26 Eki 2010 11:19
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:44
HAYATIM, SUÇUM OLMAYAN BİR CEZAYI ÇEKMEKLE GEÇTİ!
Kanal D'de yayınlanan Hayat Ağacı programının sunucusu Vatan Gazetesi yazarı İclal Aydın Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'e içini döktü!
Az önce yayınından çıktığı ‘Hayat Ağacı’ programının yorgunluğunu atmak için sığındığı stüdyonun hemen üst katındaki odasında karşıladı beni İclal Aydın… Tam bir misafirperverlik sergileyip, rahat etmem için olağanüstü bir çaba gösterirken de doğrusu pek mahçup oldum. Çünkü yorgundu ama gözlerindeki pırıltı, güldükçe belirginleşen gamzesi ve berrak ses tonuyla güne yeni başlamış gibiydi… Pozitifti, umutluydu, iyimserdi, sevecendi…
İclal Hanım, o kadar olumlu ve yapıcısınız ki, bu durum sizinle röportaj yapan kişiye de yansıyor olmalı...
Gerçekten mi, bunları sizden duymak ne güzel!
Yüzünüz ve gözleriniz yetiyor.
(Gülüyor) Programımda her gün seyirciye taşıdığım zor hayat hikayeleri oluyor. Onlardan etkilenmemek mümkün değil. Ve dönüp kendi hayatıma bakınca pozitif olmamak mümkün değil. Böyle durumlarda insan kendi hayatının daha bir farkına varıyor.
Şükür etmeyi böyle zamanlarda mı öğreniyoruz acaba!
Kesinlikle… Ayda bir kere danışmanlık alıyorum. Böylece iş yaşamımı, psikolojik yaşamımı ve de annelik konularını gözden geçirebiliyorum. Dört haftanın sonunda geçen cuma günü de gittim.
En son gittiğinizde neler yaşadınız, sorunlarınız nedir?
Bir buçuk saatte gidebildim. İnanılmaz bir yağmur, anormal bir trafik, bir yerden bir yere gitmek çok zor. Danışmanım ‘Nasılsınız?’ dedi. Size yemin ediyorum otuz saniye falan düşündüm. O kadar gelir geçer kaygılar ve sorunlar içerisindeyim ki! Büyük şehir yaşamının getirdiği trafik sorunu… Herkes gibi yaşadığım stres sorunu… Program reytinginin zirve yapma düşüncelerinin getirdiği sorunlar… Kızımı ihmal ettiğimle ilgili endişelenmelerimin sorunları... Sonra fark ettim ki programımda karşılaştığım gerçek hayat hikayelerinin yanında Allah’a şükürler olsun, öpüp başıma koyacağım, pamuklara saracağım bir hayatım var. Danışmanıma ben çok iyiyim, siz nasılsınız dedim (Gülüyor). Danışmanım da kendi tatilini anlattı. Büyük şehir bizi bu hallere sokuyor sonunda.
Ne güzel, büyük şehir sorunlarına karşı danışmanlık alma gibi bir çözüm bulmuşsunuz…
Evet, herkes için öneriyorum.
Bu anlattıklarınız Medyaradar okurlarına da bir ışık tutabilir pekala. Bu tür bir danışmanla konuşmak, hiç değilse ayda bir bile olsa iyi gelir mutlaka…
Ayda bir gidiyorum, çok zor olursa telefonla görüşüyoruz.
Peki, samimi olarak sormak istiyorum, neden danışmanlık almak için bu kadar gönüllüsünüz?
Çünkü ben duygusal biriyim. Sevinme ve üzülme eşiklerim çok düşüktür. Çok kolay sevinirim ve çok kolay üzülürüm. Ama bunlara rağmen çok da dayanıklı bir insanımdır. Kolay değil, 13 senedir böyle bir ruh hali ve kişisel yapı içerisinde medyadaki varlığımı sürdürebiliyorum. O yüzden üç dört senedir kendimi bir şirket gibi yönetmeye başladım. Nasıl şirketler elemanlarını yetiştirmek için danışmanlık ve eğitim alıyorlarsa, aynı şeyi ben de yapıyorum. O kadar iyi geliyor ki. Çünkü kendimden memnun değildim. Bu yüzden de kendimi profesyonel bir denetim içine aldım. Artık daha sağlıklı kararlar verebiliyorum.
“Hayat Ağacı”nı konuşalım mı?
Kanal D’de olmak çok büyük bir sorumluluk. Hep lider bir kanal, dolayısıyla başlar başlamaz yakalamış olduğumuz çizgi çok tatminkar bir çizgi olsa da programın kendi içimde uygun bir seviyeye gelmesi gerekiyor. Seyircinin alışması biraz zaman alır. Çünkü zor bir şey yapıyoruz. Birbirine benzeyen programlar içerisinde alternatif olduğunuzda, kendinizi tanıtmanız anlatmanız için belli bir zaman gerekiyor. Başarı ile giden bu işin arkasında çok kalabalık bir ekip, kararlı bir genel müdür ve sabırlı bir CEO var. Aslında biliyor musunuz, kadın ve kuşak programlarla ilgili bütün umudumu kaybetmiştim. Bu işten emekli oldum diyerek 7-8 yıl boyunca hiçbir öneriyi kabul etmedim. Ta ki İrfan Şahin ve Dilek Dağcıoğlu ile konuşana kadar. Onun için dediğim gibi, bir numaraya çıkana dek bu işi oturmuş olarak kabul etmiyorum.
Eleştiriler daha çok hangi konuda oluyor?
Sektördeki arkadaşlarımdan kime kulak vereceğimi, kimi nasıl okuyacağımı, kimi nasıl dinleyeceğimi öğrendim. Kim neyi neden söylüyor artık biliyorum. Ama her uyarıyı ve öneriyi can kulağı ile dinleyip yoğurup uygulamaya çalışıyorum. Ben sekiz yıllık bir ara verdim ve o sırada televizyonculuk ve izleyici profili de değişti. Çok ciddi bir zaman dilimi, müthiş ve inanılmaz bir tempo istiyorlar. Hareketsizliğe hiç tahammül yok. İnsanlar bir şey istiyorlar ama onu çok çabuk bir zaman dilimi içerisinde ve en eğlenceli şekilde vermeniz gerekiyor. Ben de bir nevi koşuya çıktım, nefesim açılıyor ve ben de o tempoyu öğreniyorum. O yüzden eleştirilerin büyük çoğunluğu yapıcı.
Mesela bunlardan bir tanesi Seyfi Dursunoğlu, her gün programımı izliyor. Her programdan sonra, makyajımdan sorduğum suale kadar ‘Tenkitlerim var’ diye arıyor (Gülüyor). İşte ‘Şu sualini çok beğendim, şunu beğenmedim, gözünü o kadar boyamamalıydın, şuranın eğlencesi çok iyiydi’ gibi. Fakat çok desteklediğini ve çok beğendiğini söylüyor. ‘Öğleden sonra oturuyorum, hem bir sürü şey öğreniyorum, hem ağlıyorum, hem gülüyorum… Arkadaşımsın diye söylemiyorum ama aynen devam’ diyerek yüreklendiriyor.
Şayet, Seyfi Dursunoğlu (Huysuz Virjin) bunları diyorsa tamamdır. Programı izlediğini söylemesi bile yeter.
Gerçekten de öyle değil mi? Bu çok önemli bir şey. Herkesin birbirinin kuyusunu kazmaya çalıştığı bir dönemde böyle dostlar çok önemli.
Sizi çekemeyenlere karşı bir kalkanınız var mı?
Artık insanları okumayı öğrendim. Ama olumsuz şeyleri duyduğumda canım sıkılmıyor mu? Elbette sıkılıyor, hem kimin sıkılmaz ki. Ancak çok da önemli değil. Neyi nasıl söylediklerine bakıyorum. Henüz yaptığımız, hedeflediğimiz işe, çabamıza yönelik kötü söz söyleyen olmadı. Çevrede belki vardır ama bize gelen yok. Bu da beni mutlu ediyor.
Aslında bu bir meydan savaşı. Atın üzerinde duracaksınız, karşı tarafı attan düşürmeye çalışacaksınız, bu arada yaralarınızı saracaksınız ve bir yandan da şifalı otlar içip, kurşun geçirmez ve kılıç darbesi almaz sağlam bir bedene sahip olacaksınız. Üstelik bunu sanki sonsuza dek yürüyecek bir hikâye gibi yapacaksınız. Hakikaten böyle değil midir televizyon programcılığı? Attan düştüysen de bir an önce kalkacaksın yarana bakmadan hemen bineceksin. Çok sevdiğim bir hikaye vardır. Yıllar önce bir politikacı ağabeyim anlatmıştı:
‘Bir politikanın, bir de medya dünyasının önemli bir kuralı vardır, hiç unutma. Hektor atın üzerinde savaşırken herkes seyreder ve dermiş ki ‘Hektor’a bak ne kadar güzel savaşıyor. Tanrım ne kadar güçlü ve görkemli’ Derken Hektor’un atı tökezlemiş, attan düşmüş. İzleyenler demişler ki ‘Hektor nerede, Hektor nerede, göremiyoruz onu?’ Adamın birisi de şöyle konuşmuş, ‘Valla atın üzerindeki Hektor’du, atın ayaklarının dibinde biri var ama Hektor mu değil mi emin değilim’.
Bu olaydaki gibi, anında vazgeçebilirler, anında unuturlar…
Bütün hüner, attan düşmemek ve orada kalabilmekte galiba…
Evet, öyle görünüyor. İşte bunu yaparken, büyük bir ekran mücadelesi verirken, bir de çocuk yetiştiriyorum. Kızım 8 yaşına geldi. Bugüne kadar hep iş odaklı yaşadım, mesleğim yaşamımdı, her şeyimdi. 40 yaşıma yaklaşıyorum, 39 yaşıma girdim.
Hemen yaşınızı söylemeyin canım, kadınlar bu bilgiyi gizlemeye bayılırlar...
Annem de yaşımı ulu orta söylememi istemiyor, ‘Sen söyleyince benimki ortaya çıkıyor’ diyor (Gülüyor).
Yaşınızdan çok genç göründüğünüzü söyleyebilirim.
Sağ olun… Bunun için de çok uğraşıyorum (Birlikte gülüyoruz).
Bir şeyi fark ettim; işim her şeyim değilmiş. Otuzlu yaşlarımda aşkla, hayatla, işle ilgili daha farklı düşünüyordum. İnsan anne olduğunda, kırkına doğru geldiğinde başka öncelikler ve kaygılara sahip oluyor. Şimdi, bir arkadaşımla akşam üzeri oturup iki saat sessiz sakin bir zaman geçirebilmek bana çok daha önemli geliyor. Yani bir pazar günü gazetemi okumak, kapımı kapatabilmek, şükrettiğim büyük mucizelere dönüştüler. İçime kapalı yaşıyorum artık. Bir de önemli bir şeyi öğrendim; artık canımı sıkan insanlarla görüşmüyorum.
“Hayat Ağacı”nın içindeki farklı hayat öyküleri sizi de etkiliyor, zaman zaman gözleriniz doluyor, boğazınızın düğümlendiği hissediliyor…
Aslında çok şizofrenik bir şey. Haber programı olduğunda belki biraz daha düz teknik sorular soruyor ve bir haber iletiyorsunuz. Ama burada biz bir haberin analizini yapıyor, insani boyutuna bakıyoruz. ‘O anne ne hissetti? Sonrasında ne oldu? O aile niye parçalandı? Biz ne yapabiliriz?’ sorularına cevap ararken, insanlara bunu sunduk da, neden sunduk, ne anlattık, ne dedik? Bu hikâyenin üzerinden reyting alacağım ama bu anne bunu neden anlatıyor? Bunun topluma ve Türkiye’ye bir faydası yoksa öğleden sonra bakın ne kadar etkileyici bir hayat hikayesi diye anlatmanın ne alemi var.
Şimdiye kadar İclal Aydın’ı en çok etkileyen hayat öyküsü hangisi oldu?
Kaza kurşunu ile ölen Damla’nın hikâyesi beni çok etkiledi. 8 yaşındaymış. Sabahları programa girecek bütün bantları izlerim. O gün bantlardan bir tanesi yetişmedi. O da Damla’nın babasının konuşmasıydı. Ben yayına girdim. Damla ve kızım aynı yaştalar, annesi ile hamileliğimiz benzer dönemlere denk gelmiş. Yayına girdik, iki buçuk ay olmuş Damla öleli. Düşünebiliyor musunuz, çocuğunuz sokakta oynarken, diğer sokaktaki düğünde havaya ateş açılıyor ve o kurşun gelip çocuğunuzun kafasını buluyor. Babasının bandı girdi yayına. Ağlayarak konuşan bir baba, şöyle sesleniyordu:
‘Seninle gurur duyuyoruz, seninle yolculuğumuz çok kısa sürdü ama seni hiç unutmayacağım…’
O an çok hazırlıksız yakalandım. (İkimizin de gözleri doluyor) Şu an yine kötü oldum.
Sizin kızınız var, benim kızım ve oğlum var. Çoluk çocuk sahibiyiz ve bu gibi yaşanmışlıklar bizi yüreğimizden vuruyor.
Babanın konuşma bandının ardından stüdyoya döndük. Döndük ama ben konuşamıyorum. Çünkü boğazım tıkandı. Karşımda kızın annesi var ama konuşamıyorum.
Daha öncesinde hazırladığım bir metin var diyeceğim ki; her silah patlamak için imal edilir ve evinize aldığınız her silah bir gün ateş alacaktır, o kurşun kimin canına düşecek bilmiyoruz. Şimdi beş tane ruhsatlı silah alınsın meselesi var ya. Konuşmak istediğim şeyler bunlar fakat boğazım düğüm düğüm… Derken anne şöyle bir şey söyledi: ‘Ben o kadar sabırlı bir insanım ki ama şu anda ne kadar sabırlı olsam ve beklesem de kızımı göreceğim bir zaman yok. Biliyorum ki kızımı bir daha görmeyeceğim. İclal Hanım, eve gidince kızınızı benim için öper misiniz?’
Aman Allah’ım…
(İkimiz de gözyaşlarımızı gizlemeye çalışıyoruz) Ben o an bittim. Unutamıyorum o anı.
Türkiye’de, bireysel silahlanmanın yasaklanması gerekirken beş silah taşıma ruhsatı çıkarma teklifinin Meclis’e sunulması anlaşılır şey değil.
Bu hikâyeyi nefesim yettiği kadar anlatacağım, çünkü annenin ve babanın söylediği çok önemli bir şey var: ‘Hayata ancak böyle devam edebiliriz. Yine yiyorsunuz, içiyorsunuz, uyuyorsunuz ama o çocuk geri gelmeyecek. Bir tek şeyle yaşayabiliriz, bu işin son bulması için ne yapabiliriz? Başka çocuklar ölmesin, başka hayatlar sönmesin.’
Evet… “Hayat Ağacı”nın dikkat çeken konukları da oluyor. Mesela, Okan Bayülgen katıldı... Mesela, Ertuğrul Özkök katıldı... Bu sohbetlerin geri dönüşümü nasıl oldu?
Olağanüstü elbette (Gülüyor), bir kere gelen konuklar çok mutlu oluyorlar. Oradaki sinerjiden çok memnunlar. Ertuğrul Bey’in de Uğur Dündar’ın da yorumları aynıydı. Onların hiçbiri kadınların yoğunlukta olduğu bir gündüz kuşağı programına katılmamışlar bugüne kadar. Böyle bir enerjinin içine girmemişler. Dolayısıyla onlar için yeni ve ilk kez yaşanan bir durum, orada olmayı çok sevdiler. O yüzden Uğur Bey yine katılacağını söyledi. Ertuğrul Bey’in şöyle tatlı bir yorumu oldu: ‘O kadar güzel bir program olmuş ki, bizi onlarla tanıştırıyorsun. Onlara da yaşamlarında çok fazla yer tutmayan yeni isimleri tanıtıyorsun. Bu çok güzel bir şey ve doğru kanalda oluyor.’ Ama Nilgün Belgün, katıldığı gün programda bombayı patlattı.
Ne söyledi Nilgün Hanım, o süperdir çünkü!
Evet, süperdi. Eskişehirli bir hanım kocasının metresine dava açmış. Kocası ile metresini yakalamış. Kocasının metresine dava açmış ve bu sırada kocasını kendisine tekrar aşık etmiş. Ardından dava sonrasında metresten aldıkları parayla tatile gitmişler ve tatile gittikleri sabah kocasını terk etmiş. Bu bir intikam hikâyesi ve bize çok enteresan geldi. Nasıl yaşanmış diye programda konuşalım dedik. O da avukatı ile birlikte geldi. Benim sormak istediğim şu; ‘Bu gibi bir durumda dava açılması gereken ilk kişi kadın mıdır?’ Çünkü o diğer kadını suçluyor. Ben de diyorum ki ‘Aslında burada suçlu sizin eşiniz değil mi?’… “Hayır” diyor. Reklam arasında gelmişlerdi ve ben de Nilgün Hanım’la onları tanıştırdım. Nilgün Hanım’a, “Kocasının metresine dava açan hanım işte bu” dedim. Nilgün Hanım, kadına dönüp “Merhaba” dedi ve ardından yanındaki avukat hanıma bakıp “Siz de metres misiniz?” dedi. (Gülüyoruz)
Canlı yayında darmadağan oldum. Gülmekten ölüyorum. Avukat hanım da döndü “Hayır, avukatı oluyorum” diye cevap verdi. Ölüyorum ve bir an önce reklama girelim dedim. Televizyon tarihinin unutulmazları arasına girmiştir. Ama Nilgün Belgün de hala konuşuyor “Bin türlü metres var, öyle demeyin ama iyi bir şeydir aslında”. (Gülüyoruz)
Ayşe Özyılmazel “Türkiye’nin Oprah’ı belli olmuş” dedi...
O aslında şöyle bir şey, biz programı anlatmaya çalışırken sanırım benim bir hatam oldu. Ayşe’nin çok okunuyor olmasından da kaynaklanıyor. Ayşecim büyük bir kredi ve sevgi ile beni Türkiye’nin Oprah’ı diye lanse edince bu benim kendimi lanse etmem gibi algılandı. Keşke olabilsem.
Oprah Hanım Amerika’da başarılıysa İclal Aydın da Türkiye de başarılı...
O lafın altında kalmak istemedim. Birkaç arkadaşım da ayıp etti. ‘Sen kim Oprah kim!’ diye… Oysa benim de zaten öyle bir iddiam olmadı ki, öyle bir şey söylemedim. Biz sadece programın formatından bahsediyorduk.
Sabahtan beri buradasınız ve bu akşam saatinde hala enerji dolu bir şekilde bizimle röportaj yapabiliyorsunuz…
Ama bir şey söyleyeyim, bütün çocukluğum bu hayal ile geçti. Bunun tadını çıkarmazsam ayıp olmaz mı? Hep bir gün büyüyüp ünlü olacağım, benimle röportaj yapacaklar diye düşündüm. Düşünsenize, ünlü bir gazeteci sizinle röportaja gelmiş, televizyondasınız, size ait bir odanız var. Gazeteci geliyor ve size sorular soruyor. Bunun tadını ben çıkarmayacağım da kim çıkaracak?
Aynı şey benim için de geçerli. Bu an benim için de önemli, ünlü bir televizyon sunucusu, ünlü bir oyuncu, ünlü bir yazar beni televizyondaki odasında kabul etmiş ve röportaj yapıyoruz.
(Birlikte gülüyoruz) Sizinle konuşurken mesleğinizi çok sevdiğinizi görüyorum. En önemlisi mesleğini sevmek. Sizde de onu görüyorum, televizyon programınıza geldiğimde de, röportajlarınızı okurken de, çok genç biriyle söyleşi yapsanız da, çok ünlü biriyle yapsanız da ne kadar özen göstererek konuşuyorsunuz. Bir yandan konuşurken bir yandan da size bakıyor ve bunu düşünüyorum.
Teşekkür ederim, bunları İclal Aydın’dan duymak ne hoş...
İyi ki televizyonda değiliz, yoksa bize diyecekler ki ‘Bunlar birbirlerini şişiriyorlar’. (Gülüyoruz)
Kadınların sevdiği, desteklediği, alkışladığı bir isim olan İclal Aydın’a göre Türkiye’deki kadınların en önemli sorunu veya sorunları nedir?
Çok ciddi olarak bir kimsesizlik sorunları var. Dayak yiyor, nereye gidecek? Babası da almıyor, adalet sistemine de sığınamıyor. Konuşurken herkes çok büyük laflar ediyor. Ama kadın karakola gidince eve gönderiliyor. Bir şekilde barıştırılıyor. Kendisini savunacak ya da koruyup kollayacak bir otoritenin eksikliğini hissediyor. Kocası kadını altıncı kattan atmış, yaşadık gördük. Kadın karakola gidiyor, korkudan “Şikayetçi değilim” diyor. Karakol bırakıyor kadını.
Kocası değil mi canım sever de döver de!
Aynen öyle! İki tane çocuk el ele tutuşuyorlar. Biri 8, diğeri 11 yaşında “Dayım bize kötü şeyler yapıyor” diyorlar. Annesi ile babası trafik kazasında ölmüş, çocuklar dayıya kalmış. Olayı karakola götürüyorlar. Karakol yengeyi çağıyor. Yenge demirle dövüyor çocukları. Bu çocukları koruyacak bir sistem yok. Yani bazen öyle şeyler yaşıyorum ki avaz avaz bağırmak istediğim anlar oluyor, “Nerede bu devlet?” diye. Yapacağımız şey insanları kışkırtmak ya da galeyana getirmek değil, bir çözüm yolu bulabilmek. Ve bunu kısıtlı dakikalarda yapmaya çalışıyorsunuz. Yirmi dakikada yapabilmeniz mümkün mü? Sadece durumu tespit edebiliyoruz. Ülkem kadınının ve çocuğunun en büyük sorunu kimsesizlik. Ezilenin, hor görülenin, eğitimsizin başını yaslayabileceği kurumsal bir güvencesi yok, bu çok fena.
Türkiye’de ünlü kadın olmak, büyük sorun, büyük dert olabiliyor. Ve ünlü kadının özel hayatı hep mercek altında olduğu için, ne yazık ki istenmese de aşklarına ve ilişkilerine büyük zararlar verilebiliyor... Ünlü kadınlarımız da hırpalanıyorlar ve İclal Aydın da bunu yaşadı, değil mi?
Çok çok ağır yaşadım hem de… Sadece ünlü kadınlar olarak bakmıyorlar, popüler olmuş ve sevilen biriyse o ikonu yıkmaya, halkın sevgisinin hak edilmediğini ispata yönelik bir çaba var. Değersizleştirme çabası var ve bu çok acı. Böyle şeyler kolay olmuyor ki. Ben 13 - 14 senedir medyanın içerisindeyim, yüzlerce defa yanlış anlaşılmışımdır. En sonunda şuna kanaat getirdim; işimi iyi yapmak ve başarı dışında bana bunu yapanları cezalandırmak için başka bir çarem yok. İşime devam edeceğim. Boyun eğersem cezayı kesiyorlar. Ben “Gamzeli edebiyatçıyız” demedim. İstediğim kadar dememiş olayım, internet kuyusuna düştü ya, bitti. Onun cezasını bana kestiler… Peki o zaman yapacağım ne, hemen yeni bir işe bakmak. Yola devam etmek gerekiyor. Arabayı kullanırken ön camın üzerindeki pisliğe takılınca kaza yapma ihtimali çok yüksek oluyor. Bu nedenle pisliklere takılmadan yola devam. Silecekleri çalıştırmak en iyisi (Gülüyor).
Bu sizin özel hayatınızı da etkiliyor. İclal Aydın bir defa tepeden tırnağa duygu yüklü ve duygusallığı nedeniyle hayatında çalkantılar olabiliyor. Mesela yaşadığınız evlilikler…
(Gülüyor) Sonunda geldik asıl meseleye!
Neticede üç evlilik yaşadınız ve ne yazık ki yürümedi. Şimdi dördüncüsü için cesaretiniz var mı? Bugüne kadar yaşadıklarınız yeniden bir erkeğe güvenmenize engel olur mu?
Bilmiyorum… Bilemiyorum, dördüncü evlilik olur mu? Ama niyetim yok, en azından öyle söyleyeyim. Tabi ki büyük söylememek lazım. Çünkü “Bir daha kadın programı sunmam” dedim ama gördüğünüz gibi canımı dişime taktım ve hakkını vermeye çalışarak bu işi yapıyorum.
Erkeklere karşı güveninizi yitirdiniz mi, onlara bakışınızda eskiye oranla sert eleştirel bir tavır var mı?
Aslında o da değişiyor. Daha sert olduğum, o kadar da önemli değilmiş dediğim anlar oldu. Büyümek hiç bitmeyen bir serüvenmiş. İnsan o kadar değişiyor ki, yirmili yaşlarımda değişen insanlara çok öfkeli bakardım. “Hayatta bir insanın duruşu olur, insan dimdik durmalı, değişmemeli” derdim. Odun gibi değil ama eğilip bükülen bir çelik gibi oluyor insan (Gülüyor).
O yüzden çok kesin cümlelerle yanıt veremeyeceğim bu soruya. Ancak çok büyük bir kırgınlığım ve kızgınlığım yok.
Kırgınlığı yok, çünkü İclal Aydın aslında aşka yakın.
(Gülüyor) .
Yanılıyor muyum bilmiyorum ama öyle gördüğüm için söyledim bir anda.
Bilmiyorum. Artık eskisi kadar kafamı çok fazla meşgul etmiyor. Kendimi ve aşk kavramını çok kurcalıyordum bir dönem. Ama kavramlarım ve okumalarım değişti. Aşkın artık çok da önemli olmadığını düşünmeye başladım. Bu da geçebilir ama yani iki yıl sonra Allah ömür verir de konuşursak, size dünyanın en büyük aşk şairi olarak bir şeyler anlatabilirim. Hiç emin değilim.
Aslına bakarsanız, hiçbirimiz kendimizden emin değiliz. Bu sadece İclal Aydın için geçerli değil, hepimiz için geçerli. Yarın inanılmaz bir aşk yaşayabilirsiniz. Ama zaten bundan önce aşkı yaşadığınızda da bütün hücrelerinize kadar hissederek yaşamadınız mı?
Hem de çok, hem de sonuna kadar ve hiç pişman değilim aşkı öyle yaşadığım için.
Ve bedellerini de ödediniz...
Hem de harikulade bir şekilde ödedim aşkın bedelini. Kim benim kadar ödedi? Hiç unutmuyorum, lavaboda yüzümü yıkıyordum, ıslak yüzle aynaya baktım, saçlarımı geriye götürüp “ Vay be!” demiştim. Herhalde biraz sonra düşmana teslim olacak general de son kez elini yüzünü yıkadığında aynaya böyle bakmıştır. Yeniklik duygusu böyle bir şey demek ki, bu yüzünü hiç unutma demiştim kendime. Son derece de başım dik devam ettim.
Sunay Akın’ın çok güzel bir İclal Aydın tanımlaması var, burada özellikle bu sözü hatırlatmak istiyorum: “Asla Pollyannacılık oynamayan, umudun tarafında, karamsarlığı mat etmeye çalışan bir satranç oyuncusu.”
Yakınının hele böyle bir insanın söylemesi çok önemli. Kendisi ve eşi de çok yakın dostumdur, arkadaşımdır. Yakından tanık oldukları şeylerle ilgili söylemiş. Gurur verici, ne kadar güzel.
Oyuncu, yazar, şair, anne, sevgili... Şu dönemde bunların hepsi mi İclal Aydın, bazıları mı!
Evet, hepsi ama bir tek şair değil. Çünkü benim sadece 8 tane şiirim var. En son 2002’de yazmışım ama çok sevildi. Üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen, internette en çok tıklanan okunan ve gönderilen şiirler benimkiler. Ama şimdi bir şiir yazma ihtiyacım olmuyor. Otururum, düşüncelere dalarım şiir yazarım gibi bir şey geçmiyor içimden, zaten tarzım da öyle değil.
Siz konuşurken de şiir söyler gibi konuşuyorsunuz.
(Gülüyor) Şiir gibi mi! Belki de o ihtiyacımı böyle karşılıyorum.
Tabii kimbilir bu piyasada kimler peşinizden koştu, kur yaptı, yemeğe çıkalım dedi...
Kimbilir kimler, kimler (Gülüyor)...
Var mı hayatınızda birisi?
Hayatımda birisi var.
Ne kadar güzel… O zaman demek ki her şey yolunda gidiyor.
Çok şükür. Aslında çok konuşmak istediğim bir konu değil, çünkü geçmişte içtenlikle paylaşmış olduğum sevinçlerin, mutlulukların ve coşkuların bedeli çok ağır ödetildi. Bu yüzden de imtina eder kaçınır oldum. Bakın çok ilginç bir şey anlatacağım; yıllar önce televizyona başladığımda hiçbir tecrübem yok, herkes birbirinin benzeri program yapıyor ve aşağı yukarı aynı konukları alıyor. Bir farklılık yapmam lazım ki beni izlesinler diye düşündüm. İyi soru soracağım, konuklarımı iyi ağarlayacağım evet ama bir şeyler yapmam lazım. Giriş çıkışlara kişisel hikâyeler koymaya başladım. Yıl 1997’di. Ortada buna benzer hiçbir şey yoktu. İşte onlar, yavaş yavaş benim izleyicimi oluşturmaya başladı. Sonra da bir stil yarattı. Kanal D’de tekrar işe başladım. Yazı dilim de böyledir ama ben özel hayatımı anlatmam. Ben kalabalıklara eşlik eden, herkese benzeyen yanlarımı paylaşırım. Ancak o zaman benimle arkadaşlık kurabilirler. Çocuğu olanlardan, şehirde yaşayanlardan, aynı şekilde muhalefete ve hükümete kızanlardan, emekli maaşına benim gibi annesi babası olup aynı şekilde tepki verenlerden bahsediyorum. Kanal D’de ilk iki üç hafta bunları yapmadım. ‘Hani bizim İclal Aydın, hani bir şeyler anlatıyordun?’ gibi tepkiler geldi. Ve yeniden girişe ve çıkışa hikayeler koymaya başladım. İnanamazsınız oraları bekleyen bir kitle var. Dolayısıyla bu bana doğru yaptığımı da gösteriyor. Ama özel hayatımda anlatmadığım çok büyük acılarım, kimsenin bilmediği, kimsenin şahit olmasını istemediğim, tek başıma atlattığım, insanların duysalar çok şaşıracakları bir dolu şey yaşadım elbette.
Kendime bir söz vermiştim… Bir gün eğer bir şey yaşarsam, bunu kendime saklayayım da mutluyum desem kimsenin mutluluğa tahammülü yok çünkü. Mutsuzum desem, ağzından ne çıkarsa o sana döner…
Birisi var mı hayatımda? Evet, var. Huzurluyum, mutluyum, Allah bozmasın.
Amin diyelim… Mutluluğu İclal Aydın da hak ediyor…
Sağ olun, inşallah. İnanın çocukların mutluluğu çok daha önemlidir. Size özel bir şey söylemek istiyorum. Öyle güzel bir şey yaşıyorum ki, cumartesi günü çoluk çocuk buluşuyoruz. Kahvaltı yapıyoruz, onun kızı benim kızım sinemaya gidiyoruz, çocukların alışverişlerini yapıyoruz. Öğleden sonra oturuyoruz makarna yiyoruz… İnanın bunu anlatmaktan korkuyorum. Nazar değmesin diye…
Ne güzel “İki Aile” dizisindeki gibi… Emre Kınay’la oynadığınız o diziyi hayata geçirdiniz sonunda…
(Şaşırıyor) Aaa hakikaten doğru söylüyorsunuz vallahi… Öyle ya ne enteresan hiç böyle düşünmemiştim. Bir çeşit ‘İki Aile’ gibiyim…
Hayranlarınız da buna sevinecektir, gerçekten çok güzel. Yönetmeni, senaristi yok ama şu anda yaşananlar gerçek bir mutluluk.
Yaradan diyelim, en büyük senarist o.
Hayatın içinde olmak, televizyonda görünmek elbette çok güzel. Ama İclal Aydın’ın oyunculuğu da var. İçiniz gitmiyor mu, şöyle güzel bir diziye, hoş bir role?
Dizilere gitmiyor, çünkü o kadar çok yoruyorlar ki. Bu televizyon sisteminde, doksan dakikayı yetiştirmek için bir buçuk gün evime gidemediğim günleri bilirim. Çocuğumu tek başıma büyütüyorum ve en çok bana ihtiyaç duyduğu dönemde… Evet, paramı televizyondan kazanıyorum ama sepetleri ayırdığım için hayatımı idame ettirebilecek başka işler de yapıyordum.
Bazen bir film seyredip, o filmin içinde olmak istiyorum. Mesela Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ filminin içinde küçücük bir parça olmayı isterdim. Ne garip, bir tek bu çıktı özendiğim onca yıldır, bir tek bu film çıktı. Şu rol diyeceğim bir şey de değil, o filmin içerisinde bir parça olmak.
Birkaç ay önce hastalanmıştım ve televizyonda da Çağan Irmak filmleri gösteriliyor. Öğlen ‘Babam ve Oğlum’ filmini izledim. İlk izlediğimde nasıl ağladıysam aynı şekilde ağladım. Evde tek başınaydım, kızım da arkadaşının doğum günü partisine gitmişti. Ardından da ‘Issız Adam’ geldi. Onu seyretmemiştim bir seyredeyim dedim, beklemediğim kadar kötü bir film izledim. Yani hakikaten Türk sinemasına hiç yakıştıramadığım bir film ve ben anlamadım bu insanlar neden bunu bu kadar sevdiler.
Ama Çağan’ın imzası, müziği, dokunuşu, ruhu insanları etkiledi diye tahmin ediyorum. Belli ki herkesin içerisinde eksik kalmış bir şeyler var. Ben de dün öğrendim, ayrılık acısı kalpte yanan 40 mummuş, 39’u söner biri yanarmış.
Bak yine şiir okudunuz...
(Gülüyor) Belki de ‘Issız Adam’ insanların kalbinde yanan o bir muma denk geldi. Ama ben yine de ‘Babam ve Oğlum’u hiçbir filme değişmem.
Neye yakın bir rol istersiniz, Bihter’e mi, Fatmagül’e mi, Abiye Kuzu’ya mı, hangisine?
Aaaa, bakın ne anlatacağım size… Abiye Kuzu rolü önce bana teklif edilmişti. Herkesin kendi ekmeğine ve kendi kaderine kavuştuğunu düşünüyorum. Bu işte üzülmemeyi öğrendim. O projenin, ‘Türk Malı’nın imzasını temmuz ayında atmıştım. İki sezon kaçırdım o işi bekledim. Üç bölüm parasını almıştım.
Bu da nasıl oldu, anlatayım… ‘Avrupa Yakası’nda konuk oyuncu olarak rol almış ve herkesi çok şaşırtmıştım. İnsanlar beni hep uslu bildikleri için sahnedeki komedi yönümü çok bilmiyorlardı. Ben tiyatro sahnesinde aslında komedyendim. Tayfun Güneyer, ‘Avrupa Yakası’nda canlandırdığım rolü görünce, bir evlilik programını yansıtmıştık. Burhan Bey (Engin Günaydın) evlenmeye gidiyor ve ben de evlilik programı sunucusuyum, karşılıklı göbek atıyoruz. Tayfun, ‘Türk Malı’nı çekmeye karar verince ‘Sendeki o gizli komiği alıp buraya koyalım, Şafak’la (Sezer) ikiniz çok güldürürsünüz’ dedi. Ben de olur dedim, neden olmasın. Fakat çekimlere iki üç hafta kala yapımcı kararını değiştirdi ve Binnur Kaya ile çalışmaya karar verdi. Bence de çok doğru bir karar verdi. Yani benimle bir riske girmektense çok başarılı bir komedyenin, inanılmaz gişesi ve reytingi olan gerçek bir komedyenin boşta olduğu bir dönemde İclal Aydın ile riske girmemeliydi. Çünkü benim reytingim başka yerde. Ben şiir okuyayım tutar ya da atıyorum başka bir şey yaparsam tutar. O yüzden bence çok doğru bir karar verdiler.
Peki, oynamak istediğin, özendiğin bir dizi var mı?
‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ olabilir sanki, o bana daha uygun… Kaptanın karısı, anne rolü, Ayça Bingöl de rolün hakkını gerçekten iyi veriyor. Ama sanki o bana daha yakın olabilir gibi duruyor.
O rol işte sizin tarzınız…
Evet o garanti. Baktığınız zaman orada bir riske girmezsiniz.
Ama ‘Abiye Kuzu’ rolünde belki siz de farklı bir tarz yaratacaktınız, belli mi olur?
(Karşılıklı Abiye Kuzu ve Erman Kuzu taklitleri yapıyoruz. Gülüyoruz)
Biraz yazarlığınızı konuşalım... 2001’de Hayat Güzeldir kitabıyla başladınız... 2003’te Bitmiş Aşklar Emanetçisi... 2004’te Yaz Bitmesin... 2005’te Gördüğüme Sevindim... 2009’da Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken... En son Kağıt Kesikleri var, yenisi geliyor mu?
Valla şu anda imkânsız görüyorum. Hiç zaman kalmıyor.
Ama eliniz o kadar çabuk ki, az önce program çıkışı, iki arada bir derede Vatan gazetesindeki köşe yazınızı yazdınız…
Kafamda ne yazacağım belliyse kolay, yoksa ne kadar zor olduğunu bilirsiniz.
2003 ve 2005 arasında bir kadın dergisinde yayın yönetmenliği de yaptınız. O iki yıl dergicilikte kimbilir neler yaşadınız? Şimdi aklınıza gelen ilginç bir anı var mı?
Hayatımın en kabus dönemiydi. Önce, Duygu Asena’dan bilgi aldım, izin aldım, fikir aldım. Çünkü, gerçek anlamda kahramanım ve yerinde olmak istediğim kadındı. Arnavutköy’de balık yemiştik. Dedi ki “İclalciğim, ben çok duygusal bir kadın değilim, adıma bakma ama hakikaten çok duygulandım, hakikaten gözlerim doldu, çok şaşırdım. Bana sorarsan yapma.’ Neden dedim? ‘Çok sevdim seni. Üzüleceksin. Reklam almadı diyecekler. Reklam yüzünden dergini kapatacaklar, ekibini dağıtmak zorunda kalacaksın, çok üzüleceksin, çok büyük sorumluluk alacaksın’ dedi ve haklı çıktı. Çok haklı çıktı.
Çok üzdüler mi sizi?
Çok üzüldüm. Derginin kapanma kararı alındı. Söylemem lazım ve bütçede kısıntı var. Çaktırmadan telifli arkadaşların paralarını cebimden verdim. Şimdi yıllar geçti söyleyebiliyorum. Hiç unutuyorum, maaşımı böldüm ve dağıttım. Bu son paranız arkadaşlar dedim. Kara kara düşünürken, Selahattin Abi (Duman) geldi. ‘Ne yapıyorsun Farah Diba?’ dedi. Selahattin Abi çok kötüyüm dergimi kapattılar dedim. ‘Aman be yavrum’ dedi, ‘Bu seks gibidir. İlk seferi çok acı verir, bundan sonra o kadar çok gazete kapatacaksın, dergi açacaksın, ekler kapatacaksın, oraya gireceksin, buraya çıkacaksın ki hiç umurunda olmayacak. Ama ilki çok üzücüdür, acı vericidir, istediğin kadar üzül, istersen ağla ama ben yan odadayım. Sonra gel kahve içelim’.
Hakikaten öyleymiş, ondan sonrasında ne programlar başladı, ne ekler kapandı. Neler değişti, neler.
Biraz da yıllar öncesine dönelim… İclal Aydın’ın hayatına baktığımızda orta okul ve lise yıllarında yazarak ve tiyatro çalışmaları yaparak sanattaki ilk adımlarını atmaya başladığını görüyoruz. Kimi örnek almıştınız, nasıl çıktınız bu yola? O yaşlarda hep bir heves gelir ama o hevesi yaratan kahramanlar da vardır…
Güzin Çorahan,.. ‘Hanımın Çiftliği’ dizisinde Kemal’in annesini oynuyor. Samimi bir aile dostumuzdu, beline kadar saçları vardı. Onu Ankara’da sahnede ilk kez seyrettiğimde dörtbuçuk yaşındaydım. Kararımı verdim ve ‘Onun gibi olmak istiyorum’ dedim. Bir daha da kararımdan hiç dönmedim.
Daha liseye gelmeden hem okuyup hem çalışmaya başladınız. Bu hayatı erkenden kavrayabilmenin telaşı mıydı, yoksa ekonomik ihtiyaçlar mı zorlamıştı buna?
Annem ve babam 68’li. Dünya görüşleri o günün hali hazır düşüncesinin biraz daha ötesinde. Ağaçlara tırmandım, oyunlar oynadım, şahane bir çocukluk geçirdim ama sorumluluğumu erken almak zorundaydım. 80 darbesinden sonra anne ve babam ayrıldı. Kardeşimin sorumluluğunu almak zorunda kaldım. Çalışan bir annem vardı. Ve bu yüzden ben 13 yaşında kocaman sofra kurmayı öğrendim. Annem işyerindeyken telefon açardı, “Akşam yemeğe misafir gelecek, vazonun içinde para var git bir tane tavuk al” derdi. Ben o tavuğu alır, haşlar, pilavıydı, salatasıydı, yemeğiydi hazırlardım. Elim çok çabuktur. Annem, yaz tatillerinde de 12 yaşından itibaren para kazanmayı öğrenmemi istedi. Samiye Teyze’nin yanına gönderdi. Arkadaşı Ankara’nın önemli mali müşavirlerinden biriydi. Onun ofisinde telefonlara bakarak başladım. Sonra benden çok memnun kaldı. “Cumartesileri gel bakalım” dedi. Küçük harçlıklar veriyordu. Ben, o harçlıklarla bir daha annemden para istemedim. O son oldu. 12 yaşımdan beri hiç para almadım, eşlerimden de (gülüyor).
12 yaşında annesinden para almayan, eşinden para alır mı!..
(Gülüyor) Hiç almadım ve çok gurur duyuyorum. Liseyi de çalışarak bitirdim. Ailemden saklı oyunculuk sınavlarına girdim ve kazandım. Sonra okula gittim. Başta yaptığım işe çok itiraz etmişlerdi sonrasında bugün anneme ve babama iyi birer yaşam kurabildim. İkisi de yaşadığı şehirlerde, güzel evleri var, güzel hayatlar var.
- Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi… Ve bunun yanında Tiyatro Bölümü… Okulu ikinci sınıfta bırakıp Almanya’ya Berlin’e gitmenizin nedeni neydi? Bu bir kaçış mıydı, bir inziva mı, bir tercih mi?
Aslında bir kaçış. Annemle çok sert bir ilişkimiz vardı. İster istemez genç kız oluyordum, okula girdikten sonra tiyatro okumanın bir sınıf işi olduğunu öğrendim. Yani ailenin geçim derdi varken, başka sosyal koşullar ön plandayken, çocuğunun haftada üç tane oyun izleme zorunluluğu ya da eve yedi buçuktan sonra gelme hali kabul edilir bir şey değildi. Uzayan provaları, iki tane kız çocuğunu büyütmeye çalışan 33 yaşındaki bir kadın kaldıramazdı.
Yıllar sonra yaptığımız bir telefon konuşmasında annem ağlayarak konuşuyor, çocukluğumla ilgili birşey hatırlamış. Ben çok küçüğüm, çocuklar sokakta simit yiyorlar. Ben de bir tane simit alıyorum ve ona diyorum ki “Biz ikinci katta oturuyoruz git annemden parasını al”. Simitçi yukarıya çıkıyor ve diyor ki “Çocuğunuz simit aldı”. Annem beni yukarıya çağırıyor ve “Sen bana sormadan nasıl sokaktaki birinden simit alabilirsin?” diye beni çok azarlıyor. O kadar çok bağırıyor ki bir ısırık aldığım simiti ayakkabılığın üzerine bırakıyorum ve bir daha yemiyorum. Yalvarıyorlar ama o simidi asla yemiyorum. İki buçuk üç yaşında bir çocuk yapar mı böyle bir şeyi? İnanılmaz. Annemin yıllar sonra bu gelmiş aklına. Bu arada ben 30 küsür yaşına gelmişim. Nasıl ağlıyor, “Sen o simidi neden yemedin?” diye. İçine nasıl dert olduysa.
Nasıl üzüldüm. Anacım dedim. Bak bir şey söyleyeceğim sana, beni iyi ki böyle büyütmüşsün, senden korkmasaydım kendimi sana ispat etmeye çalışmasaydım bugünkü ben olmazdım. O günün koşullarında sen de gencecik kadınsın sen de benimle birlikte büyüdün.
- Yıl 1996 ve kesin bir kararla tiyatroyu bıraktınız… Bunun mutlaka bir ya da birçok nedeni olmalı, değil mi? Tiyatroyu neden bıraktınız, gerekiyor muydu?
Tiyatro müthiş bir aşkla, özveriyle ve büyük bir inançla yapılmalı. Üçünden birisi eksilirse o iş olmaz. Aşk nedir karşılıksız sevmektir. Para kazanmayı, başka denizlere yelken açmayı istiyorsanız, hayatla ilgili beklentilerinizde değişim varsa ve bunu yaptığınız iş ya da kişi karşılamıyorsa zaten aşk orada kırılmaya başlıyor. Ve hakikaten özveriyle yapılması gereken bir iş bu ve ben kısa bir süre içerisinde tiyatronun hemen her dalında çalıştım. Belki içinde bulunduğum süreç, belki oynadığım oyunlar, belki yorgunluk böyle birşeye sebep oldu. Yani devam etmek istemedim ve bir daha da özlemedim. İşin enteresan tarafı hiç özlemedim. Hiç pişman olmadım.
Bu aslında sizin ne kadar kararlı olduğunuzu gösteriyor.
Ayrıldıktan sonra bir daha geri dönmem.
Ama sonuna kadar da yaşarsınız, direnirsiniz değil mi?
Evet, sonuna kadar. Hani tüpü ters çevirirsin ve yemeği de o kalan gazla pişirirsin ya onu da yaparım.
Ne kadar güzel sizin o zaman keşkeleriniz de olmaz.
Sonrasında keşkelerim tabi ki var.
Pişmanlık diyelim.
Yapmasaydım, oraya gitmeseydim dediğim var. Ama keşkelerim hep şöyledir… Onun için de ‘Allah’ın bir bildiği var’ diyorum. Şimdi birden onu düşündüm.
Sonrasında da Türkiye’ye geldiniz ve gelir gelmez ‘Sıcak Saatler’ dizisine başladınız... Çok reklamı yapılan ama sorunlu bir diziydi galiba...
Bir kere çok şanslıyım çünkü televizyona çok iyi başladım. 1996’da geldim 97’de işe başladım ve kısa bir sürede tanınan biri oldum. Çok büyük bir şans fakat sonra talihimde bir kırılma oldu. Diziden çıkarıldım, televizyon programım bitirildi yine Kanal D deydi. Bu benim üçüncü Kanal D maceram olacak.
Allah’ın hakkı üçtür…
Bu sefer oldu inşallah (Gülüyor). Ama diyorum ya her şeyin bir nedeni var. Aslında sonrasında beni gerçek anlamda bir televizyon ismi haline getiren -halen de onun kredisini yiyorum- Hayat Güzeldir programının başlaması böyle oldu.
Siz gündüz kuşağı programlarına yıllar önce başladınız: “2’den 4’e”... Zaten 2000’de de En İyi Sabah Programı ödülü sizin oldu... O zamanki formatlar nasıldı, şimdinin programlarından farkı neydi?
O programın 38 ödülü var. Hala efsanedir. Yedi sekiz ay önce Ali Saydam’ın programına katıldığımda bir araştırma yaptırmıştı. İclal Aydın sizin için ne ifade ediyor diye, inanılmaz bir biçimde hala o program anılıyor, biliyor musunuz. Çok ciddi bir yüzdesi var. Ne kadar iyi bir şeymiş… İlk kitabım da o programın arkasından geldi.
İclal Aydın’ın bereketli yılları…
Kitap, kızımın babası ile evlilik, çocuğumun doğumu, hepsi 2000 ile 2002 yılları arasındadır. Krizler bana hep iyi gelir biliyor musunuz? Büyük krizlerin ardından, büyük ekonomik krizlerin arkasından iyi şeyler yaşarım. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemdeki kriz, 94 olsa gerek, kriz yıllarım berbat geçti. Size anlatamam hiçbir iş yapamam, ülke kötüdür, her şey kötüdür, dünya kötüdür. Fakat bilirim ki bunun arkasından şahane bir dönem gelecek. Bazen kendimi tekerleğe yapışmış bir sakız gibi hissediyorum. Her defasında bir tur attıktan sonra güneşi görüyorsunuz.
Birkaç yıl önce sabah programlarıyla ilgili olarak yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermişsiniz: “Çok teklif geliyor ama geri çeviriyorum. Çünkü ekrandaki kötü örneklerin arasına katılmak istemiyorum.”
Siz ne kadar iyi iş yaparsanız yapın en popüler olanın yargısının paylaşımcısı oluyorsunuz. Mesela ben BRTde program yaparken benden çok daha popüler kanallarda iş yapan benden çok daha popüler arkadaşlarım vardı. Ve ben o programın varlığını tıpkı şimdi olduğu gibi onlara alternatif olması mantığından hareketle kurmuştum. Programıma popüler olmayan isimler gelirdi. Haydi, bugün sıkıysa bu isimleri popüler kanallardan birine çıkarıp iki saat konuşturun. Fakat buna rağmen “Şu kuşak programcıları” denen el hareketi de vardır ya (elinin tersini havada savuruyor) “Bunların hepsi böyledir” gibisinden. “Bunlar ağlak şiirler okurlar, bunlar sahtedirler” gibi. Hayatım suçum olmayan bir cezayı çekmekle geçti. Yemin ediyorum şiirden soğuttular beni. Hepi topu sekiz şiirim var onu da çocuğumu beklerken yazmıştım. Bir dışavurumdu. Önyargıdan, kalabalığın içinde olmaktan kaçınıyordum. Ama nedenini bilmiyorum. Şu anda da Kanal D’deki programımın farklı olacağına çok inandım. Bütün mesele bu, yönetime ve çalışanlara çok inandım.
Severek izlediğiniz, tiryakisi olduğunuz bir dizi veya program var mı?
‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisinden Osman’ı çok seviyorum. Geçen sene ‘Hanımın Çiftliği’ni çok sevmiştim. Ama düzenli olarak izleyemiyorum. Yabancı dizilerin tiryakiliği vardı. Sezon DVD’lerini alıp izliyordum. Mesela ‘Greys Anatomy’ dizisini arka arkaya dört beş bölüm seyrettiğim olmuştur. Sevdiğim program, en sevdiğim programcı Beyazıt Öztürk. O kadar çalışkan, o kadar bir tane ki, şimdi size itiraf ediyorum, o da burada okuyacak; ona o kadar gıpta ediyorum ve o kadar kıskanıyorum ki, ondan daha çok çalışmam lazım. O haftada bir gün yayınlanan program için üç dört gün gelip dekoruna ortama titizleniyor. Bayılıyorum çalışkanlığına, işine sahip çıkışına. Diyorum ki bu adam haftada bir gün yayınlanan programı için böyle yapıyor ben sabahları daha da erken geleceğim.
Ayrıca biliyor musunuz, Beyaz benim çocukluk aşkımdır.
Öyle mi?
Tabi ki, elini tuttuğum ilk erkek. Elleri büyük ve R’leri söyleyemiyor diye terk etmiştim onu (Gülüyor). Yıllar sonra, beni programına çıkardı ama o kadar şeker ki “Hatırlıyor musun, bir zamanlar R’leri söylemediği için bıraktığın bir çocuk vardı” dedi.
Yıllar sonra çok şeker bir karşılaşmamız oldu. O beni unutmuş. Yani İclal Aydın’ın onun çocukluğundaki İclal olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Ama bildiğiniz çocuğuz, ben 13 o da 15 -16 falan. Bir konserde mi davette mi karşılaştık. Yanına gittim merhaba dedim. O da centilmendir biliyorsunuz, canım benim, kalktı ‘Merhaba’ dedi. O kadar sıradan merhaba dedi ki, ben çok bozuldum. Sen beni tanımadın herhalde dedim. “Yok tanıdım, İclal Aydın” dedi. Dedim ki sen bir bak bakayım bana, iyi bak ama dedim. Bir Ankaraya git… “Beni başkası ile karıştırıyor olabilir misin?” dedi. Bak bir şey söyleyeceğim, Ankara, Yeni Mahalle ve İco” dedim. Bir an donup kaldı ve bana sarıldı “İcooo biliyor musun babam öldü?” dedi, babası öleli iki yıl olmuş. O zaman anladım ki bazı sahici arkadaşlıklar bıraktığın yerden devam ediyormuş.
Beyazıt benim için çok kıymetlidir. Öyle her dakika görüşmeyiz, inanın bana cep telefonumda numarası yok ama beni bir olayda çok kollamıştı. Basın çok üzerime geliyor, beni çok hırpalıyorlardı. Telefonumu açmıyorum, sonra bir açtım. 28 tane mesaj, on tane çağrı. Beyazıt arıyor, ama her yerden, muhtarlıktan en yakın arkadaşıma varana kadar, Beyazıt seni arıyor. “Bunlar seni sahipsiz mi sanıyor be!” dedi. “Hemen atla gel cuma günü” dedi. Israr etti. Beni programında onore etti. Sunarken “O bir can tanesi, o bir nur tanesi” dedi… O kadar büyük bir referans verdi ki bana, Türkiye’ye, “Beni seviyorsanız bu kızı da seveceksiniz” dedi. Bu benim için unutulur bir şey değil.
Ne güzel böyle dostlarınızın olması, Sunay Akın da Beyazıt Öztürk de çok sağlam dostlarınız...
Evet, Allah uzun ömürler versin, hem yaptıkları işlere, hem de onlara.
Amiiiin…
Ay ne güzel bir röportaj oldu.
İşte o yüzden de bitirmek istemiyorum... Anneniz Çerkez, babanız Kürt... Demokratik açılımla başlayan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başlangıcı itibariyle, sorunları konuşabilmek en azından konuşmaya başlamış olmamız bile benim için çok önemli. Belki bu soruya şöyle bir yanıt verebilirim; Başbakan’ın açılım kahvaltısında söz aldığım zaman bir şey söylemiştim; ben Türkçeyi sonradan, benimle iletişim kurabilmek için öğrenmiş ve yaşadıkları bölgenin doğal ve politik coğrafyasının çok eziyetini çekmiş bir sülalenin, babannenin ve dedenin torunuyum. Ama hakikaten çok eziyet çekmişler ve babannem sonradan öğrendiği Türkçe ile batıdan gelen gelinleri ile orada doğan çocuklarıyla iletişim kurup, belki de kim bilir hangi korkuyla “Onlar Kürtçe öğrenmesin ben onlarla Türkçe konuşurum” demiş. Ben tek kelime Kürtçe bilmiyorum. Bütün çocuklarını okutmuş çok ciddi bir sonradan yoksullaşma yaşamış ve o yoksulluğa rağmen hepsini okutmuş. Benim ilk Türkçe kitabımı gördüğünde, sürekli sorardı “Bunun içindekilerin hepsi Türkçe mi?” diye.
Başbakana da şunu söylemiştim o zaman, benim bugün Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın karşısına oturup Türkçe biliyor olmam, ailem için mucizedir. Hayattan alacaklarına denk düşmez ama ciddi bir şeydir. Eğer samimiyseniz, ki ben bunun içinde ne olduğunu bilmeyi çok istiyorum, benim 108 yaşındaki dedem, 8 yaşında bir kızım var. O yüzyıllık yaşam içinde bu Türkiye’de bir şeyler değişmeliydi. “Değiştireceğiz, bu işi bitireceğiz” diyorsanız “Elimizi taşın altına koyduk” diyorsanız bir anne olarak ben o taşı itmek için elimden gelen her şeyi yaparım. Açılımla ilgili samimi düşüncem budur. Ama samimi bir şekilde istemek lazım. Bunu hepimizin istemesi lazım, bu savaşın bitmesini hepimizin istemesi lazım. Çünkü olaylara şöyle bakılıyor; batılılar istemiyor. Hayır, bence en çok Türkiye’nin batısında yaşayanlar istiyor barışı. Aynı içtenlik ve samimiyetle doğunun ve batının bu inançta buluşması gerekiyor, bu savaş bitmeli...
O zaman biz bu sohbetimizin sonunda özlem dolu bir temennide bulunalım mı?
Evet, bulunalım… Şimdi Türkiye’nin kucaklaşma vaktidir. Hadi kucaklaşalım. En güzel temenni bana göre budur.
Peki, hadi kucaklaşalım o zaman...
RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL
İclal Hanım, o kadar olumlu ve yapıcısınız ki, bu durum sizinle röportaj yapan kişiye de yansıyor olmalı...
Gerçekten mi, bunları sizden duymak ne güzel!
Yüzünüz ve gözleriniz yetiyor.
(Gülüyor) Programımda her gün seyirciye taşıdığım zor hayat hikayeleri oluyor. Onlardan etkilenmemek mümkün değil. Ve dönüp kendi hayatıma bakınca pozitif olmamak mümkün değil. Böyle durumlarda insan kendi hayatının daha bir farkına varıyor.
Şükür etmeyi böyle zamanlarda mı öğreniyoruz acaba!
Kesinlikle… Ayda bir kere danışmanlık alıyorum. Böylece iş yaşamımı, psikolojik yaşamımı ve de annelik konularını gözden geçirebiliyorum. Dört haftanın sonunda geçen cuma günü de gittim.
En son gittiğinizde neler yaşadınız, sorunlarınız nedir?
Bir buçuk saatte gidebildim. İnanılmaz bir yağmur, anormal bir trafik, bir yerden bir yere gitmek çok zor. Danışmanım ‘Nasılsınız?’ dedi. Size yemin ediyorum otuz saniye falan düşündüm. O kadar gelir geçer kaygılar ve sorunlar içerisindeyim ki! Büyük şehir yaşamının getirdiği trafik sorunu… Herkes gibi yaşadığım stres sorunu… Program reytinginin zirve yapma düşüncelerinin getirdiği sorunlar… Kızımı ihmal ettiğimle ilgili endişelenmelerimin sorunları... Sonra fark ettim ki programımda karşılaştığım gerçek hayat hikayelerinin yanında Allah’a şükürler olsun, öpüp başıma koyacağım, pamuklara saracağım bir hayatım var. Danışmanıma ben çok iyiyim, siz nasılsınız dedim (Gülüyor). Danışmanım da kendi tatilini anlattı. Büyük şehir bizi bu hallere sokuyor sonunda.
Ne güzel, büyük şehir sorunlarına karşı danışmanlık alma gibi bir çözüm bulmuşsunuz…
Evet, herkes için öneriyorum.
Bu anlattıklarınız Medyaradar okurlarına da bir ışık tutabilir pekala. Bu tür bir danışmanla konuşmak, hiç değilse ayda bir bile olsa iyi gelir mutlaka…
Ayda bir gidiyorum, çok zor olursa telefonla görüşüyoruz.
Peki, samimi olarak sormak istiyorum, neden danışmanlık almak için bu kadar gönüllüsünüz?
Çünkü ben duygusal biriyim. Sevinme ve üzülme eşiklerim çok düşüktür. Çok kolay sevinirim ve çok kolay üzülürüm. Ama bunlara rağmen çok da dayanıklı bir insanımdır. Kolay değil, 13 senedir böyle bir ruh hali ve kişisel yapı içerisinde medyadaki varlığımı sürdürebiliyorum. O yüzden üç dört senedir kendimi bir şirket gibi yönetmeye başladım. Nasıl şirketler elemanlarını yetiştirmek için danışmanlık ve eğitim alıyorlarsa, aynı şeyi ben de yapıyorum. O kadar iyi geliyor ki. Çünkü kendimden memnun değildim. Bu yüzden de kendimi profesyonel bir denetim içine aldım. Artık daha sağlıklı kararlar verebiliyorum.
“Hayat Ağacı”nı konuşalım mı?
Kanal D’de olmak çok büyük bir sorumluluk. Hep lider bir kanal, dolayısıyla başlar başlamaz yakalamış olduğumuz çizgi çok tatminkar bir çizgi olsa da programın kendi içimde uygun bir seviyeye gelmesi gerekiyor. Seyircinin alışması biraz zaman alır. Çünkü zor bir şey yapıyoruz. Birbirine benzeyen programlar içerisinde alternatif olduğunuzda, kendinizi tanıtmanız anlatmanız için belli bir zaman gerekiyor. Başarı ile giden bu işin arkasında çok kalabalık bir ekip, kararlı bir genel müdür ve sabırlı bir CEO var. Aslında biliyor musunuz, kadın ve kuşak programlarla ilgili bütün umudumu kaybetmiştim. Bu işten emekli oldum diyerek 7-8 yıl boyunca hiçbir öneriyi kabul etmedim. Ta ki İrfan Şahin ve Dilek Dağcıoğlu ile konuşana kadar. Onun için dediğim gibi, bir numaraya çıkana dek bu işi oturmuş olarak kabul etmiyorum.
Eleştiriler daha çok hangi konuda oluyor?
Sektördeki arkadaşlarımdan kime kulak vereceğimi, kimi nasıl okuyacağımı, kimi nasıl dinleyeceğimi öğrendim. Kim neyi neden söylüyor artık biliyorum. Ama her uyarıyı ve öneriyi can kulağı ile dinleyip yoğurup uygulamaya çalışıyorum. Ben sekiz yıllık bir ara verdim ve o sırada televizyonculuk ve izleyici profili de değişti. Çok ciddi bir zaman dilimi, müthiş ve inanılmaz bir tempo istiyorlar. Hareketsizliğe hiç tahammül yok. İnsanlar bir şey istiyorlar ama onu çok çabuk bir zaman dilimi içerisinde ve en eğlenceli şekilde vermeniz gerekiyor. Ben de bir nevi koşuya çıktım, nefesim açılıyor ve ben de o tempoyu öğreniyorum. O yüzden eleştirilerin büyük çoğunluğu yapıcı.
Mesela bunlardan bir tanesi Seyfi Dursunoğlu, her gün programımı izliyor. Her programdan sonra, makyajımdan sorduğum suale kadar ‘Tenkitlerim var’ diye arıyor (Gülüyor). İşte ‘Şu sualini çok beğendim, şunu beğenmedim, gözünü o kadar boyamamalıydın, şuranın eğlencesi çok iyiydi’ gibi. Fakat çok desteklediğini ve çok beğendiğini söylüyor. ‘Öğleden sonra oturuyorum, hem bir sürü şey öğreniyorum, hem ağlıyorum, hem gülüyorum… Arkadaşımsın diye söylemiyorum ama aynen devam’ diyerek yüreklendiriyor.
Şayet, Seyfi Dursunoğlu (Huysuz Virjin) bunları diyorsa tamamdır. Programı izlediğini söylemesi bile yeter.
Gerçekten de öyle değil mi? Bu çok önemli bir şey. Herkesin birbirinin kuyusunu kazmaya çalıştığı bir dönemde böyle dostlar çok önemli.
Sizi çekemeyenlere karşı bir kalkanınız var mı?
Artık insanları okumayı öğrendim. Ama olumsuz şeyleri duyduğumda canım sıkılmıyor mu? Elbette sıkılıyor, hem kimin sıkılmaz ki. Ancak çok da önemli değil. Neyi nasıl söylediklerine bakıyorum. Henüz yaptığımız, hedeflediğimiz işe, çabamıza yönelik kötü söz söyleyen olmadı. Çevrede belki vardır ama bize gelen yok. Bu da beni mutlu ediyor.
Aslında bu bir meydan savaşı. Atın üzerinde duracaksınız, karşı tarafı attan düşürmeye çalışacaksınız, bu arada yaralarınızı saracaksınız ve bir yandan da şifalı otlar içip, kurşun geçirmez ve kılıç darbesi almaz sağlam bir bedene sahip olacaksınız. Üstelik bunu sanki sonsuza dek yürüyecek bir hikâye gibi yapacaksınız. Hakikaten böyle değil midir televizyon programcılığı? Attan düştüysen de bir an önce kalkacaksın yarana bakmadan hemen bineceksin. Çok sevdiğim bir hikaye vardır. Yıllar önce bir politikacı ağabeyim anlatmıştı:
‘Bir politikanın, bir de medya dünyasının önemli bir kuralı vardır, hiç unutma. Hektor atın üzerinde savaşırken herkes seyreder ve dermiş ki ‘Hektor’a bak ne kadar güzel savaşıyor. Tanrım ne kadar güçlü ve görkemli’ Derken Hektor’un atı tökezlemiş, attan düşmüş. İzleyenler demişler ki ‘Hektor nerede, Hektor nerede, göremiyoruz onu?’ Adamın birisi de şöyle konuşmuş, ‘Valla atın üzerindeki Hektor’du, atın ayaklarının dibinde biri var ama Hektor mu değil mi emin değilim’.
Bu olaydaki gibi, anında vazgeçebilirler, anında unuturlar…
Bütün hüner, attan düşmemek ve orada kalabilmekte galiba…
Evet, öyle görünüyor. İşte bunu yaparken, büyük bir ekran mücadelesi verirken, bir de çocuk yetiştiriyorum. Kızım 8 yaşına geldi. Bugüne kadar hep iş odaklı yaşadım, mesleğim yaşamımdı, her şeyimdi. 40 yaşıma yaklaşıyorum, 39 yaşıma girdim.
Hemen yaşınızı söylemeyin canım, kadınlar bu bilgiyi gizlemeye bayılırlar...
Annem de yaşımı ulu orta söylememi istemiyor, ‘Sen söyleyince benimki ortaya çıkıyor’ diyor (Gülüyor).
Yaşınızdan çok genç göründüğünüzü söyleyebilirim.
Sağ olun… Bunun için de çok uğraşıyorum (Birlikte gülüyoruz).
Bir şeyi fark ettim; işim her şeyim değilmiş. Otuzlu yaşlarımda aşkla, hayatla, işle ilgili daha farklı düşünüyordum. İnsan anne olduğunda, kırkına doğru geldiğinde başka öncelikler ve kaygılara sahip oluyor. Şimdi, bir arkadaşımla akşam üzeri oturup iki saat sessiz sakin bir zaman geçirebilmek bana çok daha önemli geliyor. Yani bir pazar günü gazetemi okumak, kapımı kapatabilmek, şükrettiğim büyük mucizelere dönüştüler. İçime kapalı yaşıyorum artık. Bir de önemli bir şeyi öğrendim; artık canımı sıkan insanlarla görüşmüyorum.
“Hayat Ağacı”nın içindeki farklı hayat öyküleri sizi de etkiliyor, zaman zaman gözleriniz doluyor, boğazınızın düğümlendiği hissediliyor…
Aslında çok şizofrenik bir şey. Haber programı olduğunda belki biraz daha düz teknik sorular soruyor ve bir haber iletiyorsunuz. Ama burada biz bir haberin analizini yapıyor, insani boyutuna bakıyoruz. ‘O anne ne hissetti? Sonrasında ne oldu? O aile niye parçalandı? Biz ne yapabiliriz?’ sorularına cevap ararken, insanlara bunu sunduk da, neden sunduk, ne anlattık, ne dedik? Bu hikâyenin üzerinden reyting alacağım ama bu anne bunu neden anlatıyor? Bunun topluma ve Türkiye’ye bir faydası yoksa öğleden sonra bakın ne kadar etkileyici bir hayat hikayesi diye anlatmanın ne alemi var.
Şimdiye kadar İclal Aydın’ı en çok etkileyen hayat öyküsü hangisi oldu?
Kaza kurşunu ile ölen Damla’nın hikâyesi beni çok etkiledi. 8 yaşındaymış. Sabahları programa girecek bütün bantları izlerim. O gün bantlardan bir tanesi yetişmedi. O da Damla’nın babasının konuşmasıydı. Ben yayına girdim. Damla ve kızım aynı yaştalar, annesi ile hamileliğimiz benzer dönemlere denk gelmiş. Yayına girdik, iki buçuk ay olmuş Damla öleli. Düşünebiliyor musunuz, çocuğunuz sokakta oynarken, diğer sokaktaki düğünde havaya ateş açılıyor ve o kurşun gelip çocuğunuzun kafasını buluyor. Babasının bandı girdi yayına. Ağlayarak konuşan bir baba, şöyle sesleniyordu:
‘Seninle gurur duyuyoruz, seninle yolculuğumuz çok kısa sürdü ama seni hiç unutmayacağım…’
O an çok hazırlıksız yakalandım. (İkimizin de gözleri doluyor) Şu an yine kötü oldum.
Sizin kızınız var, benim kızım ve oğlum var. Çoluk çocuk sahibiyiz ve bu gibi yaşanmışlıklar bizi yüreğimizden vuruyor.
Babanın konuşma bandının ardından stüdyoya döndük. Döndük ama ben konuşamıyorum. Çünkü boğazım tıkandı. Karşımda kızın annesi var ama konuşamıyorum.
Daha öncesinde hazırladığım bir metin var diyeceğim ki; her silah patlamak için imal edilir ve evinize aldığınız her silah bir gün ateş alacaktır, o kurşun kimin canına düşecek bilmiyoruz. Şimdi beş tane ruhsatlı silah alınsın meselesi var ya. Konuşmak istediğim şeyler bunlar fakat boğazım düğüm düğüm… Derken anne şöyle bir şey söyledi: ‘Ben o kadar sabırlı bir insanım ki ama şu anda ne kadar sabırlı olsam ve beklesem de kızımı göreceğim bir zaman yok. Biliyorum ki kızımı bir daha görmeyeceğim. İclal Hanım, eve gidince kızınızı benim için öper misiniz?’
Aman Allah’ım…
(İkimiz de gözyaşlarımızı gizlemeye çalışıyoruz) Ben o an bittim. Unutamıyorum o anı.
Türkiye’de, bireysel silahlanmanın yasaklanması gerekirken beş silah taşıma ruhsatı çıkarma teklifinin Meclis’e sunulması anlaşılır şey değil.
Bu hikâyeyi nefesim yettiği kadar anlatacağım, çünkü annenin ve babanın söylediği çok önemli bir şey var: ‘Hayata ancak böyle devam edebiliriz. Yine yiyorsunuz, içiyorsunuz, uyuyorsunuz ama o çocuk geri gelmeyecek. Bir tek şeyle yaşayabiliriz, bu işin son bulması için ne yapabiliriz? Başka çocuklar ölmesin, başka hayatlar sönmesin.’
Evet… “Hayat Ağacı”nın dikkat çeken konukları da oluyor. Mesela, Okan Bayülgen katıldı... Mesela, Ertuğrul Özkök katıldı... Bu sohbetlerin geri dönüşümü nasıl oldu?
Olağanüstü elbette (Gülüyor), bir kere gelen konuklar çok mutlu oluyorlar. Oradaki sinerjiden çok memnunlar. Ertuğrul Bey’in de Uğur Dündar’ın da yorumları aynıydı. Onların hiçbiri kadınların yoğunlukta olduğu bir gündüz kuşağı programına katılmamışlar bugüne kadar. Böyle bir enerjinin içine girmemişler. Dolayısıyla onlar için yeni ve ilk kez yaşanan bir durum, orada olmayı çok sevdiler. O yüzden Uğur Bey yine katılacağını söyledi. Ertuğrul Bey’in şöyle tatlı bir yorumu oldu: ‘O kadar güzel bir program olmuş ki, bizi onlarla tanıştırıyorsun. Onlara da yaşamlarında çok fazla yer tutmayan yeni isimleri tanıtıyorsun. Bu çok güzel bir şey ve doğru kanalda oluyor.’ Ama Nilgün Belgün, katıldığı gün programda bombayı patlattı.
Ne söyledi Nilgün Hanım, o süperdir çünkü!
Evet, süperdi. Eskişehirli bir hanım kocasının metresine dava açmış. Kocası ile metresini yakalamış. Kocasının metresine dava açmış ve bu sırada kocasını kendisine tekrar aşık etmiş. Ardından dava sonrasında metresten aldıkları parayla tatile gitmişler ve tatile gittikleri sabah kocasını terk etmiş. Bu bir intikam hikâyesi ve bize çok enteresan geldi. Nasıl yaşanmış diye programda konuşalım dedik. O da avukatı ile birlikte geldi. Benim sormak istediğim şu; ‘Bu gibi bir durumda dava açılması gereken ilk kişi kadın mıdır?’ Çünkü o diğer kadını suçluyor. Ben de diyorum ki ‘Aslında burada suçlu sizin eşiniz değil mi?’… “Hayır” diyor. Reklam arasında gelmişlerdi ve ben de Nilgün Hanım’la onları tanıştırdım. Nilgün Hanım’a, “Kocasının metresine dava açan hanım işte bu” dedim. Nilgün Hanım, kadına dönüp “Merhaba” dedi ve ardından yanındaki avukat hanıma bakıp “Siz de metres misiniz?” dedi. (Gülüyoruz)
Canlı yayında darmadağan oldum. Gülmekten ölüyorum. Avukat hanım da döndü “Hayır, avukatı oluyorum” diye cevap verdi. Ölüyorum ve bir an önce reklama girelim dedim. Televizyon tarihinin unutulmazları arasına girmiştir. Ama Nilgün Belgün de hala konuşuyor “Bin türlü metres var, öyle demeyin ama iyi bir şeydir aslında”. (Gülüyoruz)
Ayşe Özyılmazel “Türkiye’nin Oprah’ı belli olmuş” dedi...
O aslında şöyle bir şey, biz programı anlatmaya çalışırken sanırım benim bir hatam oldu. Ayşe’nin çok okunuyor olmasından da kaynaklanıyor. Ayşecim büyük bir kredi ve sevgi ile beni Türkiye’nin Oprah’ı diye lanse edince bu benim kendimi lanse etmem gibi algılandı. Keşke olabilsem.
Oprah Hanım Amerika’da başarılıysa İclal Aydın da Türkiye de başarılı...
O lafın altında kalmak istemedim. Birkaç arkadaşım da ayıp etti. ‘Sen kim Oprah kim!’ diye… Oysa benim de zaten öyle bir iddiam olmadı ki, öyle bir şey söylemedim. Biz sadece programın formatından bahsediyorduk.
Sabahtan beri buradasınız ve bu akşam saatinde hala enerji dolu bir şekilde bizimle röportaj yapabiliyorsunuz…
Ama bir şey söyleyeyim, bütün çocukluğum bu hayal ile geçti. Bunun tadını çıkarmazsam ayıp olmaz mı? Hep bir gün büyüyüp ünlü olacağım, benimle röportaj yapacaklar diye düşündüm. Düşünsenize, ünlü bir gazeteci sizinle röportaja gelmiş, televizyondasınız, size ait bir odanız var. Gazeteci geliyor ve size sorular soruyor. Bunun tadını ben çıkarmayacağım da kim çıkaracak?
Aynı şey benim için de geçerli. Bu an benim için de önemli, ünlü bir televizyon sunucusu, ünlü bir oyuncu, ünlü bir yazar beni televizyondaki odasında kabul etmiş ve röportaj yapıyoruz.
(Birlikte gülüyoruz) Sizinle konuşurken mesleğinizi çok sevdiğinizi görüyorum. En önemlisi mesleğini sevmek. Sizde de onu görüyorum, televizyon programınıza geldiğimde de, röportajlarınızı okurken de, çok genç biriyle söyleşi yapsanız da, çok ünlü biriyle yapsanız da ne kadar özen göstererek konuşuyorsunuz. Bir yandan konuşurken bir yandan da size bakıyor ve bunu düşünüyorum.
Teşekkür ederim, bunları İclal Aydın’dan duymak ne hoş...
İyi ki televizyonda değiliz, yoksa bize diyecekler ki ‘Bunlar birbirlerini şişiriyorlar’. (Gülüyoruz)
Kadınların sevdiği, desteklediği, alkışladığı bir isim olan İclal Aydın’a göre Türkiye’deki kadınların en önemli sorunu veya sorunları nedir?
Çok ciddi olarak bir kimsesizlik sorunları var. Dayak yiyor, nereye gidecek? Babası da almıyor, adalet sistemine de sığınamıyor. Konuşurken herkes çok büyük laflar ediyor. Ama kadın karakola gidince eve gönderiliyor. Bir şekilde barıştırılıyor. Kendisini savunacak ya da koruyup kollayacak bir otoritenin eksikliğini hissediyor. Kocası kadını altıncı kattan atmış, yaşadık gördük. Kadın karakola gidiyor, korkudan “Şikayetçi değilim” diyor. Karakol bırakıyor kadını.
Kocası değil mi canım sever de döver de!
Aynen öyle! İki tane çocuk el ele tutuşuyorlar. Biri 8, diğeri 11 yaşında “Dayım bize kötü şeyler yapıyor” diyorlar. Annesi ile babası trafik kazasında ölmüş, çocuklar dayıya kalmış. Olayı karakola götürüyorlar. Karakol yengeyi çağıyor. Yenge demirle dövüyor çocukları. Bu çocukları koruyacak bir sistem yok. Yani bazen öyle şeyler yaşıyorum ki avaz avaz bağırmak istediğim anlar oluyor, “Nerede bu devlet?” diye. Yapacağımız şey insanları kışkırtmak ya da galeyana getirmek değil, bir çözüm yolu bulabilmek. Ve bunu kısıtlı dakikalarda yapmaya çalışıyorsunuz. Yirmi dakikada yapabilmeniz mümkün mü? Sadece durumu tespit edebiliyoruz. Ülkem kadınının ve çocuğunun en büyük sorunu kimsesizlik. Ezilenin, hor görülenin, eğitimsizin başını yaslayabileceği kurumsal bir güvencesi yok, bu çok fena.
Türkiye’de ünlü kadın olmak, büyük sorun, büyük dert olabiliyor. Ve ünlü kadının özel hayatı hep mercek altında olduğu için, ne yazık ki istenmese de aşklarına ve ilişkilerine büyük zararlar verilebiliyor... Ünlü kadınlarımız da hırpalanıyorlar ve İclal Aydın da bunu yaşadı, değil mi?
Çok çok ağır yaşadım hem de… Sadece ünlü kadınlar olarak bakmıyorlar, popüler olmuş ve sevilen biriyse o ikonu yıkmaya, halkın sevgisinin hak edilmediğini ispata yönelik bir çaba var. Değersizleştirme çabası var ve bu çok acı. Böyle şeyler kolay olmuyor ki. Ben 13 - 14 senedir medyanın içerisindeyim, yüzlerce defa yanlış anlaşılmışımdır. En sonunda şuna kanaat getirdim; işimi iyi yapmak ve başarı dışında bana bunu yapanları cezalandırmak için başka bir çarem yok. İşime devam edeceğim. Boyun eğersem cezayı kesiyorlar. Ben “Gamzeli edebiyatçıyız” demedim. İstediğim kadar dememiş olayım, internet kuyusuna düştü ya, bitti. Onun cezasını bana kestiler… Peki o zaman yapacağım ne, hemen yeni bir işe bakmak. Yola devam etmek gerekiyor. Arabayı kullanırken ön camın üzerindeki pisliğe takılınca kaza yapma ihtimali çok yüksek oluyor. Bu nedenle pisliklere takılmadan yola devam. Silecekleri çalıştırmak en iyisi (Gülüyor).
Bu sizin özel hayatınızı da etkiliyor. İclal Aydın bir defa tepeden tırnağa duygu yüklü ve duygusallığı nedeniyle hayatında çalkantılar olabiliyor. Mesela yaşadığınız evlilikler…
(Gülüyor) Sonunda geldik asıl meseleye!
Neticede üç evlilik yaşadınız ve ne yazık ki yürümedi. Şimdi dördüncüsü için cesaretiniz var mı? Bugüne kadar yaşadıklarınız yeniden bir erkeğe güvenmenize engel olur mu?
Bilmiyorum… Bilemiyorum, dördüncü evlilik olur mu? Ama niyetim yok, en azından öyle söyleyeyim. Tabi ki büyük söylememek lazım. Çünkü “Bir daha kadın programı sunmam” dedim ama gördüğünüz gibi canımı dişime taktım ve hakkını vermeye çalışarak bu işi yapıyorum.
Erkeklere karşı güveninizi yitirdiniz mi, onlara bakışınızda eskiye oranla sert eleştirel bir tavır var mı?
Aslında o da değişiyor. Daha sert olduğum, o kadar da önemli değilmiş dediğim anlar oldu. Büyümek hiç bitmeyen bir serüvenmiş. İnsan o kadar değişiyor ki, yirmili yaşlarımda değişen insanlara çok öfkeli bakardım. “Hayatta bir insanın duruşu olur, insan dimdik durmalı, değişmemeli” derdim. Odun gibi değil ama eğilip bükülen bir çelik gibi oluyor insan (Gülüyor).
O yüzden çok kesin cümlelerle yanıt veremeyeceğim bu soruya. Ancak çok büyük bir kırgınlığım ve kızgınlığım yok.
Kırgınlığı yok, çünkü İclal Aydın aslında aşka yakın.
(Gülüyor) .
Yanılıyor muyum bilmiyorum ama öyle gördüğüm için söyledim bir anda.
Bilmiyorum. Artık eskisi kadar kafamı çok fazla meşgul etmiyor. Kendimi ve aşk kavramını çok kurcalıyordum bir dönem. Ama kavramlarım ve okumalarım değişti. Aşkın artık çok da önemli olmadığını düşünmeye başladım. Bu da geçebilir ama yani iki yıl sonra Allah ömür verir de konuşursak, size dünyanın en büyük aşk şairi olarak bir şeyler anlatabilirim. Hiç emin değilim.
Aslına bakarsanız, hiçbirimiz kendimizden emin değiliz. Bu sadece İclal Aydın için geçerli değil, hepimiz için geçerli. Yarın inanılmaz bir aşk yaşayabilirsiniz. Ama zaten bundan önce aşkı yaşadığınızda da bütün hücrelerinize kadar hissederek yaşamadınız mı?
Hem de çok, hem de sonuna kadar ve hiç pişman değilim aşkı öyle yaşadığım için.
Ve bedellerini de ödediniz...
Hem de harikulade bir şekilde ödedim aşkın bedelini. Kim benim kadar ödedi? Hiç unutmuyorum, lavaboda yüzümü yıkıyordum, ıslak yüzle aynaya baktım, saçlarımı geriye götürüp “ Vay be!” demiştim. Herhalde biraz sonra düşmana teslim olacak general de son kez elini yüzünü yıkadığında aynaya böyle bakmıştır. Yeniklik duygusu böyle bir şey demek ki, bu yüzünü hiç unutma demiştim kendime. Son derece de başım dik devam ettim.
Sunay Akın’ın çok güzel bir İclal Aydın tanımlaması var, burada özellikle bu sözü hatırlatmak istiyorum: “Asla Pollyannacılık oynamayan, umudun tarafında, karamsarlığı mat etmeye çalışan bir satranç oyuncusu.”
Yakınının hele böyle bir insanın söylemesi çok önemli. Kendisi ve eşi de çok yakın dostumdur, arkadaşımdır. Yakından tanık oldukları şeylerle ilgili söylemiş. Gurur verici, ne kadar güzel.
Oyuncu, yazar, şair, anne, sevgili... Şu dönemde bunların hepsi mi İclal Aydın, bazıları mı!
Evet, hepsi ama bir tek şair değil. Çünkü benim sadece 8 tane şiirim var. En son 2002’de yazmışım ama çok sevildi. Üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen, internette en çok tıklanan okunan ve gönderilen şiirler benimkiler. Ama şimdi bir şiir yazma ihtiyacım olmuyor. Otururum, düşüncelere dalarım şiir yazarım gibi bir şey geçmiyor içimden, zaten tarzım da öyle değil.
Siz konuşurken de şiir söyler gibi konuşuyorsunuz.
(Gülüyor) Şiir gibi mi! Belki de o ihtiyacımı böyle karşılıyorum.
Tabii kimbilir bu piyasada kimler peşinizden koştu, kur yaptı, yemeğe çıkalım dedi...
Kimbilir kimler, kimler (Gülüyor)...
Var mı hayatınızda birisi?
Hayatımda birisi var.
Ne kadar güzel… O zaman demek ki her şey yolunda gidiyor.
Çok şükür. Aslında çok konuşmak istediğim bir konu değil, çünkü geçmişte içtenlikle paylaşmış olduğum sevinçlerin, mutlulukların ve coşkuların bedeli çok ağır ödetildi. Bu yüzden de imtina eder kaçınır oldum. Bakın çok ilginç bir şey anlatacağım; yıllar önce televizyona başladığımda hiçbir tecrübem yok, herkes birbirinin benzeri program yapıyor ve aşağı yukarı aynı konukları alıyor. Bir farklılık yapmam lazım ki beni izlesinler diye düşündüm. İyi soru soracağım, konuklarımı iyi ağarlayacağım evet ama bir şeyler yapmam lazım. Giriş çıkışlara kişisel hikâyeler koymaya başladım. Yıl 1997’di. Ortada buna benzer hiçbir şey yoktu. İşte onlar, yavaş yavaş benim izleyicimi oluşturmaya başladı. Sonra da bir stil yarattı. Kanal D’de tekrar işe başladım. Yazı dilim de böyledir ama ben özel hayatımı anlatmam. Ben kalabalıklara eşlik eden, herkese benzeyen yanlarımı paylaşırım. Ancak o zaman benimle arkadaşlık kurabilirler. Çocuğu olanlardan, şehirde yaşayanlardan, aynı şekilde muhalefete ve hükümete kızanlardan, emekli maaşına benim gibi annesi babası olup aynı şekilde tepki verenlerden bahsediyorum. Kanal D’de ilk iki üç hafta bunları yapmadım. ‘Hani bizim İclal Aydın, hani bir şeyler anlatıyordun?’ gibi tepkiler geldi. Ve yeniden girişe ve çıkışa hikayeler koymaya başladım. İnanamazsınız oraları bekleyen bir kitle var. Dolayısıyla bu bana doğru yaptığımı da gösteriyor. Ama özel hayatımda anlatmadığım çok büyük acılarım, kimsenin bilmediği, kimsenin şahit olmasını istemediğim, tek başıma atlattığım, insanların duysalar çok şaşıracakları bir dolu şey yaşadım elbette.
Kendime bir söz vermiştim… Bir gün eğer bir şey yaşarsam, bunu kendime saklayayım da mutluyum desem kimsenin mutluluğa tahammülü yok çünkü. Mutsuzum desem, ağzından ne çıkarsa o sana döner…
Birisi var mı hayatımda? Evet, var. Huzurluyum, mutluyum, Allah bozmasın.
Amin diyelim… Mutluluğu İclal Aydın da hak ediyor…
Sağ olun, inşallah. İnanın çocukların mutluluğu çok daha önemlidir. Size özel bir şey söylemek istiyorum. Öyle güzel bir şey yaşıyorum ki, cumartesi günü çoluk çocuk buluşuyoruz. Kahvaltı yapıyoruz, onun kızı benim kızım sinemaya gidiyoruz, çocukların alışverişlerini yapıyoruz. Öğleden sonra oturuyoruz makarna yiyoruz… İnanın bunu anlatmaktan korkuyorum. Nazar değmesin diye…
Ne güzel “İki Aile” dizisindeki gibi… Emre Kınay’la oynadığınız o diziyi hayata geçirdiniz sonunda…
(Şaşırıyor) Aaa hakikaten doğru söylüyorsunuz vallahi… Öyle ya ne enteresan hiç böyle düşünmemiştim. Bir çeşit ‘İki Aile’ gibiyim…
Hayranlarınız da buna sevinecektir, gerçekten çok güzel. Yönetmeni, senaristi yok ama şu anda yaşananlar gerçek bir mutluluk.
Yaradan diyelim, en büyük senarist o.
Hayatın içinde olmak, televizyonda görünmek elbette çok güzel. Ama İclal Aydın’ın oyunculuğu da var. İçiniz gitmiyor mu, şöyle güzel bir diziye, hoş bir role?
Dizilere gitmiyor, çünkü o kadar çok yoruyorlar ki. Bu televizyon sisteminde, doksan dakikayı yetiştirmek için bir buçuk gün evime gidemediğim günleri bilirim. Çocuğumu tek başıma büyütüyorum ve en çok bana ihtiyaç duyduğu dönemde… Evet, paramı televizyondan kazanıyorum ama sepetleri ayırdığım için hayatımı idame ettirebilecek başka işler de yapıyordum.
Bazen bir film seyredip, o filmin içinde olmak istiyorum. Mesela Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ filminin içinde küçücük bir parça olmayı isterdim. Ne garip, bir tek bu çıktı özendiğim onca yıldır, bir tek bu film çıktı. Şu rol diyeceğim bir şey de değil, o filmin içerisinde bir parça olmak.
Birkaç ay önce hastalanmıştım ve televizyonda da Çağan Irmak filmleri gösteriliyor. Öğlen ‘Babam ve Oğlum’ filmini izledim. İlk izlediğimde nasıl ağladıysam aynı şekilde ağladım. Evde tek başınaydım, kızım da arkadaşının doğum günü partisine gitmişti. Ardından da ‘Issız Adam’ geldi. Onu seyretmemiştim bir seyredeyim dedim, beklemediğim kadar kötü bir film izledim. Yani hakikaten Türk sinemasına hiç yakıştıramadığım bir film ve ben anlamadım bu insanlar neden bunu bu kadar sevdiler.
Ama Çağan’ın imzası, müziği, dokunuşu, ruhu insanları etkiledi diye tahmin ediyorum. Belli ki herkesin içerisinde eksik kalmış bir şeyler var. Ben de dün öğrendim, ayrılık acısı kalpte yanan 40 mummuş, 39’u söner biri yanarmış.
Bak yine şiir okudunuz...
(Gülüyor) Belki de ‘Issız Adam’ insanların kalbinde yanan o bir muma denk geldi. Ama ben yine de ‘Babam ve Oğlum’u hiçbir filme değişmem.
Neye yakın bir rol istersiniz, Bihter’e mi, Fatmagül’e mi, Abiye Kuzu’ya mı, hangisine?
Aaaa, bakın ne anlatacağım size… Abiye Kuzu rolü önce bana teklif edilmişti. Herkesin kendi ekmeğine ve kendi kaderine kavuştuğunu düşünüyorum. Bu işte üzülmemeyi öğrendim. O projenin, ‘Türk Malı’nın imzasını temmuz ayında atmıştım. İki sezon kaçırdım o işi bekledim. Üç bölüm parasını almıştım.
Bu da nasıl oldu, anlatayım… ‘Avrupa Yakası’nda konuk oyuncu olarak rol almış ve herkesi çok şaşırtmıştım. İnsanlar beni hep uslu bildikleri için sahnedeki komedi yönümü çok bilmiyorlardı. Ben tiyatro sahnesinde aslında komedyendim. Tayfun Güneyer, ‘Avrupa Yakası’nda canlandırdığım rolü görünce, bir evlilik programını yansıtmıştık. Burhan Bey (Engin Günaydın) evlenmeye gidiyor ve ben de evlilik programı sunucusuyum, karşılıklı göbek atıyoruz. Tayfun, ‘Türk Malı’nı çekmeye karar verince ‘Sendeki o gizli komiği alıp buraya koyalım, Şafak’la (Sezer) ikiniz çok güldürürsünüz’ dedi. Ben de olur dedim, neden olmasın. Fakat çekimlere iki üç hafta kala yapımcı kararını değiştirdi ve Binnur Kaya ile çalışmaya karar verdi. Bence de çok doğru bir karar verdi. Yani benimle bir riske girmektense çok başarılı bir komedyenin, inanılmaz gişesi ve reytingi olan gerçek bir komedyenin boşta olduğu bir dönemde İclal Aydın ile riske girmemeliydi. Çünkü benim reytingim başka yerde. Ben şiir okuyayım tutar ya da atıyorum başka bir şey yaparsam tutar. O yüzden bence çok doğru bir karar verdiler.
Peki, oynamak istediğin, özendiğin bir dizi var mı?
‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ olabilir sanki, o bana daha uygun… Kaptanın karısı, anne rolü, Ayça Bingöl de rolün hakkını gerçekten iyi veriyor. Ama sanki o bana daha yakın olabilir gibi duruyor.
O rol işte sizin tarzınız…
Evet o garanti. Baktığınız zaman orada bir riske girmezsiniz.
Ama ‘Abiye Kuzu’ rolünde belki siz de farklı bir tarz yaratacaktınız, belli mi olur?
(Karşılıklı Abiye Kuzu ve Erman Kuzu taklitleri yapıyoruz. Gülüyoruz)
Biraz yazarlığınızı konuşalım... 2001’de Hayat Güzeldir kitabıyla başladınız... 2003’te Bitmiş Aşklar Emanetçisi... 2004’te Yaz Bitmesin... 2005’te Gördüğüme Sevindim... 2009’da Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken... En son Kağıt Kesikleri var, yenisi geliyor mu?
Valla şu anda imkânsız görüyorum. Hiç zaman kalmıyor.
Ama eliniz o kadar çabuk ki, az önce program çıkışı, iki arada bir derede Vatan gazetesindeki köşe yazınızı yazdınız…
Kafamda ne yazacağım belliyse kolay, yoksa ne kadar zor olduğunu bilirsiniz.
2003 ve 2005 arasında bir kadın dergisinde yayın yönetmenliği de yaptınız. O iki yıl dergicilikte kimbilir neler yaşadınız? Şimdi aklınıza gelen ilginç bir anı var mı?
Hayatımın en kabus dönemiydi. Önce, Duygu Asena’dan bilgi aldım, izin aldım, fikir aldım. Çünkü, gerçek anlamda kahramanım ve yerinde olmak istediğim kadındı. Arnavutköy’de balık yemiştik. Dedi ki “İclalciğim, ben çok duygusal bir kadın değilim, adıma bakma ama hakikaten çok duygulandım, hakikaten gözlerim doldu, çok şaşırdım. Bana sorarsan yapma.’ Neden dedim? ‘Çok sevdim seni. Üzüleceksin. Reklam almadı diyecekler. Reklam yüzünden dergini kapatacaklar, ekibini dağıtmak zorunda kalacaksın, çok üzüleceksin, çok büyük sorumluluk alacaksın’ dedi ve haklı çıktı. Çok haklı çıktı.
Çok üzdüler mi sizi?
Çok üzüldüm. Derginin kapanma kararı alındı. Söylemem lazım ve bütçede kısıntı var. Çaktırmadan telifli arkadaşların paralarını cebimden verdim. Şimdi yıllar geçti söyleyebiliyorum. Hiç unutuyorum, maaşımı böldüm ve dağıttım. Bu son paranız arkadaşlar dedim. Kara kara düşünürken, Selahattin Abi (Duman) geldi. ‘Ne yapıyorsun Farah Diba?’ dedi. Selahattin Abi çok kötüyüm dergimi kapattılar dedim. ‘Aman be yavrum’ dedi, ‘Bu seks gibidir. İlk seferi çok acı verir, bundan sonra o kadar çok gazete kapatacaksın, dergi açacaksın, ekler kapatacaksın, oraya gireceksin, buraya çıkacaksın ki hiç umurunda olmayacak. Ama ilki çok üzücüdür, acı vericidir, istediğin kadar üzül, istersen ağla ama ben yan odadayım. Sonra gel kahve içelim’.
Hakikaten öyleymiş, ondan sonrasında ne programlar başladı, ne ekler kapandı. Neler değişti, neler.
Biraz da yıllar öncesine dönelim… İclal Aydın’ın hayatına baktığımızda orta okul ve lise yıllarında yazarak ve tiyatro çalışmaları yaparak sanattaki ilk adımlarını atmaya başladığını görüyoruz. Kimi örnek almıştınız, nasıl çıktınız bu yola? O yaşlarda hep bir heves gelir ama o hevesi yaratan kahramanlar da vardır…
Güzin Çorahan,.. ‘Hanımın Çiftliği’ dizisinde Kemal’in annesini oynuyor. Samimi bir aile dostumuzdu, beline kadar saçları vardı. Onu Ankara’da sahnede ilk kez seyrettiğimde dörtbuçuk yaşındaydım. Kararımı verdim ve ‘Onun gibi olmak istiyorum’ dedim. Bir daha da kararımdan hiç dönmedim.
Daha liseye gelmeden hem okuyup hem çalışmaya başladınız. Bu hayatı erkenden kavrayabilmenin telaşı mıydı, yoksa ekonomik ihtiyaçlar mı zorlamıştı buna?
Annem ve babam 68’li. Dünya görüşleri o günün hali hazır düşüncesinin biraz daha ötesinde. Ağaçlara tırmandım, oyunlar oynadım, şahane bir çocukluk geçirdim ama sorumluluğumu erken almak zorundaydım. 80 darbesinden sonra anne ve babam ayrıldı. Kardeşimin sorumluluğunu almak zorunda kaldım. Çalışan bir annem vardı. Ve bu yüzden ben 13 yaşında kocaman sofra kurmayı öğrendim. Annem işyerindeyken telefon açardı, “Akşam yemeğe misafir gelecek, vazonun içinde para var git bir tane tavuk al” derdi. Ben o tavuğu alır, haşlar, pilavıydı, salatasıydı, yemeğiydi hazırlardım. Elim çok çabuktur. Annem, yaz tatillerinde de 12 yaşından itibaren para kazanmayı öğrenmemi istedi. Samiye Teyze’nin yanına gönderdi. Arkadaşı Ankara’nın önemli mali müşavirlerinden biriydi. Onun ofisinde telefonlara bakarak başladım. Sonra benden çok memnun kaldı. “Cumartesileri gel bakalım” dedi. Küçük harçlıklar veriyordu. Ben, o harçlıklarla bir daha annemden para istemedim. O son oldu. 12 yaşımdan beri hiç para almadım, eşlerimden de (gülüyor).
12 yaşında annesinden para almayan, eşinden para alır mı!..
(Gülüyor) Hiç almadım ve çok gurur duyuyorum. Liseyi de çalışarak bitirdim. Ailemden saklı oyunculuk sınavlarına girdim ve kazandım. Sonra okula gittim. Başta yaptığım işe çok itiraz etmişlerdi sonrasında bugün anneme ve babama iyi birer yaşam kurabildim. İkisi de yaşadığı şehirlerde, güzel evleri var, güzel hayatlar var.
- Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi… Ve bunun yanında Tiyatro Bölümü… Okulu ikinci sınıfta bırakıp Almanya’ya Berlin’e gitmenizin nedeni neydi? Bu bir kaçış mıydı, bir inziva mı, bir tercih mi?
Aslında bir kaçış. Annemle çok sert bir ilişkimiz vardı. İster istemez genç kız oluyordum, okula girdikten sonra tiyatro okumanın bir sınıf işi olduğunu öğrendim. Yani ailenin geçim derdi varken, başka sosyal koşullar ön plandayken, çocuğunun haftada üç tane oyun izleme zorunluluğu ya da eve yedi buçuktan sonra gelme hali kabul edilir bir şey değildi. Uzayan provaları, iki tane kız çocuğunu büyütmeye çalışan 33 yaşındaki bir kadın kaldıramazdı.
Yıllar sonra yaptığımız bir telefon konuşmasında annem ağlayarak konuşuyor, çocukluğumla ilgili birşey hatırlamış. Ben çok küçüğüm, çocuklar sokakta simit yiyorlar. Ben de bir tane simit alıyorum ve ona diyorum ki “Biz ikinci katta oturuyoruz git annemden parasını al”. Simitçi yukarıya çıkıyor ve diyor ki “Çocuğunuz simit aldı”. Annem beni yukarıya çağırıyor ve “Sen bana sormadan nasıl sokaktaki birinden simit alabilirsin?” diye beni çok azarlıyor. O kadar çok bağırıyor ki bir ısırık aldığım simiti ayakkabılığın üzerine bırakıyorum ve bir daha yemiyorum. Yalvarıyorlar ama o simidi asla yemiyorum. İki buçuk üç yaşında bir çocuk yapar mı böyle bir şeyi? İnanılmaz. Annemin yıllar sonra bu gelmiş aklına. Bu arada ben 30 küsür yaşına gelmişim. Nasıl ağlıyor, “Sen o simidi neden yemedin?” diye. İçine nasıl dert olduysa.
Nasıl üzüldüm. Anacım dedim. Bak bir şey söyleyeceğim sana, beni iyi ki böyle büyütmüşsün, senden korkmasaydım kendimi sana ispat etmeye çalışmasaydım bugünkü ben olmazdım. O günün koşullarında sen de gencecik kadınsın sen de benimle birlikte büyüdün.
- Yıl 1996 ve kesin bir kararla tiyatroyu bıraktınız… Bunun mutlaka bir ya da birçok nedeni olmalı, değil mi? Tiyatroyu neden bıraktınız, gerekiyor muydu?
Tiyatro müthiş bir aşkla, özveriyle ve büyük bir inançla yapılmalı. Üçünden birisi eksilirse o iş olmaz. Aşk nedir karşılıksız sevmektir. Para kazanmayı, başka denizlere yelken açmayı istiyorsanız, hayatla ilgili beklentilerinizde değişim varsa ve bunu yaptığınız iş ya da kişi karşılamıyorsa zaten aşk orada kırılmaya başlıyor. Ve hakikaten özveriyle yapılması gereken bir iş bu ve ben kısa bir süre içerisinde tiyatronun hemen her dalında çalıştım. Belki içinde bulunduğum süreç, belki oynadığım oyunlar, belki yorgunluk böyle birşeye sebep oldu. Yani devam etmek istemedim ve bir daha da özlemedim. İşin enteresan tarafı hiç özlemedim. Hiç pişman olmadım.
Bu aslında sizin ne kadar kararlı olduğunuzu gösteriyor.
Ayrıldıktan sonra bir daha geri dönmem.
Ama sonuna kadar da yaşarsınız, direnirsiniz değil mi?
Evet, sonuna kadar. Hani tüpü ters çevirirsin ve yemeği de o kalan gazla pişirirsin ya onu da yaparım.
Ne kadar güzel sizin o zaman keşkeleriniz de olmaz.
Sonrasında keşkelerim tabi ki var.
Pişmanlık diyelim.
Yapmasaydım, oraya gitmeseydim dediğim var. Ama keşkelerim hep şöyledir… Onun için de ‘Allah’ın bir bildiği var’ diyorum. Şimdi birden onu düşündüm.
Sonrasında da Türkiye’ye geldiniz ve gelir gelmez ‘Sıcak Saatler’ dizisine başladınız... Çok reklamı yapılan ama sorunlu bir diziydi galiba...
Bir kere çok şanslıyım çünkü televizyona çok iyi başladım. 1996’da geldim 97’de işe başladım ve kısa bir sürede tanınan biri oldum. Çok büyük bir şans fakat sonra talihimde bir kırılma oldu. Diziden çıkarıldım, televizyon programım bitirildi yine Kanal D deydi. Bu benim üçüncü Kanal D maceram olacak.
Allah’ın hakkı üçtür…
Bu sefer oldu inşallah (Gülüyor). Ama diyorum ya her şeyin bir nedeni var. Aslında sonrasında beni gerçek anlamda bir televizyon ismi haline getiren -halen de onun kredisini yiyorum- Hayat Güzeldir programının başlaması böyle oldu.
Siz gündüz kuşağı programlarına yıllar önce başladınız: “2’den 4’e”... Zaten 2000’de de En İyi Sabah Programı ödülü sizin oldu... O zamanki formatlar nasıldı, şimdinin programlarından farkı neydi?
O programın 38 ödülü var. Hala efsanedir. Yedi sekiz ay önce Ali Saydam’ın programına katıldığımda bir araştırma yaptırmıştı. İclal Aydın sizin için ne ifade ediyor diye, inanılmaz bir biçimde hala o program anılıyor, biliyor musunuz. Çok ciddi bir yüzdesi var. Ne kadar iyi bir şeymiş… İlk kitabım da o programın arkasından geldi.
İclal Aydın’ın bereketli yılları…
Kitap, kızımın babası ile evlilik, çocuğumun doğumu, hepsi 2000 ile 2002 yılları arasındadır. Krizler bana hep iyi gelir biliyor musunuz? Büyük krizlerin ardından, büyük ekonomik krizlerin arkasından iyi şeyler yaşarım. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemdeki kriz, 94 olsa gerek, kriz yıllarım berbat geçti. Size anlatamam hiçbir iş yapamam, ülke kötüdür, her şey kötüdür, dünya kötüdür. Fakat bilirim ki bunun arkasından şahane bir dönem gelecek. Bazen kendimi tekerleğe yapışmış bir sakız gibi hissediyorum. Her defasında bir tur attıktan sonra güneşi görüyorsunuz.
Birkaç yıl önce sabah programlarıyla ilgili olarak yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermişsiniz: “Çok teklif geliyor ama geri çeviriyorum. Çünkü ekrandaki kötü örneklerin arasına katılmak istemiyorum.”
Siz ne kadar iyi iş yaparsanız yapın en popüler olanın yargısının paylaşımcısı oluyorsunuz. Mesela ben BRTde program yaparken benden çok daha popüler kanallarda iş yapan benden çok daha popüler arkadaşlarım vardı. Ve ben o programın varlığını tıpkı şimdi olduğu gibi onlara alternatif olması mantığından hareketle kurmuştum. Programıma popüler olmayan isimler gelirdi. Haydi, bugün sıkıysa bu isimleri popüler kanallardan birine çıkarıp iki saat konuşturun. Fakat buna rağmen “Şu kuşak programcıları” denen el hareketi de vardır ya (elinin tersini havada savuruyor) “Bunların hepsi böyledir” gibisinden. “Bunlar ağlak şiirler okurlar, bunlar sahtedirler” gibi. Hayatım suçum olmayan bir cezayı çekmekle geçti. Yemin ediyorum şiirden soğuttular beni. Hepi topu sekiz şiirim var onu da çocuğumu beklerken yazmıştım. Bir dışavurumdu. Önyargıdan, kalabalığın içinde olmaktan kaçınıyordum. Ama nedenini bilmiyorum. Şu anda da Kanal D’deki programımın farklı olacağına çok inandım. Bütün mesele bu, yönetime ve çalışanlara çok inandım.
Severek izlediğiniz, tiryakisi olduğunuz bir dizi veya program var mı?
‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisinden Osman’ı çok seviyorum. Geçen sene ‘Hanımın Çiftliği’ni çok sevmiştim. Ama düzenli olarak izleyemiyorum. Yabancı dizilerin tiryakiliği vardı. Sezon DVD’lerini alıp izliyordum. Mesela ‘Greys Anatomy’ dizisini arka arkaya dört beş bölüm seyrettiğim olmuştur. Sevdiğim program, en sevdiğim programcı Beyazıt Öztürk. O kadar çalışkan, o kadar bir tane ki, şimdi size itiraf ediyorum, o da burada okuyacak; ona o kadar gıpta ediyorum ve o kadar kıskanıyorum ki, ondan daha çok çalışmam lazım. O haftada bir gün yayınlanan program için üç dört gün gelip dekoruna ortama titizleniyor. Bayılıyorum çalışkanlığına, işine sahip çıkışına. Diyorum ki bu adam haftada bir gün yayınlanan programı için böyle yapıyor ben sabahları daha da erken geleceğim.
Ayrıca biliyor musunuz, Beyaz benim çocukluk aşkımdır.
Öyle mi?
Tabi ki, elini tuttuğum ilk erkek. Elleri büyük ve R’leri söyleyemiyor diye terk etmiştim onu (Gülüyor). Yıllar sonra, beni programına çıkardı ama o kadar şeker ki “Hatırlıyor musun, bir zamanlar R’leri söylemediği için bıraktığın bir çocuk vardı” dedi.
Yıllar sonra çok şeker bir karşılaşmamız oldu. O beni unutmuş. Yani İclal Aydın’ın onun çocukluğundaki İclal olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Ama bildiğiniz çocuğuz, ben 13 o da 15 -16 falan. Bir konserde mi davette mi karşılaştık. Yanına gittim merhaba dedim. O da centilmendir biliyorsunuz, canım benim, kalktı ‘Merhaba’ dedi. O kadar sıradan merhaba dedi ki, ben çok bozuldum. Sen beni tanımadın herhalde dedim. “Yok tanıdım, İclal Aydın” dedi. Dedim ki sen bir bak bakayım bana, iyi bak ama dedim. Bir Ankaraya git… “Beni başkası ile karıştırıyor olabilir misin?” dedi. Bak bir şey söyleyeceğim, Ankara, Yeni Mahalle ve İco” dedim. Bir an donup kaldı ve bana sarıldı “İcooo biliyor musun babam öldü?” dedi, babası öleli iki yıl olmuş. O zaman anladım ki bazı sahici arkadaşlıklar bıraktığın yerden devam ediyormuş.
Beyazıt benim için çok kıymetlidir. Öyle her dakika görüşmeyiz, inanın bana cep telefonumda numarası yok ama beni bir olayda çok kollamıştı. Basın çok üzerime geliyor, beni çok hırpalıyorlardı. Telefonumu açmıyorum, sonra bir açtım. 28 tane mesaj, on tane çağrı. Beyazıt arıyor, ama her yerden, muhtarlıktan en yakın arkadaşıma varana kadar, Beyazıt seni arıyor. “Bunlar seni sahipsiz mi sanıyor be!” dedi. “Hemen atla gel cuma günü” dedi. Israr etti. Beni programında onore etti. Sunarken “O bir can tanesi, o bir nur tanesi” dedi… O kadar büyük bir referans verdi ki bana, Türkiye’ye, “Beni seviyorsanız bu kızı da seveceksiniz” dedi. Bu benim için unutulur bir şey değil.
Ne güzel böyle dostlarınızın olması, Sunay Akın da Beyazıt Öztürk de çok sağlam dostlarınız...
Evet, Allah uzun ömürler versin, hem yaptıkları işlere, hem de onlara.
Amiiiin…
Ay ne güzel bir röportaj oldu.
İşte o yüzden de bitirmek istemiyorum... Anneniz Çerkez, babanız Kürt... Demokratik açılımla başlayan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başlangıcı itibariyle, sorunları konuşabilmek en azından konuşmaya başlamış olmamız bile benim için çok önemli. Belki bu soruya şöyle bir yanıt verebilirim; Başbakan’ın açılım kahvaltısında söz aldığım zaman bir şey söylemiştim; ben Türkçeyi sonradan, benimle iletişim kurabilmek için öğrenmiş ve yaşadıkları bölgenin doğal ve politik coğrafyasının çok eziyetini çekmiş bir sülalenin, babannenin ve dedenin torunuyum. Ama hakikaten çok eziyet çekmişler ve babannem sonradan öğrendiği Türkçe ile batıdan gelen gelinleri ile orada doğan çocuklarıyla iletişim kurup, belki de kim bilir hangi korkuyla “Onlar Kürtçe öğrenmesin ben onlarla Türkçe konuşurum” demiş. Ben tek kelime Kürtçe bilmiyorum. Bütün çocuklarını okutmuş çok ciddi bir sonradan yoksullaşma yaşamış ve o yoksulluğa rağmen hepsini okutmuş. Benim ilk Türkçe kitabımı gördüğünde, sürekli sorardı “Bunun içindekilerin hepsi Türkçe mi?” diye.
Başbakana da şunu söylemiştim o zaman, benim bugün Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın karşısına oturup Türkçe biliyor olmam, ailem için mucizedir. Hayattan alacaklarına denk düşmez ama ciddi bir şeydir. Eğer samimiyseniz, ki ben bunun içinde ne olduğunu bilmeyi çok istiyorum, benim 108 yaşındaki dedem, 8 yaşında bir kızım var. O yüzyıllık yaşam içinde bu Türkiye’de bir şeyler değişmeliydi. “Değiştireceğiz, bu işi bitireceğiz” diyorsanız “Elimizi taşın altına koyduk” diyorsanız bir anne olarak ben o taşı itmek için elimden gelen her şeyi yaparım. Açılımla ilgili samimi düşüncem budur. Ama samimi bir şekilde istemek lazım. Bunu hepimizin istemesi lazım, bu savaşın bitmesini hepimizin istemesi lazım. Çünkü olaylara şöyle bakılıyor; batılılar istemiyor. Hayır, bence en çok Türkiye’nin batısında yaşayanlar istiyor barışı. Aynı içtenlik ve samimiyetle doğunun ve batının bu inançta buluşması gerekiyor, bu savaş bitmeli...
O zaman biz bu sohbetimizin sonunda özlem dolu bir temennide bulunalım mı?
Evet, bulunalım… Şimdi Türkiye’nin kucaklaşma vaktidir. Hadi kucaklaşalım. En güzel temenni bana göre budur.
Peki, hadi kucaklaşalım o zaman...
RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL