Hasan Cemal'e Harvard'dan Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü!
Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı'nın her yıl verdiği Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü bu yıl Hasan Cemal'
T24 yazarı ve Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün Başkanı Hasan
Cemal, "46 yıllık gazetecilik kariyeri boyunca basın özgürlüğünü
savunmak için gösterdiği çaba" nedeniyle verilen Harvard
Üniversitesi Nieman Vakfı Gazetecilikte Louis Lyons Vicdan ve
Dürüstlük Ödülü'nü Boston'da aldı.
Ödül, meslekte kırk altı yılı tamamlayan T24 yazarı ve Bağımsız
Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu başkanı Hasan Cemal'e, kariyeri
boyunca basının özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle
verildi.
Harvard Üniversitesi'nde düzenlenen törende ödülünü alan Hasan
Cemal şöyle konuştu:
GAZETECİ EĞER GERÇEK BİR GAZETECİYSE...
Çoğunuz Oscar törenlerini izlemişsinizdir. Ve ödülü kazananların
gözyaşları içinde, doğru sözcükleri bulmak için nasıl
çırpındıklarına da tanık olduğunuzu sanıyorum.Ama şurası bir
gerçek, gazeteci eğer gazeteciyse, sözcük bulmakta pek öyle
zorlanmaz.Şimdi burada bir tehlike var.Ben konuşmamı bitirdiğimde,
belki de içinizden, "Keşke bu adam sözcük bulmakta zorlanıp
konuşmasını kısa kesseydi!" diyebilirsiniz. Aman merak etmeyin,
kısa kesmeye gayret edeceğim. Ama bu sadece bir gayret, o kadar,
söz veremem.
Her ne kadar gözlerim yaşlı değilse de, bu törenin benim için
duygusal bir yanı olduğunu itiraf etmeliyim. Biz gazetecilerin
paylaştığı bir sır vardır, şöyle diyebilirim:
Bizi, aybaşlarındaki maaşın dolgunluğundan çok kamuoyunda
getirdiğimiz ses motive eder.Ve motivasyon deyince de, kendi
mesleğimizin duayenlerince -ve bu çerçevede Nieman Fellows
tarafından- kabul görmek bir gazeteci için gerçekten heyecan
vericidir. Bu nedenle konuşmama, hepinize bu ödülden dolayı çok
teşekkür ederek başlamak istiyorum, çünkü bu ödül benim için çok
anlamlı.
GALİBA BU MESLEKTE BİRŞEYLER YAPTIM
Bu ödülü geçmişte almış olan gazetecilerin, hele Edward R. Murrow
gibi büyük isimlerin arasında bana da bir yer ayırmış olmanız,
içimde, galiba ben de bu meslekte bir şeyler yaptım, duygusunu
uyandırdı.
Bu ödülün yalnız benim için değil, Türkiye'deki meslektaşlarım için
de anlamlı olduğuna inanıyorum. Türkiye'deki meslektaşlarım derken,
en azından bugün hâlâ kendi vicdanlarını dinleyebilen, hâlâ iktidar
sahiplerinden hesap sorabilen ve hâlâ kendi işlerini riske
edebilen, hatta bazen kendi özgürlüklerini tehlikeye atabilen
gazeteci meslektaşlarım var aklımda.
George Orwell der ki: "Özgürlük başkalarının duymak istemedikleri
şeyleri söyleyebilmektir."
Hiç kuşkunuz olmasın.Türkiye'de bugün hâlâ böyle bir özgürlüğe
sahip çıkan, böyle bir özgürlük anlayışını güçlendirmek isteyen
meslektaşlarım var. Şimdi isterseniz biraz onlardan, biraz
Türkiye'den, gazetecilik kariyerimi yaptığım memleketimden söz
edeyim.
BAŞBAKANIN TELEFONLA GAZETECİ ATTIRDIĞI BİR ÜLKEDEN
GELİYORUM
Bir gazetecinin 1 tweet nedeniyle gözaltına alındığı, cep
telefonuna, bilgisayarına el konulduğu ve hakkında tam 5 yıl hapis
istendiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın sosyal medyayı baş
belası ilan ettiği bir ülkeden geliyorum. Twitter'ın, YouTube'un
siyasal iktidar talimatıyla yasaklandığı bir ülkeden geliyorum. Bir
başbakanın telefon talimatıyla haber attırdığı, gazeteci attırdığı,
televizyon programı sansürlettiği, hatta televizyon tartışma
programlarına kimin çıkıp kimin çıkmayacağına karıştığı bir ülkeden
geliyorum.
Bir başbakanın telefonda, bir yazıdan dolayı bir gazete patronunu
ağlatıncaya kadar azarlayabildiği bir ülkeden geliyorum. Bu patron
benim patronumdu. Servetini gazete kâğıdından, gazetecilikten
değil, devletle iş ilişkilerinden yapmıştı. Bu yüzden olacak,
başbakan tarafından azarlandığında, sesini çıkaramadı. Ve
başbakanın bu gazete patronunu ağlatıncaya kadar azarlamasının
nedeni ise benim yazmış olduğum bir yazıydı.
Şöyle demiştim o yazımda:
Gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine
karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine öyle karışmasın.
Biliyorum, bu ikisinin arasından geçen çizgi bazen incelir, bazen
bu nedenle demokrasilerde de kıyametler kopar. Domuzlar Körfezi
çıkarması, Vietnam Savaşı, Pentagon Belgeleri ve Watergate Skandalı
yüzünden Amerika'da ne kıyametler kopmuş, gazeteci milletinin
birçok değerli ferdi Amerika'da yönetimler, başkanlar tarafından
kaç kez hainlik ile suçlanmıştı. Ama sonra o gazeteler ve
gazeteciler tarihe geçtiler, haber ve yorumlarıyla barış, demokrasi
ve basın özgürlüğüne sahip çıktıkları için...
İki yıl önce, 2013 yılı Mart ayında Gazeteden atılmama yol açan
yazımdan bazı bölümleri daha izninizle konuşmama alıyorum.
1990'ların başıydı. Cumhuriyet gazetesinin genel yayın
yönetmeniydim. Türk iş dünyasının en büyüklerinden biri, gazete
çıkarmak isterken benim de görüşümü almıştı.
Ben de ona sormuştum:
"Neden gazete çıkarmak istiyorsunuz? Avrupa çapında iyi bir
buzdolabı fabrikası, iyi bir televizyon fabrikasıyla bankadan sonra
bir de iyi gazeteniz mi olsun istiyorsunuz? Yoksa rakiplerinize
karşı Ankara'da, iktidarlar nezdinde yeni bir güç odağı yaratmak
için mi gazete çıkarmak istiyorsunuz? Ankara'da kendi iş
menfaatlerinizi korumak ve geliştirmek mi, yoksa bir de iyi gazete
sahibi olmak mı, hangisi?"
Siyasal iktidarlarla medya arasındaki sorunlu ve kusurlu ilişki
yapısı, sanıyorum, dün olduğu gibi bugün de yukarıdaki soruda
düğümleniyor.
Ama yalnız bu değil.
Bir de 'gazeteci milleti'nin, özellikle 'gazeteci eliti'nin
iktidar-medya ilişkilerini rayından saptıran ya da rayında
tutamayan rollerini de akılda tutmak lazım. Yöneticiler - ve önde
gelen yazarlar - bu ülkede gazeteciliği güç odaklarına karşı olduğu
kadar patronlara karşı, hatta patronlara rağmen savunmakta da
başarılı olamadılar. Bunun için kendi aralarında mesleki nitelik
taşıyan güçlü ortak platformlar oluşturamadılar.
Bu noktayı özellikle vurguluyorum.
İktidar-medya, iktidar-gazeteci, gazeteci-patron ilişkilerinde
taşların yerli yerine oturabilmesi için, hiç kuşkusuz, gazeteci
milletinin de mesleki görev ve sorumluluğu vardır.
Bu noktayı gözardı etmeyelim.
Olan biteni, eli kolu bağlıymış gibi ya da kendisini
ilgilendirmiyormuş gibi seyretmek, yani kayıtsız ya da nemelazımcı
tavır, demokrasi ve hukuk devletinin bu ülkede ikinci sınıflığa
mahkûm olmasında önemli rol oynamıştır.
15 YIL KÖŞE YAZISI YAZDIĞIM GAZETEDEN KOVULDUM
Yukarıdaki satırlardan dolayı 15 yıl köşe yazısı yazdığım,
gazetecilik yaptığım gazeteyle ilişkim kesildi. Örneklere biraz
daha devam etmek istiyorum. Bir başbakanın seçim meydanlarında
gazeteci yuhalattığı, gazeteci -özellikle kadın gazetecileri-
tehdit ettiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın kendisi gibi
düşünmeyenleri hain ilan ettiği bir ülkeden geliyorum.
Bir başbakanın, "Kırın kapısını alın o gazeteciyi içeri... Savcı
mırın kırın ediyorsa, onu da atın içeri..." diye valiye talimat
veren kendi müsteşarını içişleri bakanı yapabildiği bir ülkeden
geliyorum.
Bir başbakanın, "O gazetecinin sitesini kapatın! Mahkeme kararı mı
yok?.. Yaa kardeşim, biz yasa yapan yeriz, gerekirse hangi yasa
yapılıyorsa onu da yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız.
Yüzde 50 oy almış bir partinin iradesini söylüyorum ben. Boş ver,
affedersin siktir et gerisini..." diyebilen kendi müsteşarını
içişleri bakanı yapabildiği bir ülkeden geliyorum.
Bir başbakanın, kendi dağıttığı büyük devlet ihalelerinden sağlanan
paylarla kendine tabi bir medya düzeni oluşturduğu bir ülkeden
geliyorum.
Bir başbakanın kendine tabi bu 'yandaş medya'da, genel yayın
yönetmenleri, köşe yazarları konusunda ve temel editoryal konularda
son söz hakkına sahip olabildiği, böylece hiç şaşırtıcı olmayacak
şekilde, tek yanlı ve tamamen kendi kontrolü altında bir medya
düzeninin oluştuğu bir ülkeden geliyorum.
Keşke konuşmamı burada kesebilsem. Biliyorum, kısa tutmak için
gayret edeceğimi söylemiştim. Ama dahası var. İktidarın suistimali
ve bu suistimali yazamayacak kadar korkutulmuş bir medya düzeni var
Türkiye'de çünkü...
Sonuç da sır değil tabii:
Hukuk devletinin yok olup gitmesi...
BU ÜLKENİN ADI TÜRKİYE
Öyle ki:
Bir başbakanın, medya sahibi bir büyük işadamı hakkındaki beraat
kararını bozdurması için kendi adalet bakanını Yargıtay nezdinde
devreye sokabildiği... Bir başbakanın, bir büyük devlet ihalesini
hoşlanmadığı bir gruptan alıp bir başka gruba verebildiği... Bir
başbakanın, kendi ailesine kadar uzanan yolsuzluk, hırsızlık
iddialarına ilişkin dosyaları kapatmak için yargıçları, hâkimleri,
polisleri bir anda görevlerinden uçurduğu... Bir başbakanın, savcı
talimatı dinlemeyen polislerle 'hukuk devleti'nin değil, 'polis
devleti'nin yolunda adımlar attığı...
Bir başbakanın, Twitter, YouTube gibi kapatma kararlarını bozan ve
hukukun üstünlüğünü savunan Anayasa Mahkemesi Başkanı'nı kamuoyu
önünde yerden yere vurabildiği...
Bir başbakanın, hukukun üstünlüğünü savunan ve bunu ekonomik büyüme
açısından önemseyen iş dünyasının en büyük örgütünün başkanını
vatan haini ilan edebildiği...
Bir başbakanın, 15 yaşındayken protesto eylemlerinde ölen Alevi bir
çocuğun acılı annesini meydanlarda yuhalatabilecek kadar
duyarsızlaşabildiği...
Bir başbakanın, kızların etek boyuna, ailelerin çocuk sayısına
kadar fetva verebildiği bir ülkeden geliyorum.
Bu ülkenin adı Türkiye.
Düne kadar başbakan, geçen ağustos ayından beri cumhurbaşkanı olan
siyaset adamının adına gelince:
Recep Tayyip Erdoğan.
Türk usulü -ya da alaturka- bir başkanlık sistemiyle tek adamlık
yolunda hızla ilerleyen Recep Tayyip Erdoğan'ın hukukun üstünlüğüne
saygısı yok.
Yargı bağımsızlığı takmıyor.
Kuvvetler ayrılığı tanımıyor.
Demokrasiyi seçim sandığından çıkan çoğunluk sanıyor.
Seçim sandığından çıkan çoğunlukla, demokrasilerde yargının teslim
alınamayacağını, kuvvetler ayrılığının hiçe sayılamayacağını, ifade
özgürlüğünün tepelenemeyeceğini, özgür ve bağımsız medyanın yok
edilemeyeceğini, sivil toplumun fethedilemeyeceğini, yani
demokratik değerlere dokunulamayacağını öğrenebilmiş değil.
Bundan sonra öğrenebilmesi de imkânsız.
ASKERİ BÜROKRATİK VESAYET'TEN SİVİL DESPOTLUĞA
Oysa, Türkiye'yi demokrasiler dünyasına götürebilirdi. Ama şimdi
demokrasiye ters sularda seyrediyor.
Türkiye, bir zamanların askeri bürokratik vesayet düzenini geride
bıraktı, çoktandır 'sivil despotluk'a geçişi yaşıyor.
Erdoğan'la yandaşları ise bu 'sivil despotluğu' yeni Türkiye diye,
halk ihtilali diye yutturacaklarını sanıyorlar.
Bugün Türkiye'nin seçimi ya da temel sorunu, demokrasiyi demokrasi
yapan temel değerlere sahip çıkıp çıkmayacağıdır.
Biz gazeteci milleti, -ben böyle derim gazeteciler için- soru
sormadan yaşayamayız. Bizim işimiz soru sormaktır. Bizim hayatımız
sorgulamakla geçer. Bu nedenle pek sevilmeyiz. Özellikle kendine
yüzde doksan dokuz da değil, yüzde yüz biat isteyen siyaset sınıfı
hoşlanmaz gazeteci milletinden.
Örneğin, Türkiye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini rahatsız edici
herhangi bir soru sorabilecek gazetecileri huzuruna kabul etmiyor.
Ancak yandaş gazeteciler ile birlikte olabiliyor. Kazara bir
fırsatını bulup aradan kafayı uzatarak gazeteci sorusu sorabileni
ise fena halde haşlıyor.
GAZETECİ MİLLETİ SORU SORMAYA DEVAM EDECEK
Bununla birlikte gazeteciler, soru sormaya devam edecek! Hiçbir
diktatör, gazetecinin bu demokratik hakkını elinden alamaz. Değişik
nedenlerle 'gazeteci milleti'ni terk etmek isteyenler her zaman
olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Ama kimileri için böyle bir
tercih söz konusu değildir. Bizler 'gazeteci milleti'nin
fertleriyiz, bir başka yerde nefes alıp veremeyiz.
Mario Vargas Llosa'nın şu sözü aklımdan çıkmaz:
"Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın
avukatı rolüdür."
Şöyle devam eder Perulu romancı:
" ... toplumda, dün ve bugün olduğu gibi hayır diyerek,
başkaldırarak, farklı düşünme hakkımızın tanınmasını talep
ederek...
... dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun
ölümcül düşmanları olduklarını göstererek...
(Gabo ve Mario, Doğan Kitap , sayfa 66)
Evet, devam etmek zorundayız.
Ama nereye kadar?..
71 YAŞINDAYIM 46 YILDIR GAZETECİYİM BAŞKA BİR İŞ
YAPMADIM
71 yaşındayım. 46 yıldır aktif gazeteciyim. Başka bir iş yapmadım.
Almanya'daki 2006 Dünya Kupası'nda bir ay meşin top peşinde
dolaşmıştım.
O günü hatırlıyorum. Trenle Berlin'e gidiyordum bir maç için.
İngiliz Daily Telegraph gazetesini karıştırırken, mesleğinde 75.
yılını doldurmuş bir gazeteciyle yapılmış bir röportaj
okumuştum.
Yazının içine siyah beyaz fotoğrafı da oturtulmuştu, trende pencere
kenarına oturmuş yazısını yazarken.
Kutlama yemeğinde kendisine sormuşlar:
"93 yaşına geldin, hâlâ ne diye her gün bilgisayarının karşısına
oturuyorsun?"
Soruyu bir şiirle yanıtlamış:
"Uyan evlat!
Yolculuk bitince uyumak için
fazlasıyla
vaktin olacak."
(The Daily Telegraph, 19 Haziran 2006, sayfa 12)
Umarım, hepiniz uyuyakalmadınız. Artık konuşmamın sonuna geldim.
Size nasıl bir ülkeden geldiğimi anlattım. Bugün yeryüzünde,
gazetecilerinin buraya gelip bu konuşmanın benzerini yapabileceği
birçok ülke var. Elbette ezilenler yalnız gazeteciler değil. Dikta
baskısı altında yaşayan birçok başka halk var. Gazeteci olmak,
sesini çıkaramayan insanların sesi olmaktır bana göre. Onların
atamadığı çığlığı atmaktır. İnsanların ciğerlerinde sıkışıp kalan o
çığlığı bütün dünyaya duyurmaktır.Bu anlatmaya çalıştığım sadece
azgelişmiş ülkeler için geçerli değildir.
DEĞER MİYDİ DİYE SORUP DEĞMEZDİ DEDİĞİM ZAMANLAR DA
OLDU
Gazetecilik mesleği olarak sesimizin daha çok duyulması, sesimizin
daha gür çıkması için yeni yollar bulmak zorundayız. Ben hayatımı
bu mesleğe verdim, kendime "değer miydi" diye sorduğum zamanlar
oldu, itiraf edeyim, "değmezdi" dediğim zamanlar da oldu. Ama her
seferinde, Hasan Cemal başka bir seçeneğin yok, dedim kendi
kendime... Başka bir iş yapamazdım.
Böyle bir günde, değerli meslektaşlarımdan oluşan böyle bir
topluluk önünde, dayanışma ve dostluğa tanıklık ederken, bir
gazeteci olarak bir ömür boyu vermiş olduğum mütevazı mücadelenin
paylaşıldığını rahatça söyleyebilirim. Böyle bir günde, eğer bana,
bütün hayatını gazeteciliğe adamış olmak değer miydi diye
sorarsanız, yanıtım şu olacaktır:
Evet, değerdi.
Böyle bir gün için, böyle bir ödül için ve beni böylesine dikkatle
dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.
ÖDÜL GEREKÇESİ: HAYAT BOYU ÖZGÜRLÜK ÇABASI
Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı'nın her yıl verdiği
Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nün
2015'teki sahibi Hasan Cemal oldu.
Ödül, meslekte 46 yılını tamamlayan T24 yazarı ve Bağımsız
Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu başkanı Hasan Cemal'e, "hayatı
boyunca basının özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba"
nedeniyle verildi.
Hasan Cemal'in aldığı ödül, ayrıca "Türkiye'deki gazetecilerin
içinden geçtiği zor dönemdeki mücadelelerinin de tanınması amacını"
taşıyor.
Nieman Gazetecilik Vakfı'nda 2014-2015 döneminde çalışma yürüten
dünyanın her yerinden 24 deneyimli gazetecinin oylarıyla Hasan
Cemal'e verilmesi kararlaştırılan ödül, karar vericilerden Los
Angeles Times Londra Temsilcisi Henry Chu tarafından şöyle tarif
edildi:
"Arzumuz, sizin Türkiye'de basın özgürlüğünü ayakta tutmak için
hayat boyu gösterdiğiniz kazanımları tanımak ve aynı zamanda, daha
genel olarak, Türk gazetecilerin Türkiye'de giderek daha zorlaşan
koşullar altında, iktidara gerçekleri söylemek için verdikleri
mücadeleyi de tanımaktır. Sizin ve birçok meslektaşınızın medya
özgürlüğünün önemini herkese gösterme yolundaki kararlılığını
alkışlıyoruz."
Nieman Vakfı'nda çalışma yürüten gazetecilerin 1964'ten beri
verdiği Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü, 1939-1964
döneminde vakfın küratörlüğünü yapan Amerikalı gazeteci Louis M.
Lyons'ın adını taşıyor. Ödül, 1000 dolarlık bir şerefiyeyi de
kapsıyor.
2015'te Hasan Cemal'e verilen ödüle önceki yıllarda layık
görülenlerden bazıları şöyle:
- Vietnam Savaşı'nın gerçeklerini yazmaktan korkmayan gazeteciler
Neil Sheehan, Malcolm Browne ve David Halberstam. (1964)
- CBS televizyonundaki haberciliğiyle Senatör McCarthy'ye karşı dik
duran Edward R. Murrow. (1965)
- Ülkesinde basını ayakta tutmak için verdiği mücadeleden ötürü
onurlandırılan o dönem La Prensa'nın yayın yönetmeni daha sonra
Nikaragua devlet başkanı olan Violeta Chamorro. (1986)
- Hayati tehdit altındaki gazetecilere sağladığı destekten ötürü
Gazetecileri Koruma Komitesi. (1990)
- Sırp saldırılarına rağmen Saraybosna'da gazetelerini çıkarmaya
devam eden Oslobodjenje (Kurtuluş) gazetesi çalışanları. (1993)
- Arap Baharı'nın haberlerini yaparken Libya'da öldürülen Muhammed
Nabus ve onun çabasını paylaşan bütün muhabirler. (2011)