HASAN CEMAL'İN MEDYA PATRONLARINA BİR “AYAKLANIN” DEMEDİĞİ KALMIŞ! (YOKSA AMAÇ BAŞBAKANA YENİDEN “AYAR ATMAK '' MI?)
"Ayarcılık" zor iş Hasan Cemal...Sanırım sonunda insanın da, gazeteciliğin de "Fabrika ayarlarını" bozuveriyor!...
Şu an Türkiye’nin yeni vesayetinin “derin nabız”ına hakim halet-i ruhiye’yi anlamak için Hasan Cemal’i okumak ve izlemek gerektiğini düşünüyorum. (İkincisi ise Cengiz Çandar’dır bana göre.) Buralarda ister “sakinlik” ister “panik” rüzgârları essin hemen bir şekilde yazılarına yansıyor. Özellikle de “Kürt Sorunu” söz konusu oldu mu bir “Kandil Uzmanı” (!) olarak Hasan Cemal’i dikkate almamak mümkün değil. (Tabii bir de MİT’in “gayri resmi basın sözcüsü” gibi davranan gayretkeş Cevat Öneş’i de unutmamak lâzım!) Özellikle hükümete/başbakana ne zaman “ayar atmak” ve “akıl vermek” gerekse hemen bunlarda bir “hareketlenme” başlıyor. Bilhassa gidişattan “sapma” kokusu alınıp “pirelenme” hissedildiğinde bu durum daha da belirginleşiyor. Öyle ki, hep devletin “aydınları dikkate almaması”ndan şikâyet eder dururdum. Onları görünce entelektüelizm adına göğsüm kabarıyor doğrusu. Ne diyeyim; onlar dururken benim görüşlerime itibar edecek değillerdi herhalde!
BAYRAM DEĞİL SEYRAN DEĞİL!..
Ne var ki “Açılım Tiyatrosu” perdelerini açtığından beri bir türlü tutmayan ayarlar üzerine ayarlar atılıp duruluyor. Daha Habur’daki ilk anlardan beri yapılan “yanlışlar” (?) “Açılımcılar”ı zor durumda bırakmış, toplumu psikolojik olarak bir türlü “kıvamı”na getirememeleri bir yana “siyasi otorite”yi de “formatlama” da sıkıntılar yaşandığı anlaşılıyordu. Bu konuda aradıkları “cesur lider”i (Oysa WikiLeaks belgelerine göre zaten Erdoğan’ın lakabı “Brave Hawk” ya da “Cesur Doğan” oluyor yani!) bulamadıkları kanaatini taşıdıkları anlaşılan “derin açılımcılar” eldekini “modifiye” kararı almışa benziyorlar. Ancak küçük bir sorunları var; ya başbakan onları bir türlü “tam” dinlemiyor ya da başka telkinleri onlardan fazla dikkate alıyor!
Ancak özellikle son zamanlardaki artan PKK saldırıları ve “şehitler” olgusundaki artış “Açılımcılar”ı zor durumda bırakmış ve Erdoğan’ı “şahin formüller” arama ihtiyacı içine sokmuştur. Öyle görünüyor ki şimdi “derin açılımcılar” başbakanı mümkünse daha “ileri”ye değilse hiç hiç olmazsa “eski çizgisi”ne geri döndürme arayışı içinde görünüyorlar. Adeta bir günde ortaya çıkan bu “kırılma”nın tekrar yapıştırılıp, güncellenmiş bir “versiyonu”nu elde edememiş olacaklar ki, bu konuda yeniden bir “kamuoyu oluşturma” ve “tam saha pres” uygulama ihtiyacı hissediyorlar. Fakat başbakanı bir türlü tam “ikna” edememiş olacaklar ki yeniden bir “aslına rücu harekâtı” tertipleme peşinde koştukları anlaşılıyor. (Öte yandan başbakan ise “kandırıldığını” veya onlara “güvenini yitirdiğini” düşünüyor olabilir mi acaba?) O kadar ki artık yapılanın başbakana karşı bir tür “psikolojik harekât” olduğu anlaşılıyor. Ufaktan kulaklar çekilmek isteniyor. Ben “paçaların tutuşması” diye buna derim!
Nitekim sanki bu gelişmeleri adeta önceden “sezmiş” olacak ki Hasan Cemal daha yakınlarda Başbakan Erdoğan’a bu konudaki ilk “ayar”ı atma girişiminde bulunmuştu. Hatırlanacağı üzere 03.06.2011 tarihinde “Erdoğan’a Özgürlükler İle İlgili Açık Mektup” yayınlayan Cemal burada –kimi sol çevrelerin bile alkışladığı- bir çıkışta bulunmuş ve “demokrat” bir görünüm çizmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a seslenen Cemal, gazeteci ve yazarların tutuklanmasının faturasının Başbakan’a çıkacağını hatırlatarak, (Nedense burada gene “Kürt sorunu” ile ilgili olarak sadece İsmail Beşikçi’yi hatırlatarak hapiste olan diğer gazetecileri anma gereği bile duymamıştı.) anayasayı değiştirebilen, zaman zaman yargıyı eleştiren Erdoğan’ın şimdi sessiz kalmasının hukuk açısından tehlikeli olduğunu belirterek “Sessiz kalırsanız, Soğuk Savaş dönemi liderlerine benzersiniz!” uyarısında bulunmuştu.
MEDYA PATRONLARINA “DİK DURUN” ÇAĞRISI!
Hakikaten Hasan Cemal’e bir şeyler oluyordu. Düne kadar hükümetin medya patronları üzerindeki sıkıştırma ve muhtelif operasyonlarını görmezden gelen, bu konuda fazla şikâyetçi görünmeyen Cemal bu kez neredeyse medya patronlarına bir “ayaklanın” çağrısı yapmadığı kalmıştı. (Burjuvazi kaypaktır, “tutarlılık” beklenmez. Sonra paracıklar uçuverir. Ey Cemal, sen bunu bilmez misin?) Cemal, 04.09.2001 tarihli “Erdoğan’ın Medyadaki Eli” başlıklı yazısı sanki patronları Erdoğan’a karşı daha da “cesaretlendirmek” (Hatta kışkırtmak!) için yazılmıştı. “Askeri isyana teşvik” gibi “medyayı isyana teşvik” diye de bir “suç türü” var mı acaba?
Ancak bu kez doğrudan kendi yazmak yerine T24 internet sitesinden Doğan Akın’ın Aziz Nesin ve Marko Paşa örneğinden hareketle yazdığı gerçekten güzel, isabetli ve “manidar” yazısını “vesile” yapmıştı. Cemal, “Tayyip Erdoğan’ın medyadaki eli ve nüfuzu çok güçlüdür. Ve Erdoğan’ın siyasal gücüyle medya üzerinde koyulaşan gölgesinden yola çıkarak, demokrasileri asıl demokrasi yapan muhalefet alanının daraldığı söylenebilir. Kısacası: Haklı eleştiri ve yakınmalar var. Ama burada kendimize sormalıyız: Ne kadar dik duruyoruz? Ne kadar dik durmaya çalışıyoruz? Bu iki soruyu gazeteci milletinin, ama özellikle gazete sahiplerinin kendilerine sorması gerekir diye düşünüyorum.” diyordu.
İlginç değil mi? Düne kadar Erdoğan’ın siyasette “tek adam” olması ve medyadaki muhalifleri silmesi için elinden gelen desteği esirgemeyen Hasan Cemal, şimdi gelinen noktadan “rahatsız” görünüyordu. (Sanki bu noktaya bir günde ve kendi kendine gelinmişti?) Böyle giderse yakında Erdoğan’ı “Diktatör” bile ilan edebilir! Fakat bu konuda ne kadar “samimi”? Doğrusu kuşkularım var. Eğer bu çıkışı konjonktüre bağlı ve sadece “Kürt sorunu” ile sınırlı olmasaydı ve alttan alta “bak medyayı da aleyhine çeviririz ha!” tehdidi sezinlenmeseydi geç de olsa “akıllanmış” diyebilirdim. Şimdi ise “başına taş mı düştü acaba?” diye düşünmeden duramıyorum. Oysa biliyorum ki taş, maş düştüğü yok. Düşen bir şey varsa o da “açılım” heyecanının düşmesi ve Erdoğan’ın da bu yönde sinyaller vermesi. “Gaz verdik olmadı birazda sıkıştıralım bari” taktiği uygulanıyor gibi kısaca…
AMAÇ ÜZÜM YEMEK Mİ BAĞCIYI DÖVMEK Mİ?
Bunu da gene Cemal’in 02.09.2011 tarihli “Erdoğan’ın askeri vesayetle mücadelesi...” başlıklı yazısından anlıyoruz. “Açılım” konusundaki paniğini (Bir yerlere verilen “taahhütler” de olabilir mi acaba?) her zaman olduğu gibi “demokrasi” söylemiyle perdeleyerek (Demokrasi = Etnik Demokrasi ne de olsa!) şunları söylemekte; “Erdoğan, mesela ‘Kürt sorunu’nda bazı adımları atamazsa ya da ‘asker sorunu’ndaki kadar kararlı ve yürekli davranamazsa, sivilleşme demokratikleşmeye yetmeyebilir de...” Ne tuhaf bizim gibi düşünenlerde uzun süredir “sivilleşmenin demokrasiye yetmeyeceğini” söylüyor. Söylüyor ama Cemal’in aklına bu nedense ve sadece “etnik demokrasi” söz konusu oldu mu geliyor. O zaman gelde Cemal’in niyetinden kuşku duyma. Amacın “Üzüm yemek mi bağcıyı dövmek” mi olduğunu sorma!..
ERDOĞAN’A “DEVLET ADAMLIĞI” DERSLERİ!
Bitmedi! Belli ki bu konuda hızını alamayan Cemal, daha önceki 30.08.2011 tarihli “Devlet adamlığı savaşın değil, barışın mantığına teslim olmaktır!” başlıklı yazısında ise bu kez de Erdoğan’a “Devlet adamlığı” dersi vermeye soyunmuş bulunuyor. Cemal, “Barışı getirecek ‘devlet adamlığı’nı arıyorum. Yüzde 50 oyla seçim sandığından çıkmışken, karşındaki CHP -şimdilik cılız sesle de olsa- “Bu iş artık silahla olmaz” derken, savaşın değil barışın mantığına kendisini teslim edecek bir Tayyip Erdoğan arıyorum. Oysa işaretler öyle ki, Erdoğan ‘eski’ye dönüyor. Belki farkına varmadan 1990’lı yılların kalıplarının içine giriyor… Devlet adamlığı şiddete, şiddetin, savaşın mantığına teslimiyet değildir. Devlet adamlığı tam tersine şiddeti üreten nedenleri etkisiz kılacak ve barışın yollarını açacak siyasal kararlılığa, iradeye sahip olmaktır.” derken baştan beri yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi başbakana “ayar atma” ve bunu “devlet adamlığı” retoriği üzerinden yakalamaya çalışıyor. Daha da önemlisi “devlet adamlığı” konusunda bir “zafiyet” görüyor olmalı ki bu “uyarı” ya da “hatırlatma”da bulunma ihtiyacı hissediyor. Tabii kendini bizzat “devlet” yerine koymuyorsa eğer!
MİSYON GAZETECİLİĞİ Mİ?
Hasan Cemal hiç kusura bakmasın!.. Bu kadar “fikri takip”, bu kadar “ısrar” ve bu kadar “yol gösterme” bir “gazetecilik” çizgisinden çok ister istemez “misyon gazeteciliği”ni çağrıştırıyor. (Her ne kadar Karayılan’ın tabiriyle bir “akil adam” olarak Kandil’de ona “Gazeteci kimliğimle buradayım. Türkiye’den herhangi bir yerden, herhangi bir mesaj vesaire getirmiyorum. Aklınıza böyle bir şey gelmesin. Bir gazeteci olarak PKK yönetiminin ne düşündüğünü öğrenmeye geldim.” dese de bu beni fazlaca ikna edemiyor!) Hele de 18 Şubat 2005’teki “Bebek Buluşması” ile bu resmi yan yana getirdiğimde ister istemez kafama sorular üşüşüyor. (Hani şu CIA ajanı Edelman ve Marc Parris’in organizatörlüğündeki iddiasıyla eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, eski TRT Genel Müdürü Cem Duna, TESEV Başkanı Can Paker ile Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın katıldığı o “ünlü” buluşma!) Böylesi “kankalık”lar ve sonrasındaki gelişmeler ne kadar “hayra alamet” acaba? Bu kadar “ayar atma”, bu kadar “zorlama” zaten kendi başına pek “manidar” galiba!..
Ne diyeyim; “Ayarcılık” zor iş Hasan Cemal… Sanırım sonunda insanın da, gazeteciliğin de “Fabrika ayarlarını” bozuveriyor!..
Atilla AKAR
[email protected]