29 Eyl 2011 10:48
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:51
HABERCİLİĞİN GELDİĞİ NOKTA! AKŞAM YAZARI "İTİRAF" ETTİ!
Akşam yazarı Özlem Çelik, kovalamadığı haberle ilgili olarak Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'ya attığı mesajda nasıl bir "itirafta" bulundu?
İşte Akşam yazarı Özlem Çelik’in o yazısı...
Haberciliğin geldiği nokta
Dün sabah bir telefon aldım. ’Polis şu an Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nde arama yapıyor. Genel müdür yardımcıları gözaltına alınacak’ diyordu telefondaki ses. Hemen gazeteye haber verdim. Ajanslara baktım, kimsenin haberi yok. Bir gazeteci için, bir olayı, medyada ’ilk duyan olmak’ büyük keyiftir. Kimsecikler olay yerine gitmeden haber kaynaklarını arayıp mesleki tabirle herkesi ’atlatmak’ ise... Of ki of!
Aceleyle telefonun adres defterini açtım. Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşamını yitirdiği o olay sırasında Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nde kritik görevlerde kimler vardı, isimlere baktım. Tam arayacakken aklıma bir şüphe düştü. Telefonu fırlatıp attım.
Korktum!
Habercilik heyecanını bir an bile terk etmeyen Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya’ya haberi neden kovalamadığımı, kim(ler)den korktuğumu anlatmak için şu mesajı attım,
’Bir gazetecinin şu an yapması gereken, Yazıcıoğlu’nun helikopteri düştüğünde, o dönem Sivil Havacılık’ta yöneticilik yapan kim varsa aramaktır ama ya polis baskınını benden öğrenirlerse? Telefonlar dinleniyor. Ayıkla pirincin taşını! Yarın kendimi bir gazetenin birinci sayfasında, ’Gazeteci polis baskınını bürokrata haber verdi, bürokrat kaçtı!’ diyen bir haberin esas kızı olarak görmek istemiyorum.’
İşte ’çamur at izi kalsın!’, ’yaftala ki yazmasın!’ anlayışının sonucudur bu.
Korkunun yarattığı otosansür, sansürlerin en kötüsüdür. Yapılan bir-iki basın toplantısı dışında hayatım boyunca görmediğim iki adamı aramaya korkuyorsam nasıl habercilik yapacağım?
Geriye tek yol kalıyor. Son birkaç yıldır ’uzman’ bellediğimiz bazı isimlerin, büyük zahmetlere girerek emniyetten, arama sırasında toplanan dokümanları ya da ifade tutanaklarını ele geçirmelerini beklemek(!)
Haberciliğin geldiği nokta
Dün sabah bir telefon aldım. ’Polis şu an Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nde arama yapıyor. Genel müdür yardımcıları gözaltına alınacak’ diyordu telefondaki ses. Hemen gazeteye haber verdim. Ajanslara baktım, kimsenin haberi yok. Bir gazeteci için, bir olayı, medyada ’ilk duyan olmak’ büyük keyiftir. Kimsecikler olay yerine gitmeden haber kaynaklarını arayıp mesleki tabirle herkesi ’atlatmak’ ise... Of ki of!
Aceleyle telefonun adres defterini açtım. Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşamını yitirdiği o olay sırasında Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nde kritik görevlerde kimler vardı, isimlere baktım. Tam arayacakken aklıma bir şüphe düştü. Telefonu fırlatıp attım.
Korktum!
Habercilik heyecanını bir an bile terk etmeyen Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya’ya haberi neden kovalamadığımı, kim(ler)den korktuğumu anlatmak için şu mesajı attım,
’Bir gazetecinin şu an yapması gereken, Yazıcıoğlu’nun helikopteri düştüğünde, o dönem Sivil Havacılık’ta yöneticilik yapan kim varsa aramaktır ama ya polis baskınını benden öğrenirlerse? Telefonlar dinleniyor. Ayıkla pirincin taşını! Yarın kendimi bir gazetenin birinci sayfasında, ’Gazeteci polis baskınını bürokrata haber verdi, bürokrat kaçtı!’ diyen bir haberin esas kızı olarak görmek istemiyorum.’
İşte ’çamur at izi kalsın!’, ’yaftala ki yazmasın!’ anlayışının sonucudur bu.
Korkunun yarattığı otosansür, sansürlerin en kötüsüdür. Yapılan bir-iki basın toplantısı dışında hayatım boyunca görmediğim iki adamı aramaya korkuyorsam nasıl habercilik yapacağım?
Geriye tek yol kalıyor. Son birkaç yıldır ’uzman’ bellediğimiz bazı isimlerin, büyük zahmetlere girerek emniyetten, arama sırasında toplanan dokümanları ya da ifade tutanaklarını ele geçirmelerini beklemek(!)