27 Ağu 2010 08:58
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:34
HANEFİ AVCI'NIN HANGİ SÖZLERİ YÜZÜNDEN RUŞEN ÇAKIR'IN BAŞINDAN AŞAĞIYA KAYNAR SULAR DÖKÜLMÜŞ GİBİ OLDU?
Mirgün Cabas ile birlikte NTV Yazıişleri'ne Hanefi Avcı'yı konuk alan Ruşen Çakır programın perde arkasını yazdı.
Hanefi Avcı ile 90 Dakika
Hanefi Avcı’yı kızakta olduğu 2000’li yılların başlarından beri tanırım. En son birkaç ay önce Eskişehir’de kendisiyle sohbet ettim. Şikayetlerini, kaygılarını biliyordum ama bir kitap yazdığını söylememişti. Kitabının haberleri gazeteler düşünce bu nedenle şaşırdım. Ama esas şaşkınlığım, medyanın kitaba alabildiğine az ilgi göstermesiydi. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı Gülen cemaatine yakın yayın organlarını anlamak bir yere kadar mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılacak gazete ve televizyon kanallarının ilgisizliği şaşırtıcı olmanın ötesinde ürkütücüydü. Avcı’nın neler söylediği bir yana, görev başındaki bir polis şefinin son derece açıksözlü bir şekilde bir kitap yazması bile biz haberciler için başlıbaşına önemli bir olaydı. Bir dostumun deyişiyle, 10 yıl önce böyle bir olay olsa biz gazeteciler Avcı’nın kapısında yatardık.
Neyse, Vatan’da kitabın analizi üzerine yazı dizisini hazırlarken Avcı’nın Susurluk sürecinde 32. Gün’e çıkmış olduğu aklıma geldi ve “neden olmasın?” dedim. NTV’deki sorumlu arkadaşların da onayını aldıktan sonra kendisini aradım ve canlı yayına çıkması talebimizi ilettim. Avcı talepten memnun olduğunu ama başka bir kanala söz verdiğini söylediğinde başımızdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Ne yapalım, yine de aklınızda bulunsun” dedik.
Ertesi gün Avcı kendisi arayarak, diğer kanalın vazgeçtiğini söyledi ve iki gün sonra, Perşembe 11.10’da NTV’de Yazı İşleri için sözleştik ve dün yaklaşık 90 dakikalık programı gerçekleştirdik.
Cevap hakkı
Mirgün Cabas’la birlikte programı iki konsept üzerine oturttuk: 1) Kitabın içeriği; 2) Medyada çıkan eleştirilere Avcı’nın cevapları. Bu eleştirilerin büyük çoğunun üzüm yemek değil de bağcı dövmek gibi bir amacı olduğunun şahsen ben farkındayım. Ancak medyada zaten, bilinçli olduğu açık bir şekilde yer bulan yazara ve kitabına bu kadar çok saldırı gelmesi Avcı’ya geniş bir “cevap hakkı” tanıyordu. Bu hakkı kendisine verdik ve sanıyorum bu sayede Avcı kendisini daha iyi ifade edebildi.
Avcı aleyhine yazıları kaleme alanların çoğu kendisini tanıdıklarını ve bu kitabı ona yakıştıramadıklarını belirtiyorlardı. Onlara göre Susurluk ve 28 Şubat döneminin şövalye ruhlu polis şefi, kişisel nedenlerle kızmış ve intikam almak için Ergenekonculuğun kara sularına doğru savrulmuştu. Ancak Avcı’yı yakından tanıyanlar onun, tıpkı dün Susurluk ve 28 Şubat süreçlerinde olduğu gibi bugün de kişisel hırs ve öfkeyle böyle bir şeye kalkışmayacağını çok iyi bilirler. Yayında da kendisinin ve yakın çevresinin başına gelenlerin etkili olduğu aRma genel bir sorumluluk duygusuyla bu kitabı yazmış olduğu net bir şekilde ortaya çıktı diye düşünüyorum. Avcı ile Ergenekon, Hrant Dink suikasti gibi son dönemin bazı önemli olaylarında epey farklı olduğumuz noktalar var ve bunları yazı dizimizin ilerki bölümlerinde ele alacağım. Yalnız onun “dün muhafazakârlar baskı görüyordu, onların yanında yer aldım; bugün muhafazakârlar baskı uyguluyor onların karşısında yer alıyorum” anlamındaki sözlerinin çok anlamlı ve kilit öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Avcı’nın kitabını dikkatli bir şekilde okuyanlar ve dünkü yayını izleyenler onun Ergenekoncu filan olmadığını çok net bir şekilde görmüşlerdir. Bu nedenle Ergenekonvari bazı çevreler ve kişilerin Avcı’dan “ikinci bir Nurettin Veren” çıkartma çabaları boşunadır. Veren, bilindiği gibi bir dönem Fethullah Gülen’in çok yakınında bulunmuş ve muhtemelen kişisel nedenlerle ayrılmış bir isim. Ayrıldıktan sonra cemaat hakkında ifşaatda bulunan Veren bir dönem kısmi bir ilgi gördü ama sonra samimi bulunmayıp unutuldu gitti. Cemaat ile hep iyi ilişkileri olmuş ama belli bir mesafeyi de korumuş olan Avcı Veren gibi bir “itirafçı” değil. O bir gözlemci ve bambaşka bir noktadan hareket ediyor, kendine göre bir sistem eleştirisi getiriyor ve Gülen cemaatini de bu kapsamda hedef alıyor. Hal böyle olunca Avcı’nın eleştirilerini değersizleştirmek kolay olmuyor, olacağa da benzemiyor.
Kimi çevreler Avcı’nın bu kitabı hükümetle koordineli bir şekilde yazdığına inanıyor veya inanmak istiyor. Avcı yayında böyle bir durumun söz konusu olmadığını belirtti ki benim de izlenimlerim o yönde. Hatta anladığım kadarıyla kitabın referandum kampanyasına denk gelmesi AKP çevrelerini epey rahatsız etmiş ve bunun ardında bir bit yeniği aramaya sevk etmiş. Sırf bu nedenle bile hükümetin Avcı’nın çağrılarına cevap vermeyeceği düşünülebilir. Fakat Avcı’nın medya ablukasının kırılmış olması ve kitabın gördüğü yoğun ilgi hükümetin tam anlamıyla kayıtsız kalmasına izin vermeyeceğe benziyor. Hele Avcı elinde olduğunu söylediği bazı belgeleri açıklamaya başlarsa iş iyice kızışabilir. Örneğin cemaatin Emniyet sorumlusu olduğu söylenen kişi hâlâ ortaya çıkıp “bütün bunlar iftira” demedi.
Son olarak Avcı’ya sorduğum işkence sorusuna değinmek istiyorum. Yayında da söylediğim gibi kitabın en büyük eksiği işkence konusuna hemen hemen hiç değinilmemesidir. Halbuki Avcı’nın meslek hayatının özellikle ilk yılları işkencenin en yaygın olduğu bir dönemdir. Buna şahsen tanık olmuş, yaşamış biriyim. Yayından önce Avcı’ya bunu belirttim ve o da bana tıpkı yayında söylediği gibi 1999’a kadar işkencenin devletin neredeyse tek sorgu metodu olduğunu itiraf etti. Avcı’nın bundan sonra işkence konusuyla doğrudan yüzleşecek bir çalışma kaleme alabileceğini belirtmesini çok önemsiyorum. Umarım Türkiye’nin işkence gerçeğinin sadece mağdurlar tarafından anlatılması geleneği de parçalar ve başka birinci elden tanıklıkların önünü açar.
Avcı’nın yayındaki son sözleriyle bugünkü bölümü noktalamak istiyorum: “Türkiye’de bugün ben de dahil birçok insan , başına bir iftira gelmeyeceğinden emin değil ama herkesin emin olması lazım. Bu inanç Türkiye’de yok. Herkes demeli ki ‘Türkiye‘de adalet vardır, ne olursa olsun benim başıma bir şey gelmez. ’ Ama ben de dahil kimse böyle düşünmüyor, komploya uğrayabilirim düşüncesi var herkeste. ” Doğru.
Ruşen Çakır/Vatan
Hanefi Avcı’yı kızakta olduğu 2000’li yılların başlarından beri tanırım. En son birkaç ay önce Eskişehir’de kendisiyle sohbet ettim. Şikayetlerini, kaygılarını biliyordum ama bir kitap yazdığını söylememişti. Kitabının haberleri gazeteler düşünce bu nedenle şaşırdım. Ama esas şaşkınlığım, medyanın kitaba alabildiğine az ilgi göstermesiydi. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı Gülen cemaatine yakın yayın organlarını anlamak bir yere kadar mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılacak gazete ve televizyon kanallarının ilgisizliği şaşırtıcı olmanın ötesinde ürkütücüydü. Avcı’nın neler söylediği bir yana, görev başındaki bir polis şefinin son derece açıksözlü bir şekilde bir kitap yazması bile biz haberciler için başlıbaşına önemli bir olaydı. Bir dostumun deyişiyle, 10 yıl önce böyle bir olay olsa biz gazeteciler Avcı’nın kapısında yatardık.
Neyse, Vatan’da kitabın analizi üzerine yazı dizisini hazırlarken Avcı’nın Susurluk sürecinde 32. Gün’e çıkmış olduğu aklıma geldi ve “neden olmasın?” dedim. NTV’deki sorumlu arkadaşların da onayını aldıktan sonra kendisini aradım ve canlı yayına çıkması talebimizi ilettim. Avcı talepten memnun olduğunu ama başka bir kanala söz verdiğini söylediğinde başımızdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Ne yapalım, yine de aklınızda bulunsun” dedik.
Ertesi gün Avcı kendisi arayarak, diğer kanalın vazgeçtiğini söyledi ve iki gün sonra, Perşembe 11.10’da NTV’de Yazı İşleri için sözleştik ve dün yaklaşık 90 dakikalık programı gerçekleştirdik.
Cevap hakkı
Mirgün Cabas’la birlikte programı iki konsept üzerine oturttuk: 1) Kitabın içeriği; 2) Medyada çıkan eleştirilere Avcı’nın cevapları. Bu eleştirilerin büyük çoğunun üzüm yemek değil de bağcı dövmek gibi bir amacı olduğunun şahsen ben farkındayım. Ancak medyada zaten, bilinçli olduğu açık bir şekilde yer bulan yazara ve kitabına bu kadar çok saldırı gelmesi Avcı’ya geniş bir “cevap hakkı” tanıyordu. Bu hakkı kendisine verdik ve sanıyorum bu sayede Avcı kendisini daha iyi ifade edebildi.
Avcı aleyhine yazıları kaleme alanların çoğu kendisini tanıdıklarını ve bu kitabı ona yakıştıramadıklarını belirtiyorlardı. Onlara göre Susurluk ve 28 Şubat döneminin şövalye ruhlu polis şefi, kişisel nedenlerle kızmış ve intikam almak için Ergenekonculuğun kara sularına doğru savrulmuştu. Ancak Avcı’yı yakından tanıyanlar onun, tıpkı dün Susurluk ve 28 Şubat süreçlerinde olduğu gibi bugün de kişisel hırs ve öfkeyle böyle bir şeye kalkışmayacağını çok iyi bilirler. Yayında da kendisinin ve yakın çevresinin başına gelenlerin etkili olduğu aRma genel bir sorumluluk duygusuyla bu kitabı yazmış olduğu net bir şekilde ortaya çıktı diye düşünüyorum. Avcı ile Ergenekon, Hrant Dink suikasti gibi son dönemin bazı önemli olaylarında epey farklı olduğumuz noktalar var ve bunları yazı dizimizin ilerki bölümlerinde ele alacağım. Yalnız onun “dün muhafazakârlar baskı görüyordu, onların yanında yer aldım; bugün muhafazakârlar baskı uyguluyor onların karşısında yer alıyorum” anlamındaki sözlerinin çok anlamlı ve kilit öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Avcı’nın kitabını dikkatli bir şekilde okuyanlar ve dünkü yayını izleyenler onun Ergenekoncu filan olmadığını çok net bir şekilde görmüşlerdir. Bu nedenle Ergenekonvari bazı çevreler ve kişilerin Avcı’dan “ikinci bir Nurettin Veren” çıkartma çabaları boşunadır. Veren, bilindiği gibi bir dönem Fethullah Gülen’in çok yakınında bulunmuş ve muhtemelen kişisel nedenlerle ayrılmış bir isim. Ayrıldıktan sonra cemaat hakkında ifşaatda bulunan Veren bir dönem kısmi bir ilgi gördü ama sonra samimi bulunmayıp unutuldu gitti. Cemaat ile hep iyi ilişkileri olmuş ama belli bir mesafeyi de korumuş olan Avcı Veren gibi bir “itirafçı” değil. O bir gözlemci ve bambaşka bir noktadan hareket ediyor, kendine göre bir sistem eleştirisi getiriyor ve Gülen cemaatini de bu kapsamda hedef alıyor. Hal böyle olunca Avcı’nın eleştirilerini değersizleştirmek kolay olmuyor, olacağa da benzemiyor.
Kimi çevreler Avcı’nın bu kitabı hükümetle koordineli bir şekilde yazdığına inanıyor veya inanmak istiyor. Avcı yayında böyle bir durumun söz konusu olmadığını belirtti ki benim de izlenimlerim o yönde. Hatta anladığım kadarıyla kitabın referandum kampanyasına denk gelmesi AKP çevrelerini epey rahatsız etmiş ve bunun ardında bir bit yeniği aramaya sevk etmiş. Sırf bu nedenle bile hükümetin Avcı’nın çağrılarına cevap vermeyeceği düşünülebilir. Fakat Avcı’nın medya ablukasının kırılmış olması ve kitabın gördüğü yoğun ilgi hükümetin tam anlamıyla kayıtsız kalmasına izin vermeyeceğe benziyor. Hele Avcı elinde olduğunu söylediği bazı belgeleri açıklamaya başlarsa iş iyice kızışabilir. Örneğin cemaatin Emniyet sorumlusu olduğu söylenen kişi hâlâ ortaya çıkıp “bütün bunlar iftira” demedi.
Son olarak Avcı’ya sorduğum işkence sorusuna değinmek istiyorum. Yayında da söylediğim gibi kitabın en büyük eksiği işkence konusuna hemen hemen hiç değinilmemesidir. Halbuki Avcı’nın meslek hayatının özellikle ilk yılları işkencenin en yaygın olduğu bir dönemdir. Buna şahsen tanık olmuş, yaşamış biriyim. Yayından önce Avcı’ya bunu belirttim ve o da bana tıpkı yayında söylediği gibi 1999’a kadar işkencenin devletin neredeyse tek sorgu metodu olduğunu itiraf etti. Avcı’nın bundan sonra işkence konusuyla doğrudan yüzleşecek bir çalışma kaleme alabileceğini belirtmesini çok önemsiyorum. Umarım Türkiye’nin işkence gerçeğinin sadece mağdurlar tarafından anlatılması geleneği de parçalar ve başka birinci elden tanıklıkların önünü açar.
Avcı’nın yayındaki son sözleriyle bugünkü bölümü noktalamak istiyorum: “Türkiye’de bugün ben de dahil birçok insan , başına bir iftira gelmeyeceğinden emin değil ama herkesin emin olması lazım. Bu inanç Türkiye’de yok. Herkes demeli ki ‘Türkiye‘de adalet vardır, ne olursa olsun benim başıma bir şey gelmez. ’ Ama ben de dahil kimse böyle düşünmüyor, komploya uğrayabilirim düşüncesi var herkeste. ” Doğru.
Ruşen Çakır/Vatan