü belediye başkanı
bulamadıkları zaman “Arkadaşlar karar veremediyseniz biz de
talibiz” diyorum. Niye biliyor musun? Çünkü bunlar sanal durumlar.
Kimliğine yapıştırılmış ve seni her daim tehdit unsuru yapan öğe
haline getiren sanal durumlar. Çok komik değil mi? Ben her sabah
kalkıp bu ülkeye nasıl bir hainlik yaparım diye üniformamı giyip
sokağa çıkıp köşe başında pusu kuran insan gibi algılanıyorum.
Dolayısıyla bunların mizahını yapıyorum ben. Çünkü ben her gün de
öyle yaşamıyorum ki hayatımı. Bazen de çok komik. Bütün bunlara
karşı mizah iyi bir üslup. Ruhban okulu esprisini hep yapıyorum.
Dindar olduğum için falan değil ateistim. Üstelik yarı Rum’umdur.
Annem Rumdur. Fakat şimdi 200-300 bin insan ruhban okulu açılsın
istiyor.
Ben sizin annenizin kökenlerini niye bileyim mesela? Çok
saçma değil mi? Anlatabiliyor muyum?
Çok iyi anlıyorum.
Hayko Bağdat diye bir adam var. Entelektüel bir köşe
yazarı. Onun kökenlerinden bana ne? Niye ben onun Ermeni olduğunu,
annesinin Rum olduğunu, babasının aslında Ermeni olduğunu niye
biliyorum. Niye bütün bu bilgiler bende var mesela?
Çok doğru. Ben bir olay yaşadım mesela. Fransız Yahudi bir
arkadaşımla İskoç kimliğinden bir arkadaşımı tanıştırdım bizim
evde. Ve tanıştırırken dedim ki “David, İngiltere’dendir ama
İskoç’tur. Stefan, Fransa’dandır ama Yahudi’dir”. Niye söyledim
bilmiyorum. Belki o empatiyi daha iyi kurarlar zannettim. Döndü bir
tanesi dedi ki “Çükümün boyunu da söyle istersen”. Orada fark ettim
ki bu medeni dünyada çok ayıp. Bu sorgulanmaz. Türkiye gibi bir
ülkede ben icat ettim. Ben durmadan etnik kökenlerden bahsediyorum
dersem bana haksızlık olur. Daha iki gün önce Kılıçdaroğlu’na
meydanlarda ‘Alevi olduğunu söylesene’ denilen, Demirtaş’a ‘Zaza
olduğunu söylesene’ denilen bir seçim dönemi geçirdik biz.
Ne hissettiniz o söylendiğinde?
İlk defa duymuyorum elbette.
İkinci oldu değil mi?
Yok sadece Erdoğan’dan değil. Hayatta ilk defa duymuyorum. Taksici
nerelisin diye sorduğunda, İstanbulluyum dediğinde, ısrar edip
etnik kökenini sorduğunda, Ermeni’yim dediğinde ‘Estağfurullah’
cevabını çok duymuşumdur. Bu bir kalıp. Erdoğan orada bu mirastan,
bu algıdan gelen bir hayatı olduğunun işaretini veriyor. İlk defa
duymuyorum. Şuna daha çok kızgınım. Meslektaşlarımız sayfalarca
yazı yazarak “Bir dakika kardeşim o öyle demek istemedi” şeklinde
siyasetçilerin ağzından çıkanları temizlemeye çalıştılar. Erdoğan
gibi birinin binlerce mecrası var ya ertesi gün çıkar der ki “Siz
benden böyle bir şey bekler misiniz? Orada ben şunu demek istedim.
Hatta kırılan varsa…” Niye demedin o zaman? Delikanlı çünkü
gerçekten öyle söyledi. Düzeltmedi. Gazetecinin mesleği de tırnak
içerisinde bu ülkede sabah çocuğunu okula gönderen insanların
hayatını zorlaştıran bir cümleyi sarf etmiş. Ermenilerin yani.
Başbakan’ın sözünü temizlemeye çalışmak mı? Ona kızdım. Onun
arkasından ona biyad eden kültüre de… Benim hayatımı riske edecek
tehlikeli gidişata dur demektense onu temizlemeye çalışan ve
gazeteciyim diyenlere kızdım. Yoksa Erdoğan’a kızmadım. Erdoğan’ın
neyi niye söylediğini iyi biliyorum ben bu anlamda.
Sizi Gezi olayları sırasında MİT ajanı olmakla suçladılar.
Taraf’ta yazıyorsunuz diye cemaatçi diyorlar. Taraf hakikaten
cemaatin gazetesi mi?
İlk önce Gezi’yi söyleyeyim o önemli. Şimdi Başbakan’ın Gezi
temsilcileriyle görüşmek üzere tespit ettiği heyet içerisinde benim
de adım geçti. Bunda Taksim Dayanışması da vardı. Çarşı da vardı.
Bir sürü insan vardı. Ve biz o görüşme için dayanışmadan Mücella
Hanım’la (Yapıcı) telefonda konuşup “Gidelim mi? Gitmeyelim mi?
Gidersek ne söyleyelim?” dediğimiz bir dönemde sabah saat 6 gibi
Taksim’e müdahale edildiği haberi geldi. Biz de kalktık her
müdahalede yaptığımız gibi arkadaşlarımla beraber Taksim’e geldik.
Ve Taksim’e geldiğimizde AKM’nin açıldığı yerde ben öne koşarak
avukat Can Tayfun ve diğerlerinin yanına giderek onlara destek
olmaya karar verdim. Şimdi buraya gitme kararı vermenin birkaç
motivasyonu olabilir. Bir tanesi gerçekten sorumluluk almışsındır.
O sözcü olan arkadaşlarıma destek olmak istedim. Başbakan’ın
toplantısına çağrıldığım için kendimi bir şey zannetmiş
olabilirim.
Daha toplantıya gitmemişsiniz...
Daha gitmemişiz. Yani o şeyin oradaki biraz sonra oluşacak şiddete
mani olacağına kendimi bir şey zannetmiş olabilirim. Tam tersine
zaten solcu olduğum için, eylemlerde her tarafa gittiğim için hepsi
olabilir. Orada korkunç bir müdahale başladı. Ve bir grup insanla
polis karşı karşıya geldi. Karşılıklı taş atma, gaz atma başladı.
Dayanışma’daki arkadaşlarla Dayanışma’nın megafonundan polisin
biraz arkasından çekilecek barikat oluşturma kararı verildi. O
oradan söylenmeye başladı. Amaç karşı karşıya gelecek grupların
arasına 5 metre mesafe koymak. Fakat polis bir araç getirmiş. Bas
bas bağırıyordu. O kadar çok yüksek ses çıkarıyordu ki sürekli bir
şeyler söylüyordu insanlara. Megafonun sesi duyulmamaya başlandı.
Ve bir adam Toma’nın altına yattı. Kafasını da tekerleğin içine
koydu. Toma çalışıyordu o sırada. Tomayı kullanan şoförün adamı
görüp görmediğini bilmiyorum. Birileri çekmeye çalıştı. Birileri
mani oldu. O sırada megafon benim elimdeydi. O yaptığımız anonsun
aynısını polisin megafonundan söyledim. 10 metre geride barikat
kuralım gibi bir şeyler söyledim. Korktum. Herif ezilecek diye
koydum. Aynı şey yine olsa yine yaparım. Çok insani bir meziyet.
Ama o aletleri kullanmayı bilmeyecek kadar amatör olan birinin
orada olması kötü olabilir. Tam tersine o adamın hayatı kurtulmuş
olabilir. Uyduruyorum şu an da kendime iyi bir şey söylemek için...
En nihayetinde Gezi’de direnen çocukların moralini bozan bir şey
oldu. Özür diledim. Ama hal bu. Hani istediğin kadar zorla mitçilik
polisçilik gibi bir şey çıkmıyor. Bütün samimiyetimle anlatıyorum
meseleyi. Sonrasında tabi şehir efsaneleri... Tomaya binmişim de
Taksim Meydanı’nda tur atmışım… Bunlar şehir efsaneleri. Hemen
birkaç gün sonra Enver Aysever’in programına çıktım ve anlattım. Ve
böyle anlattım gerçekten. Kendime methiye yapmış gibi olmayayım ama
ben her şeyi samimiyetle anlatıyorum. Yani arkada ikinci bir kaset
olduğu için değil. Şimdi buna “Yuh sana” da diyebilirisin, “E
anladım be abi” de diyebilirsin, “Bravo sana” da diyebilirsin.
Sonra toplantıya gittiniz mi?
Hayır. O günkü müdahalelerden sonra birkaç insanın gözü çıktı
Taksim’de. Zaten Başbakan eylemcilerle yapacağı ilk toplantıda
pazarlık eder gibi bir duruma düşmemek için kendi emir vererek o
vahşeti yaşattı o gün. Dayanışma’dan arkadaşlar valiyle konuşurken
ben de valiyle konuştum. Vali öbür kulaktan bakanlarla konuşuyordu
zaten. Kararı Başbakan vermişti ki kendisi de söylüyordu.
İnsanların gözünün çıkarıldığı bir yerde akşam neyi konuşacağız
Başbakan’la. Zaten o toplantıların bir sonuç vermediği, o
toplantılara katılanların tutuklandığı, daha sonra çıplak arandığı
bir tablo çıktı karşımıza. Dolayısıyla ilk başlarda temas kurmak,
görüşmek herkesin niyetiydi. Dayanışma’nın da taleplerinden bir
tanesi buydu. Fakat bu mecrada oradan yürümedi. Tam tersine
Başbakan oraları tüketmek için kullandı buraları. İkinci bir şey
daha vardı.
Taraf... Size diyorlar ki “Aslında Hayko Bağdat cemaatin
yazarıdır..."
Yani cemaatçi olmam için bir süreç lazım. İlk önce Müslüman olmam
gerek. Sonra Sünni olmak. Onun bir tarikatını seçmem gerek. Milli
Güvenlik Kurulu kararıyla bu ülkenin vatandaşlarından bir bölümünü
vatan haini ilan edildiği takdirde, devletin nasıl çalıştığını ben
biliyorum. Yani o vatan hainlerine alınacak tedbirler içerinde
askeri istihbaratın, polisin, jandarmanın, bekçinin, bağlı
medyanın, bağlı televizyonun insanların her yaptığını biliyorum.
Bundan bir önceki MGK kararında Ermeniler ve misyonerler vatan
haini ilan edildiğinde Malatya’da gırtlaklarını kestiler
insanların. Hepimiz biliyoruz ki devlet yaptı bunu. Hrant Dink
öldürüldü. Rahip Santoro öldürüldü. Daha öncesinde şeriatçılar,
Kürtler, bölücüler, Ermeniler… İşte o Beyaz Toroslara insanların
bindirilmesi hep bu kararlar doğrultusundaydı. Devletin kime
yaptığına bakma, ne yaptığına bak. Hepimizin hemfikir olduğu o
büyük günahlarının hesabını soralım, konuşalım. Bunların bir
kısmını ben ellerimle pankartlarını taşıdım Hrant Dink
duruşmalarından önce. Cemaate bağlı olduğu varsayılan
bürokratların, savcıların, polis şeflerinin,
istihbaratçıların...
Pankart derken?..
Yani soruşturulsun bu herifler diye. Şimdi bir öcü gösteriliyor
bize ve devlet olağanüstü yetkiler elde ediyor. Polis yasası, MİT
yasası, basına karşı yasalar… Ne yapacak, insanların okullarını
kapatacak. O kurumlara giden çocukları hayatının sonuna kadar
sakıncalı piyade ilan edecek. Medyalarına büyük baskı yapacak,
kanallarını kapatacak. İşte MİT yasasıyla herkesin telefonunu
dinleyecek. Bunu sadece cemaate mi yapacak bu devlet. Devrimci
basın, Alevi basını güven içinde midir? Dolayısıyla benim etik
olarak karşı çıktığım şey, bir toplumsal kesimi külliyen hain ilan
ederek buradan ceberrutlaşan devletin zulmüne karşı çıkmaktır.
Benimle ne ilgim olabilir cemaatle. Hangi moral, motivasyonlar,
hangi maddi ilişkiler? Ben hayatımda beş kuruş para kazanmadım
medyadan. Şimdi bir programa başladım evet, cemaatin kanalında.
Bugün TV’de. 3-5 bir şey verecekler bana ayda. Benim zar zor
aldığım bir yazlığım vardı, onu satıyorum şu anda. Kaç tane mecra
var Türkiye’de benim gibi bir adamın yazıp konuşabileceği? Taraf
Gazetesi, Bugün TV. Şuna bakıyorum ben, o tv’sine gittiğimde, bu
tv’sine gittiğimde, Doğan Medya’nın CNN’ine çıktığımda, cemaatin
Bugün TV’sinde konuştuğumda da aynı şeyi söylüyorum.
Biz her şeyin önüne bir şey koyuyoruz. Cemaat bilmem nesi,
Kürt bilmem nesi…
Zaten ben Kürt halkının haklarını savunduğumda PKK’lıydım. Gezi’de
iki tane Mustafa Kemal gördükleri zaman ulusalcıydım. Kemalistlere
yaranıyordum. Şimdi ise cemaatin bilmem nesiyim. Hadi bir mecrada
gidip yorumlarımı yaptığımda bilmem neci olmayacağım bir mecra
söyleyin bana.
“Yetmez ama evetçiydiniz” değil mi? Pişman
mısınız?
Hayır.
Bir de “Yetmez ama evet”in isim babası siz
misiniz?
Ben buldum, evet. Gerçi Şenol Karakaş var. O da ben buldum diye
iddia ediyor. Aramızda tatlı bir kavga var şu anda! Artık onu
bulmak iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum ama. Şunu
söyleyeyim hangi taraf bizdendi? O referandum orada bize sunulan
15-16 maddeyle ilgili değildi. Kim kimden daha çok korkuyorsa ondan
uzaklaştı. Yani sağcı, muhafazakar, devletçi bir iktidar var. Ve
bunlar eski devletten şikayet ediyorlar. Bu eski devletin zulmünden
daha çok canı yanmış olanlar, eski devletinde savunduğu ‘Hayır’a
mesafeli durdular. “Ya bir dakika bunlar sağcı heriflerdir, bunlar
muhafazakardır, bunlar iki gün sonra devleti ele geçirirler. Bu
muhafazakarlarıyla cumhuriyete saldırırlar” korkuları olanlar
‘Evet’e uzak durdu. İçerisinde bir tane ölçü vardı. Sivil siyaset
medeniyettir. Sivil siyasetle kavga edebilirsin. Sivil siyasete
karşı Türkiye’deki en büyük eylem olan Gezi’deki gibi 4 milyon
insan sokağa çıkabilirsin. Fakat derin devletin, katillerin
karşısında biraz daha korkarsın. Şimdi tanka karşı sokağa
çıktığımız gibi aynı şekilde tomaya karşı sokağa çıkıyoruz. Bir şey
değişmedi ki benim hayatımda. Ne olacaktı da orası ideal olacaktı
ki zaten. Zaten böyle oluyor Türkiye’de bu işler. ‘Evet’ deyip de,
iktidarın dümen suyuna gidip de orada o az önce kızdığım arkadaşlar
gibi ben köşe kapmaca oynamaya çalışmadım ki herhangi bir gazetede,
şurada burada. Karşındaki bir kötü. Devleti ele geçirdiği anda
hepsi kötü. Hayır da kötüydü evet de kötüydü. Bunların karşısında
her zaman senin pozisyonun aynı. Roboski eyleminde, 24 Nisan
soykırımında ya da aklına ne geliyorsa orada buradayım hala
hayatımda bir şey değişmedi.
Ama ‘evet’ dediğiniz her şey bir daha değişti. HSYK’nın
yapısı değişti.
Çünkü o devleti eskilerden arındırmak için daha medeni olan öneri
bugün yeni devlete sahip olmak için fazla large geliyor. Burada
geriye dönen iktidarın kendisi, biz değiliz ki. Elbette devletin
vesayeti sivil siyasetten elini çekmeliydi. Fakat sivil siyasette
elini uzatmaması gereken her yere elini uzattı. Bir tane bağımsız
kurum yok. Yani seni şimdi gözaltına alsalar, şurada konuşacağız
hemen “kimi polis almış, hangi savcıya götürmüş, hangi cezaevi
müdürü…” Başımıza gelebilecek herhangi bir adaletsizlik karşısında
kapısını çalacağımız bir tane devlet kurumu yok. HSYK, TRT, MİT,
polis, adliye, savcı… Köşe kapmaca. Parsellenmiş, parçalanmış ve
vatandaşın hiçbir anlamda umudu kalmadığı adalete, eşitliğe,
hakkını arayabileceğine hiçbir umudunun kalmadığı bir dönemden
geçiyoruz. Ne yapacağız? Mücadele edeceğiz.
Yorulmadınız mı?
Yorulmadın mı derken bitmedi ki dert ne yapalım? Daha romantik bir
cevap vereyim. Hayat Hollywood filmi gibi değil. Yani filmin
başında iyiler belli, kötüler belli, suç ortada. Sonunda iyiler
kötüleri alt edecek. Bruce Willis yürürken kötü adamların binası
havaya uçmuş olacak. Hayat böyle bir şey değil. Ne olacakta biz
tamam artık diyeceğiz bu ülkede? “Tamam artık bitti her şey,
çoluğumuz, çocuğumuz güven altında” böyle bir şey yok. Hayat daha
çok bir Fransız filmi gibi. Hani başı yok, kıçı yok!
Korumanız var mı?
Bir tane polis korumam var.
Eşiniz ürkmüyor mudur? “Çıkma Hayko yeter” gibi şeyler
söylemiyor mu?
Annem söylüyor ama eşim söylemiyor.
Çok zor bir şey olsa gerek. Sizin gibi aktivist bir insanla
aynı evde yaşamak da zor, aynı hayatı paylaşmak da zor. Ondan
dinlemek isterdim ne hissettiğini...
Bana ne derse ben “Peki karıcım ben yarın sabahtan itibaren köşe
yazmayayım, televizyona çıkmayayım, bu mücadelenin içerisinde yer
almayayım”a ikna olacağım. Çok mümkün olan bir şey değil. O daha
mantıklıca bakıp en azından bunun sohbetini yapmak, gerektiği kadar
tedbirler almaya çalışmak üzerinden devam ediyor. Ama en iyi
konuştuğum programdan, reyting alan programdan veya iddialı bir
köşe yazısından sonra ilk telefon annemden gelir. Ağzıma eder!
Tebrik ederim diye aramıyor yani.
Olur mu öyle şey.
Öyle algıladım. Siz öyle bir giriş yapınca. “Oğlum seninle
gurur duyuyorum” der sandım.
Haksız değil ama. Kitapta da hep anlatmaya çalıştım. Bu ülkede “bir
şey olmaz” diyebilir miyiz hiçbirimiz hiçbirimize?
Gergin bir hayat ama. Ya da siz geriliyor
musunuz?
Yok gerilmiyorum. Çünkü özellikle sosyal medyada bunu başardım ben.
Ben ağır abi taklidi yapmıyorum. Ben o televizyonda gördüğümüz ve
televizyona çıktığı için kendisini çok mühim sanan bir moda
girmedim ki hiç. Ben aslında üniversite kantinlerinde konuşulana
benzer üslupta yazıyor ve söylüyorum. Hiç ağır abi taklidi
yapmadığım için, kendimi çok fazla bulunmaz görmediğim için
hayatımı o alanda o kulvarda o sakinlikte yaşıyorum. Halı sahada
maç yapıyorum. Okey oynuyorum. Akşam bira içip maç izliyorum.
Hayatımda hiçbir şey değişmediki benim. Oradan birisi televizyona,
gazetelere çok kabul edildiği için orada bir sorun var bence.
Ama bilinçaltınızda bir yerde hep tehdit unsuruyla
yaşıyorsunuz. Yani bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu gergin bir
şey.
Gerginim de şimdi bunu söyleyerek zalimi sevindirmeyeyim!
Bence zalimler sevinmesin, üzülsün.
Çok komik bir şey var. Niye öldürüleyim ki ben? Ne yapıyorum
mesela? Ne yapabilirim ben bu ülkeye? Sokaktaki herhangi birinin
çoluğuna çocuğuna nasıl bir zarar verebilirim. Neyin peşindeyim
ben? Neyi hak ediyorum ben? Niye beni koca koca insanlar tehdit
etsin? Niye benim hayatımı zorlaştırsın. Çok saçma. Hiçbir anlamı
yok, bu kötülük. Kötülüğün olduğu yerde onunla mantıklı bir
tartışmaya giremezsin ki. Bu ülkede hep olan kötülük. Demin
anlattığım kimlikler meselesinde olduğu gibi “bu kötüdür ulan”
diyemediğimiz için kötüleşmiş hayatımız. Son dönem iktidarda benim
gördüğüm en büyük tespit artık “kötüler”. Metin Lokumcu’nun gazdan
öldüğü gün Erdoğan, Ruşen Çakır’a hak ettiğini ima etti. Roboski
olduğunda Genelkurmay’a teşekkür etti. Bocaladı. Çünkü o ana kadar
AKP devlet ile halk arasında dururdu. Oradan bir yerden gelen
kurşunlardan “bize karşıda sıkılmıştır” derdi. Bizi de hedef
almışlardır derdi. Ne zaman ki 15 yaşında bir çocuk öldürüldü;
Berkin. Çıktı onun ölümü hak ettiğini ima etti. Cebinde misket
varmış. Ve normalde muhafazakârlar, Müslümanlar dualarında o çocuğa
yer vermesi gerekenler, onun annesine sabır dilemesi gerekenler
yuhaladılar. 6 bin zeytin ağacı kestiler mesela. Gezi’de 8 çocuğu
öldürdüler. Soma’da olanlar... Gerçek emekçi halk için taşeron,
köle dediler. Kötülük var artık. Ve kötülüğün mutlaklaştığı bu
durum karşısında fiili olarak sadece seni, beni değil hayatımızı,
algımızı, sevgilimize dokunuşumuzu etkiliyor iklimdeki bu kötülük.
Şimdi bununla mantıklı bir tartışma yapamazsın. Bunu karşısına
koyabileceğin yegâne bir güç var elinde; iyilik. Bana bununla
ilgili siyasi bir şey söyle. Ne oldu Soma’dan sonra?
Dışarıdan bir gözlem. Aleviler de sanki gittikçe asimile
olup siliniyor. Galiba ibadethane özgürlüğünün verilmemesinin en
kötü sonucundan biri bu asimile oluyorlar.
13 yıllık AKP iktidarının yarattığı en büyük sonuçlardan bir tanesi
Alevi kimliğinin bu kadar tekrar farkına varılarak yaşanmaya
başlanmasıdır. Tam tersine Sünni muhafazakâr bakış açısıyla
yönetildiğimiz 12 yılın sonunda şu an en hak mücadelesi adına
hevesli olan kesimlerden bir tanesi Aleviler haline geldi. Tam
tersine yürüdü o iş.
Etyen Mahçupyan’ın başbakanlık danışmanı olmasında Ermeni
diyasporasının hiç desteği oldu mu?
Ben diyasporayı filan çok bilmiyorum. Biz mahalle çocuklarıyız.
Üstelik bir yerden gelmiş değil, tam tersine buradan gitmişiz. Yani
buraların çocuklarıyız. Benim diyasporayla alakam yok. Senin
dediğin diyaspora Arjantin’de yaşayan Yozgatlıdır, Paris’te yaşayan
Kayserilidir. Dolayısıyla onların da bu travmayla başa çıkmak için
geliştirdiği tüm yöntemler benim için anlaşılırdır. Ben Etyen
abiyle bir tartışma yaşadım. Başka yerlerde de söyledim, burada da
söyleyeyim Etyen abi hakkında fikrimi. Her zaman sağcı bir adamdı,
her zaman devlete ve egemene yakın durarak onu etkilemeye
çalışırdı. Her zaman soldan nefret ederdi. Refah Partisi’ne oy
verirdi mesela, o kadar. Türkiye’nin hayırlı bir yere gideceğini
ancak Türkiye’deki muhafazakârların ve Müslümanların dönüşümüyle
olacağına inanırdı. Ve orada bir tutarsızlık yok. Fakat şöyle bir
şey var. Bundan 10 sene sonrasında Türkiye’nin bütün bu
yaşadıklarımıza rağmen daha iyi bir ülke olacağını, kafasındaki
muhafazakârların dönüşümünün tamamlanacağını, hepimiz için daha iyi
bir ülke olacağına çok inanıyor. Fakat o kadar âşık oldu ki o
fikre, ‘Bir dakika, bu ne olacak’ diyen herkesi aşağılamaya ve
itibarsızlaştırmaya başladı. Ve arada olanları da yol kazası
saymaya başladı. Berkin’i, Hrant’ın potansiyel katilleriyle çalışan
AKP hükümetini anlamaya başladı, egemeni anlamaya başladı.
Dolayısıyla artık bizim kurduğumuz vicdan sofralarında, hak ve
adalet arayışında o masadan kalkmasını rica ettim ben ondan. Hem o
masada oturup hem de bunu yapamazsın çünkü. Eşyanın tabiatına
aykırı. Tabii kalkası da vardı. Ben söyledim diye kalkmadı.
Görevini yapıyor şu anda. Ama onun Ermeni olmasının ve bir
başdanışman olmasının bana fazladan bir heyecan vermesinin hiçbir
karşılığı yok. Ne karşılığı olabilir ki?
10 Kasım’da 9.05’te kalkıp saygı duruşunda bulundunuz
mu?
Hayır. Ben Mustafa Kemal için bir sürü anlamlı şey söyleyebilirim.
Bir sürü olumsuz şey de söyleyebilirim.
Ermeniler nefret mi ediyor Mustafa Kemal’den?
Hayır, tam tersine. Ermeniler laiklik ve eşit vatandaşlık
ütopyasıyla kendini daha güvende hissediyor.
Niye bizde bu klişe bilgi var sizce?
Tek parti döneminde şurada, burada o Kemalist ideolojiyle bütün
kimliklerin nasibini aldığı zulümlerden azınlıklarda çok fazla
nasibini almıştır. Varlık vergisinden tut, 6-7 Eylül’ünden tut
bütün o zihniyet. Yani millete fötr şapka giydirmeye çalışan bir
ideoloji, bu ülkede zaten fötr şapka giyen herkesi kovdu
memleketinden ya. Bu ülkenin kadim halkları nerede? Dünyada en az
Hristiyan’ın yaşadığı Müslüman ülkeyiz biz. Senin laiklik projen ne
oldu? Beğenmediğin İran, Suriye, Beyrut, Lübnan, Irak, Tunus, Fas,
Mısır yüzde 10’lar falandır herhalde. 100 yıl önce 5’te 2 olan bu
toprakların kadim halkları nereden gelmiş değil, medeniyeti burada
olan. Dünyanın ilk kiliseleri burada. Dolayısıyla laiklik projesi,
yani dinin devlete egemen olmaması, devletin dinsel anlamda kör
olması, bütün vatandaşlarına eşit insan muamelesi yapması fikri bu
ülkedeki azınlıkların varlığının silinmesine yol açtı. Kiliseleri
ahır yapan Müslüman muhafazakâr siyaset değildi ki. Dolayısıyla bu
çetrefilli bir soru. Tabii ki bu anlamda Ermeniler de halk
kalıntısı olarak bugüne kadar gelse, Ermeniler aynı evde yaşayıp,
aynı kararı alıp sabah ona göre görev yerlerine dağılmıyorlar.
Sınıfsal anlamda Samatya’da tek odalı bir evde yaşayan Ermeni de
var.
Siz milletvekili olmak istiyor musunuz?
Öyle ufak bir deneyim geçti ama şimdi şöyle düşünüyorum. Bunlar
enstrümanlar ya benim için, vekillik de bir enstrüman. Tabii ki
bunları yüzüne söylemek isterim ben insanların. Muhataplarına bir
fiil, yazdıklarımı okuyordur belki ama yakasına yapışıp söylemek
daha heyecanlı olur hepimize de iyi gelir üstelik. Ama 2 çocuk
babası bir adamım ben şimdi. Bir aile kararı gerekir. Bu arada bir
teklif de yok henüz. Kendi kendimize gelin güvey olacağımız bir
durum da olmasın ama kolay bir şey değildir mutlaka o. Şey
sıkıntısı vardır bir de. Buradan sonra hayatımı daim ettireceğim
meslek nedir benim. Babadan kalma matbaacılık desen o
potansiyelimin yarısını kaybettim o anlamda. Gazetecilik desen,
dışarıdan bakanlar viskimi içerken tweet atıyorum zannediyorlar ama
hiç öyle değil valla. Hani vekilin aynı zamanda bütün bu işleri
yaparken, bütün bu mücadeleyi verirken, çocuğunun da en azından
ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir maaşı olması ihtimali de
gerek. Çok sıkıldığım için ticaretten, bazen cezbedici. Tüm
açıklığımla söylüyorum sana. Bir yandan da onun getireceği hayat
filan, zor karar.
O ideolojinin insanı olacaksınız öyle ya da
böyle.
Valla ben sığmam oraya buraya ya...
HDP yakın gelebilir size.
Elbette ben şimdiye kadar hep Kürt siyasi hareketinin Batı’daki
siyasi güçleriyle olan ittifaklarına oy verdim. Selahattin’e
(Demirtaş) de oy verdim. Bunu da yazdım açık açık. İyi bir fikirdi
falan filan. Büyük konuşmayayım ama ben hangi projenin içinde
olursam olayım sanki bu ele avuca sığmaz hali muhafaza etmeyi,
oraya girmemeyi tercih ediyorum. Siyasette de bu başarılabilir.
Biraz da bunu başardım. İçinde bulunduğum bütün mecralarda bir
kalıbın adamı olmamayı, yani polisin ajanı, cemaatin kalemi,
ulusalcının bayrakçısı… Siyasette olsa böyle bir adama olurum
herhalde.
Fatih Altaylı ile olan röportajımı okunuz mu? Ne
diyorsunuz?
Okudum. Söyleyeyim ona da cevabımı var. Fatih Altaylı bir
programında Rober Koptaş’ı davet etti. Agos’un genel yayın
yönetmeni olan Rober Koptaş’ı. Ve ona dedi ki ‘Ben bu ülkede
soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm’. Karşısındaki genç
meslektaşının bu olan bitene soykırım dediğini biliyordu. Ve
yılların o kurt gazeteciliğiyle karşısındaki insanı yüzüne
tükürülecek adam durumuna düşürmeyi, onu yenmeye çalışmayı, onu
hiçleştirmeye çalışmayı hak gördü kendisine, olabilir. Fakat bu
adamın nüfus kaydında, tapu kaydında 2 gün sonra üzerine soykırım
mirası çıkarsa…
Ama yok demiyor ki, vardır diyor.
Tamam, ama soykırım mirasıdır kilise. Satın mı aldın kiliseyi,
sahiplerinden mi aldın? Kilise satın alınır mı?
Hayır, diyor ki ‘O topraklar dedemden bize kalmış ben
bilmiyorum ve o toprakların üzerinde kilisenin kalıntısı
var.'
Dedene nereden kaldı diyorum ben de. Gittim ben o köye. Koca bir
köydür orası, dağın başında. Binlerce Ermeni’nin yaşadığı, sonra
çoluk çocuk yaşlı demeden hepsinin ölüme gönderildiği bir
coğrafyadan bahsediyoruz. Kime hak o ya. Kime hak orası? Sen 3 gün
önce genç bir meslektaşına “‘Soykırım vardır diyenin yüzüne
tükürürüm’ deyip o olaylardan bir tapu sahibi olduğun ortaya
çıktığında ben sana kızarım.