Gülse Birsel asıl sıkıntımızı yazdı: Onu da kaybedersek, vay halimize...
Hürriyet Gazetesi yazarı Gülse Birsel, bugünkü köşe yazısında toplumdaki kamplaşmayı kaleme aldı.
Senarist Gülse Birsel, 2019'da yapılması planlanan seçimler
hakkında konuşulan pek çok konunun önem arzetmediğini ifade ederek,
asıl sıkıntının "sanattan spora, her konunun siyasallaştırılması,
herkesin kamplara ayrılması, insanların ezilenler-torpilliler diye
birbirine şüpheyle bakması, güvenini ve sevgisini kaybetmesi"
olduğunu söyledi.
İşte Gülse Birsel'in "Bizim büyük
güvensizliğimiz..." başlıklı bugünkü yazısı:
Medya ani ve sürekli el değiştirdiği için gerilimli günlerdeyiz;
ama Suriye’ydi, 2. soğuk savaştı, dün patlayan erken seçim
manşetiydi haber malzemesi sebil...
Yani bu aralar gazeteci olmak bir yönden berbat, öte yandan müthiş.
Tuhaf bir dönem! Neyse ki ve maalesef tam olarak gazeteci sayılmam.
Jet Sosyete’nin hayali karakterleriyle, kendi küçük lüks ve neşeli
dertleriyle uğraşıp, haftada 2 gün 14 saat sette oynayıp, kalan
günler evde 110 sayfa senaryo yazmak feci yıpratıcı ve imkânsıza
yakın bir çalışma temposu olsa da, memleket meseleleriyle daha az
ilgilendiğim için bazen bu sisteme müteşekkir hissediyorum!
Bugünkü bomba erken seçim haberi. Bahçeli, “Memleketin iyiliği ve
geleceği için bunu 26 Ağustos’ta yapalım” diye manşeti verdi.
Fakat son yıllarda kanımca ‘bizim büyük çaresizliğimiz’ olan güven
sorunları yine devreye girdi.
Bu tarih acaba İYİ Parti seçime giremesin diye seçilmiş bir tarih
miydi? İYİ Parti’nin kongresinden en az 6 ay geçmesi lazımken, 26
Ağustos’ta bu süre dolmadığı için bu Akşener aleyhine yapılmış
kurnazca bir plan mıydı? İYİ Parti açıklama yapıp, “Hayır biz 6 ayı
zaten 22 Haziran’da dolduruyoruz, sıkıntı yok” dedi ve umarım
şimdilik bu konu kapandı.
Öte yandan 26 Ağustos’un uzun bayram tatilinin son gününe denk
gelmesi hemen geçmiş yıllarda yaşanan tartışmaları alevlendirdi:
“Tatile kıyılara gidecek seçmen şehirlere dönemesin, oy veremesin
diye mi bu tarih seçildi?” Aslına bakarsanız sadece kıyılara
gidecek Bodrum’cu, Çeşme’ci kesim değil, köylere akraba ziyaretine
gidecekler de erken rezervasyonla ekonomik bir tatil planlamış orta
gelirli de o pazar sabahı erkenden yaşadığı şehirde olamayabilir.
Olmaya çalışsa da o hafta sonu aşırı talepten trende, uçakta,
otobüste yer bulamayabilir, otomobiliyle gittiyse trafikte çile
çekebilir. Tatili erken bitirip 2-3 gün önce dönmeye karar verse,
bu da turizm sektörüne büyük yıkım olmaz mı? Kanımca 26 Ağustos
yanlış tarihtir, bu pratik sebeplerden bir hafta sonraya ertelense
dev bir kayıp yaşamayız.
Ama bizim esas sıkıntımız başka.
‘Seçim’ kelimesi dillendirildiği günden beri oy pusulasında kimin
amblemi niye daha büyük oluyor, hangi sırayla pusulaya
yerleştirilecek, mühürsüz pusulalar geçerli mi sayılacak, seçim
güvenliği nasıl sağlanacak, neden polis çağırma yetkisi vatandaşa
da verildi, amaç ne, neden aynı apartmanda oturanlar farklı
sandıklara dağıtılıyor, bu işlerde ne gibi bityenikleri var bunlar
konuşuluyor.
Seçmen listesinde birileri kaybolur, bir oy çuvalı kaybolur, biraz
vakit kaybolur, hatta Türk Lirası’nın değeri kaybolur... Vallahi
bunlar çözülür. Ama maalesef biz birbirimize güvenimizi
kaybettik!
Ve durup dururken de olmadı bu. Yani seçimle ilgili manipülasyon
olur, propaganda zamanı eşitsizlik olur, hatta seçimde şaibe olur
diyerek endişesini dile getirenler manyaklıklarından yapmıyor bunu!
Geçmişte o kadar konuda; sözgelimi işe alımda, adli kararda,
ihalede, ne bileyim vatandaşa muamelede, hatta çoluğumuzun
çocuğumuzun sınavlarında bile öyle dev şaibeler, kandırmalar,
kandırılmalar, öyle skandallar yaşandı ki... Kim kime nasıl
güvensin anacığım?
Bizim esas sıkıntımız seçim ekonomisi filan değildir.
Esas sıkıntımız, bırakın bürokrasiyi filan, artık sanattan spora,
her konunun siyasallaştırılması, herkesin kamplara ayrılması, o
taraf bu taraf, ezilenler-torpilliler diye birbirine şüpheyle
bakması, güvenini ve sevgisini kaybetmesidir.
Aynı apartmanda oturan insanlar niye ayrı sandıklara dağıtılıyor
diye sorarken, bu güvensizlik içinde tek dileğimiz “Bari o
apartmanda oturanlar birbirine güvenmeye devam etse” olmalıdır.
Çünkü onu da kaybedersek, vay halimize...
İşte bunun için yazdığım dizideki birbirine kafa olarak neredeyse
zıt ama komşu evlerde oturan iki ailenin arasındaki neşeli
hikâyelere müteşekkirim. Bu temayı seviyorum, ayrı yaşam
tarzlarının yan yana gelip birbirini tanıdıkça ortak paydalar
bulması fikri beni o kadar umutlandırıyor ki, tekrar tekrar
kullanıyorum.
Zira bizi ayakta tutacak olan, bu kadar güvensizliğe rağmen ortak
tanıdıklar, ortak işyeri, aynı apartman, aynı şehir, komşuluk,
evlilik bağıyla akrabalık, aynı şarkıları sevmek, aynı takımı
tutmak veya sadece vatandaş olmak, yani mecburen bir şeyler
paylaşıp önyargıyla baktığımızla kardeş olmaktır.
Ve bu kadar gergin bir gündemde hayat sevincimizi korumamızı
sağlayan da, benzerleri hâlâ hayatımızda yaşanan güldüğümüz hayali
dostluklar, kurmaca hikâyelerdir.