Hapisteki gazeteci ve yazarlardan 2017 mesajı!
CHP Milletvekili Cezaevi’nde Cumhuriyet gazetesinin tutuklularını ziyaret etti ve izlenimlerini kaleme aldı
CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Türkiye’nin Reina katliamıyla girdiği yeni bir yılın ertesi gününde Silivri Cezaevi’nde Cumhuriyet gazetesinin tutuklularını ziyaret etti ve izlenimlerini kaleme aldı. “Hapishanedekileri de yılın ilk günü ziyaretçisiz bırakmak istemedim. İstanbul’daki saldırı ile bu şehrin milletvekili olarak bizzat ilgilenemeden yola düşmek zorunda kaldım” diyen Tanrıkulu, “İşin trajik yönü, demir parmaklıkların ardına hapsedilen yazar-çizer ve gazetecilerin hepsinin ortak derdi Türkiye; kendileri değil, tutuklulukları değil, haklarında bir dava bile açılmadan hapsedilmeleri değil” dedi.
Tanrıkulu’nun ziyaretine ilişkin notları, izlenimleri ve yazarların görüşleri şöyle:
Cumhuriyet gazetesinin değerli üyeleri, önce beş gün gözaltında tutuldular ve şimdi de, bugün itibariyle 65 gündür içerideler. Onlar hukuksuzluğun 65. gününü yaşıyorlar. 1 Ocak 2017 sabahı onları ve demir parmaklıklar ardındaki diğer yazar-çizer ve düşünce insanlarını ziyaret için Silivri Cezaevi’nin yolunu tuttum. Bir yandan yeni yılın ilk gecesi, gayriihtiyari uyandığımda, İstanbul’daki saldırının haberlerini almanın şokunu hala üzerimden atamamıştım.
Artık sabaha karşı uyanır uyanmaz yaptığımız ilk iş haberlere bakmak ve başımıza herhangi bir felaket gelip gelmediğini bir an önce öğrenmek. Dünyada savaşların olmadığı hiçbir ülkede insanlar geceyarısı uyanıp haberlere bakmaz. Maalesef biz “normali” epeydir yaşamayan bir ülkeyiz.
Nitekim yılbaşı gecesi de sabaha karşı İstanbul’daki Reina katliamını öğrenmiş olmanın acısıyla Silivri’ye doğru yola çıktım.
Geçen yıl bu zamanlar, yani 1 Ocak 2016 tarihinde yine Silivri Cezaevi yoluna düşmüştüm. Avukatlığım döneminden, tutuklular için yeni yılın ilk günündeki ziyaretlerin ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Öte yandan, günümüzde bu hapishane ziyaretlerini gerçekleştirebilmek hiç de kolay değil. Milletvekilleri için de bu ziyaretleri gerçekleştirmek Adalet Bakanlığından özel izin almayı gerektiriyor. Bakan, özel izni bizzat veriyor. Bu nedenle, izin alabilmişken bu izni kullanmamak, hapishanedekileri de yılın ilk günü ziyaretçisiz bırakmak istemedim. İstanbul’daki saldırı ile bu şehrin milletvekili olarak bizzat ilgilenemeden yola düşmek zorunda kaldım.
Silivri yolunda, kar yağıyordu. Beyaz, temiz, güzel bir örtü gibi her şeyin üzerini kaplayan bir yağış vardı. Yolda, yeni yılın ilk gününde 2017’nin, Türkiye için bu kar gibi bembeyaz bir sayfa açabilmesini diledim.
Tüm karanlığın, pisliğin, adaletsizliklerin üzerlerine bembeyaz bir kar yağmışçasına bir temizliğin serpilebilmesini...
Ancak, yeni yılın yaklaştığı günlerde, kutlamalara karşı yapılan ve şiddet çağrısı dolu, nefret söylemi dolu protestolar, konuşmalar, yazılar da geldi aklıma. Hepsine sonsuz bir serbestlik tanınmış; hatta resmen arka çıkılmıştı. Saldırıları azmettirecek fikri zemin çoktan örülmüştü. Ve ben de tek suçu düşünmek olan, terör örgütlerinin tehditlerine karşı uyarıda bulunan yazılar yazan, haberler yapan hapisteki insanları ziyarete gidiyordum.
"Tek dertleri ülkelerinin sıkıntısı"
Silivri’dekiler tıpkı diğer yerdekiler gibi, sabah 08.00’de sayım nedeniyle uyanıyorlar. Ben oraya vardığımda da kötü haber tez yayılmış; İstanbul’daki saldırıdan herkesin haberi olmuştu. İşin trajik yönü, demir parmaklıkların ardına hapsedilen yazar-çizer ve gazetecilerin hepsinin ortak derdi Türkiye; kendileri değil, tutuklulukları değil, haklarında bir dava bile açılmadan hapsedilmeleri değil. Yazıları, gazetecilikleri, düşünceleri ile Türkiye’nin geçmişini incelemeye ve geleceğini öngörmeye çaba gösteren bu kişiler, “içeride de” ülkelerinin dertlerini soluyor, düşünüyor ve dert ediyorlar. Hepsinin ortak temennisi, Türkiye’nin içine düştüğü, girdiği, itildiği bu girdaptan çıkması. Güvenlik ve istihbarat birimleri, bu düşünce insanlarının, sosyal medyada yorum yapan düşünce insanlarının yazıları, yorumları, mesajlarını incelemeye ayırdığı zamanı, terör örgütlerine ayırsa, zaten bu saldırıların çoğu gerçekleşir miydi bilemiyorum...Bana kalırsa, iktidar çemberinin dışında görülen herkesin ne yazdığı, sosyal medyada ne mesaj attığı yerine, İstanbul’daki saldırıları düzenleyen katiller şebekesine yönelik istihbarat-güvenlik tedbirlerine ayrılsaydı, bu korkunç katliamlar yaşanmazdı. Daha geriye gidersek, Suruç ve Ankara’da defalarca gerçekleşen saldırılar gibi katliamlar da...
Silivri Cezaevi ziyaretimden önce de, hakkında hapis kararı verilen gazeteci Hüsnü Mahalli’yi hastanede ziyaret etmiştim. Ciddi sağlık sorunları bulunan Mahalli’nin hastane odasının kapısında ve odasında dört asker, bir komutan ve bir de gardiyan vardı. Türkiye’den zorla göndermek istenilse gitmeyecek derecede bu ülkeye bağlı bir gazetecinin, üstelik de ağır derecede hasta birinin “kaçma şüphesi” nedeniyle tam 6 güvenlik görevlisi hastanede nöbet tutuyor. Yazıyla, düşünceyle yaşayan insanların başında böyle nöbet tutulacağına, onların peşine düşüleceğine, saldırganlar ve potansiyel saldırganların peşine düşülseydi, bu kadar güvenlik yoksulu mu olurduk?
Dediğim gibi, tüm tutuklu düşünce insanlarının birbirinden bağımsız bana yinelediği şu; “Bizim zamanımız burada ‘içeride’ geçiyor evet; ama aklımız dışarıdaki insanlarda, onların yaşamasında ve iyi yaşamasında”. Türkiye sevdalısı bu insanlar; her yeni şiddet olayı, her can kaybı ile de içleri acıyor. Her ölüm onları çok acıtıyor; sürekli aynı şeyi sorguluyorlar: “Bu ülke neden bu halde?”. Tümü, benimle konuşurken, kendileri ile dert yanmıyor, hep ülkeleri ile ilgili üzüntülerini dile getiriyorlar.
Cezaevinde, voltada attıkları her adımda acı çekiyor bu tutuklu düşünce insanları... Ahmet Şık’ın 2011’deki bir önceki tutukluluğu ile aktardığı bir “tecrübesi” vardı; volta atarken, karşıdan karşıya düz bir çizgi ile yürümeyeceksin. Öyle yaparsan, topuklarını zedelersin; dolaşarak, zigzaglarçizerek yürüyeceksin ki, kendini sakatlama...
Ben de, 12x16 adım genişliğindeki bekleme odasında, bir tutuklu ile görüşmemiz bitip diğeri gelirken bu tarz volta atmayı kendim de tecrübe ettim.
Silivri’deki tutuklu düşünce insanlarını ziyaretimde ne yazık ki, tümüyle görüşemedim. Görüşmeler tek tek gerçekleşebiliyor ve hemen tüm tutuklular, Silivri Cezaevi’nin ayrı koğuşlarından getirildiklerinden, görüşmeler arası da 15-20 dakikalık bekleme süreleri geçiyor. Mesai saatleri sona erdiğinde görüşmeler de sonlanıyor; bu nedenle, 6-7 kişi ile ne yazık ki görüşemedim. Umarım, kendilerini tekrar ziyaret etme fırsatı çıkana kadar serbest kalmış olurlar. Aksi takdirde, onları da muhakkak ziyaret edeceğim.
İyi bir haber: tutuklu düşünce insanlarımız, kendileri için hayat demek olan kitaplarına artık kavuşabiliyor. Dışarıdan yollanan kitaplara erişemiyorlar fakat kendilerinin verdiği listelerdeki kitaplar, onlardan tahsil edilen para ile ısmarlama yoluyla temin edilebiliyorlar. Tüm düşünce tutuklularımızın bu durumdan haberi yoktu; haberi olmayanlara ben haber verdim.
Cezaevinde tek dertleri ülkeleri ve kitap temin edebilmek olan bu kadar iyi insanı hapsetmek gerçekten bir “üst aklın” işi olsa gerek. Ülkeye zarar vermek isteyen bir “üst aklın”.
Hukuksuzluk zinciri
Bu muazzam adaletsizliğin ateşine odun atmak için yarışan da, bilfiil yargının kendisi oldu. Anayasa Mahkemesi, Sulh Ceza Mahkemesi sistemine onay veren kararı ile, özgürlüklerin kısıtlanması ortamını desteklemiş oldu. İddianame yazılıp, mahkeme önüne çıkmadan tahliye kararını imkansızlaştıran bu sistem, Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile yürürlüğe girdi. Silivri’deki savcılar, Marmaris’te darbe yapmaya çalışan askerlere dava açtı, darbe girişiminde emir-komuta zincirinin dışına çıkan polislere dava açtı da, suç unsuru olarak köşe yazısı, haberi gösterilen gazetecilere, yazar-çizerlere dava açamıyorlar. Sanırım, mesele, iddianameye ne yazacaklarını bilememeleri.
Birbirine eklemlenen bir hukuksuzluk zinciridir gidiyor. Tarih bunları hep yazacak. Tabii, daha önce böyle hukuksuzluklara imza atanların kendileri bugün ya hapiste, ya kaçak...
Ziyaretimde bir ilginç tanıklığım da, bir düşünce insanı değil; bir devlet görevlisine ilişkin olandı...40 yılı aşkın süredir, 17 yaşından beri devlet hizmetinde olduğunu söyleyen, sağcı-milliyetçi çizgideki bu kişi, kendini korkunç bir gadre uğramış gibi hissettiğini dile getirdi. Müthiş bir ihanete uğramış, tuzağa düşürülmüş, adaletsizlik yaşıyormuş gibi...Bugünün devlet erkanının da, Türkçe’nin özlü sözü “ne oldum değil, ne olacağım”ın önemini kavraması, adaletsizliklere imza atmadan önce bu sözler üzerine çok düşünmesi lazım.
Tutuklu Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının ortak mesajı
“Yeni bir yıla, 2016’daki karanlıktan çıkacağımızı umarak girdik ama ne yazık ki 2017 yılının ilk gününe sarsılarak girdik. İstanbul’daki saldırıda yaşamını yitiren herkese Allahtan rahmet ve ailelerine başsağlığı diliyoruz. Arkadaşımız Ahmet Şık daha önce FETÖ mağduruydu, şimdi de FETÖ propagandasından suçlanıyor. Yeni yıla bu suçlama yüzünden cezaevinde giren Ahmet Şık ve Cumhuriyet gazetesinin kantincisi Şenol Buran’ı da buradan selamlıyoruz.”
Murat Sabuncu: “5 günü gözaltı olmak üzere 62 gündür özgürlüğümüzden mahrumuz. Havalandırmamız 12 adım. Her voltada bu ülkede yaşanan acıları tekrar tekrar adımlıyoruz. Bu toplum düşünmeyi unuttu. Herkes adına nasıl olsa düşünen bir tek adam var. Herkes adına düşünen tek kişi, hangi rejimlerde olur? Biz bu ortamda neden burada olduğumuzdan çok ülkenin bu halini ve insanların yaşadığı acıları düşünüyoruz.”
Kadri Gürsel: “İstanbul saldırısıyla bizler derinden sarsıldık. Bu acı bir kez daha içimize işledi. 2017 için kötü bir başlangıç oldu ama her şeye rağmen barış ve demokrasi umudumuzu koruyoruz. Gazetecilik kelime seçme sanatıdır. Ben ne yazdığımı çok iyi biliyorum. Hayatımda hiçbir zaman yazdığım yazı ile ilgili olarak ‘bunu kastetmiştim’ demek durumunda kalmadım. Ama şimdi ‘sen yazdığın yazıyla şunu kastetmişsin’ diyerek beni hapse attılar. Benim yerime geçip, benim yerime düşünüp, benim yazım üzerinden yargı oluşturan bir yaklaşımla karşı karşıyayız.”
Turhan Günay: “Burada oluşumuz Cumhuriyet öncesinden bu yana aynı zamanda baskı altında olan, öldürülen, kaybedilen gazetecilerin de tarihini yoğunlaştırdı. Ben kitap ekinde bir çalışma yapmıştım. Namık Kemal’den baskı altında tutulan, öldürülen, kaybedilen gazetecileri araştırmıştım. Şimdi cezaevinde canlı bir biçimde o tarihi yeniden oluşturuyoruz ne yazık ki.”
Musa Kart: “Gazeteciler fikirlerini söylerler. Ben veya herhangi bir kişi, herkes gibi düşünmek zorunda değil. Ya bizden yanasın ya da yanarsın diyorlar. Ama ben ne sizden yanayım ne de onlardan yanayım. Ben Musa Kart’ım. 50 kişi bir bardağın aslında çakmak olduğunu iddia ederse, bardağın bardak olduğunu bilen kişi de ona çıkmak demeye başlar. Ama ben bin kişi de bardağa çakmak dese, ona bardak demekte ısrar ettiğim için hapisteyim.
Güray Öz: “Bizim dışarıda işimiz okumak ve yazmaktı. Şimdi iki aydan sonra istediğimiz kitaplara sınırlı da olsa ulaşıyoruz. Şimdi okuma imkanı bulduk. Şimdi sorunumuz dışarıya yazamamak. Ama bu günler mutlaka geçecek ve yazmaya devam edeceğiz.”
Hakan Kara: “62 gündür içerideyiz ama dışarıda şartların insanları nereye sürüklediğinin farkındayız. Buradan bir kez daha gözlemlediğim, Türkiye’nin yeniden bir sıçrama yapmasının ne kadar zor olduğudur. Eğitimde PISA derecelerine bakınca, nasıl geri bırakıldığımızı görüyoruz. Düşünmekten, sanattan yoksun bir toplum haline getirdiler bizi. Düşündürmeyen, düşünmekten korkan bir sistem ancak böyle cezaevleri inşa eder. Bizim bunları düşünmemiz gerekirken, buna kafa yormamız gerekirken, tam da bunu düşünenlerin hapse atılması bir trajedidir.
Akın Atalay: “Arkadaşlarım gözaltına alındığında yurtdışındaydım. Yurt dışından geldim ve tutuklandım. Aslında söylenecek bir şey yok. Tutuklama gerekçemde kaçma şüphesi yazılmış olması bile benim ve arkadaşlarımın niçin tutuklandıklarını ortaya koyuyor. Cumhuriyet gazetesi ilk kurucularından bugüne kadar belli bir çizgide yol almıştır. O çizgi de cumhuriyet ve demokrasi savunusuduru. Şimdi Cumhuriyet gazetesini baskı altına almak rejimi değiştirmenin, bizleri içeride tutmak ise demokrasiyi hapsetmenin ifadesidir. Evet şu an tutukluyuz ama düşünmekten, ideallerimizi gerçekleştirmekten, cumhuriyeti yaşatmak ve büyütmekten başka bir düşüncemiz de olamaz. Cumhuriyete hep beraber sahip çıkmaya devam edelim. Rejim değişikliğinin ifade edildiği bu günlerde cumhuriyeti korumaya devam etmeliyiz.
Mustafa Kemal Güngör: “Ben avukatım. Yıllardır avukatlık yapıyorum ve Cumhuriyet’in avukatıyım. Merak ettiğim tek şey, neden iddianamemizin yazılmadığıdır. Tamam, tutukluyuz, tamam bizi hapse attınız. Ama bu iddianameyi niye yazmıyorsunuz! İddianamede ne yazılacağını merak ediyorum. Marmaris’te darbe girişiminde bulunanların iddianamesi yazıldı, görev emrini kabul etmeyen polislerin iddianamesi yazılıyor. Yazı yazanların ve gazetecilerin, biz avukatların iddianamesi yazılamıyor. Bizim yaptığımız şey belli. Gazetede yazılanlar belli… Niye iddianame yazılmıyor?
Bülent Utku: “İmamın Ordusu isimli henüz yayınlanmamış kitabında emniyet içindeki FETÖcüleri deşifre eden Ahmet Şık tutuklandığında, ev aramasında, savcılık sorgusu ve diğer tüm aşamalarda ben de avukatı olarak bulundum. Ahmet’in tutuklanması sürecinde temel amaç gazeteciliğin, gerçeklerin yazılmasının engellenmesiydi. Tutukluluğu devam ettirilerek peşinen cezalandırıldı Ahmet. FETÖcü savcı ve hakimlerin uyguladığı bu yöntem şimdi de devam ediyor. Ancak gerçeklerin ortaya çıkması ne olursa olsun engellenemez. Ne Ahmet Şık ne biz içeride tutuklu bulunanlar boyun eğmeyeceğiz. 2017 yılı eşitlik, özgürlük ve adalet duygusunun, mücadelesinin yükseldiği bir yıl olacak. Şu an tutukluyuz ama Ruhi Su’nun türküsünde söylediği gibi “Sabahın sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar.” “Enseyi karartmayanlara” selam olsun!
Murat Aksoy: Aslı ve Necmiye’nin tahliyesine çok sevindik. 2017 iyi başlasın diye bekledik, kötü başladı. Umarız devamı iyi olsun. Teröre lanet olsun.
Atilla Taş: Yılbaşında saldırılardan dolayı hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı dilerim. İnsanların yılbaşı eğlencelerine söz edenler şu anda mutlular mı? Artık insanlarımızı rahat bırakın!