HASAN CEMAL, KANSER TEDAVİSİ GÖREN HABERTÜRK PATRONU UFUK GÜLDEMİR'İ YAZDI:"ÇOK AĞIR HASAN ABİ,ÇOK AĞIR"
"Kanser olduğunu öğreniyorsun. Ve sana bir tebliğ yapıyor, senin birkaç ayın kaldı diye... Sanki bütün hayatın bir anda gözünün önünden geçip gidiyor.Ne kadar şanslıyım diye düşünüyorum,çünkü ne zaman öleceğimi biliyorum"
Teksas'ta av! (2)
Uçsuz bucaksız toprakların ortasında bir çiftlik, kovboy çiftliği. İsmi, Bar None. Türkçede, "Daha iyisi yok!" anlamına geliyor.
Teksas'a özgü 'beyaz kuyruklu geyik'te Amerika'nın bir numarasıymış bu çiftlik. Etraf geyik ve ceylan dolu.
Her şey aşina!
Hiçbir şey gözüme yabancı değil.
Çocukluğumdan, kovboy filmlerinden biliyorum bu çiftliği, bu dokuyu... Şu köşeden 'Kahraman Şerif' Gary Cooper çıkabilir, belinde tabancasıyla adalet dağıtmak üzere...
Bu nasıl çiftlik, bu nasıl uçsuz bucaksız topraklar. Her şey büyük, her şey dev boyutlarda.
Dev sözcüğünün İngilizcesi 'giant'.
Bir sözcük neler çağrıştırıyor insana. James Dean'le Elizabeth Taylor'ın yaşadıkları umutsuz aşkı anlatan, bir zamanların Dev isimli en romantik filmi gözümün önünden geçiyor.
Gece vakti, ahşap taş karışımı kulübemin önündeki verandada, sallanan tahta sandalyeye oturdum.
Kendimi dinliyorum.
Rutubetli, berbat bir sıcak. Akşam sessizliğinde meraklı bakışlarla beni izleyen geyikler ve yavruları ceylanlar. Ara sıra irkiltici bir kuş sesi...
Ufuk'un sözü kulağımda:
"Çok ağır Hasan Abi, çok ağır!"
Haziran ayı.
Köln-Hannover hızlı treni. Bilgisayarımı açtım, Ufuk'a bir şeyler yazıyorum:
"Yollardayım, tren yollarında. Dünya Kupası'nı izliyorum. Bir ay boyunca futbol! Siyasete ara vermek yani. Bir şehirden ötekine, her gün bir başka şehirde bir maç... Söyle bakalım ben normal miyim? Bu arada yeni kitaplarım için sürekli not alıyorum tren yolculuklarında...
Sana bir soru Ufuk:
Yoksa hayattan ne istediğimi bir türlü bilemediğim için mi kendimi hâlâ yollara vuruyorum? Ne dersin? Neyin peşinde koşuyorum? Kaybolan zamanı yakalamaya çalışmak mı? Beyhude bir çaba yani, geçmişi, gençliği aramak...
Bilemiyorum. İyi haberlerini bekliyorum, sevgili kardeşim."
Ufuk yanıtı geciktirmiyor:
"Hasan Abi, boş ver gez. Bizim hayatımız böyle. Geniş çevreli yalnız adamlar! Sen de bir yalnız adamsın, ben de. Bütün bu kalabalığın, gürültü patırtının arkasında karaca gibi sessiz, elusive yaşamlarımız var. Kim bilir, belki bu da bizi biz yapan şey."
Kaktüsler ne kadar büyük!
Ne kadar dikenli.
Ama kırmızı çiçekleri çok güzel.
"Çıngıraklı yılanı, akrebi bol buraların" diyor Ufuk gülerek, "Ama korkma, şu şırıngayı bastık mı, zehrini anında alırız. Biraz acır o kadar."
Hoşuna gidiyor beni tedirgin etmek. Duramıyor, ille de dürtükleyecek birini bir yerinden...
Ne diye sordum ki Ufuk'a o soruyu, "Doktor, birkaç ayın kaldı deyince neler hissettin?" diye.
Sanki kendisine dünyanın en normal şeyini sormuşum gibi karşıladı sorumu. Tane tane konuştu Ufuk, noktasıyla virgülüyle. Sakinliği şaşırttı beni. Not alırken hüzün bastı içimi.
Dedi ki:
"Kanser olduğunu öğreniyorsun. Ve sana bir tebliğ yapıyor, senin birkaç ayın kaldı diye... Sana söyleyecek bir şey kalmıyor. Sanki bütün hayatın bir anda gözünün önünden geçip gidiyor.
Çok ağır Hasan Abi, çok ağır!
Birçok insan ne zaman öleceğini bilmiyor. O anda ben öğreniyorum, birkaç ayım kalmış!
Ama ben bir adım öndeyim.
Ne kadar şanslıyım diye düşünüyorum, çünkü ne zaman öleceğimi biliyorum. Oysa birçok insan ne zaman öleceğini bilmeden yaşıyor.
Şanslı bir kulum yani.
Elinde değil. İnsan iyi bir tarafını görmek istiyor. Egosantrik bir şey ama öyle... Kanserle birlikte yaşarım diyorsun.
Çocuk değilim, biliyorum, kanser sonunda seni teslim alıyor. Tam yenilmiyor