Gülriz Sururi, eşi Engin Cezzar'ı anlattı: Yan odadayken bile özlüyordum, avuçlarımda öldü...
Gülriz Sururi 56 yıllık aşkı Engin Cezzar'ı kaybettikten sonra ilk kez Hürriyet'ten Ayşe Arman'a konuştu.
Tiyatro oyuncusu Gülriz Sururi, geçtiğimiz günlerde hayatını
kaybeden eşi Engin Cezzar ile geçen günlerini "Birlikte
geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık. Büyük
mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en başında
aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan bir
evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte olmaktan
keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin gözünün
içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an kolluyorsan, onu
yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir şey. Bizimki
öyleydi" diye anlattı. Sururi, "Yanındaydım. Elini tutuyordum.
Öptüm ve vedalaştım. Eli, avuçlarımda öldü. Doktor, 'Kaybettik'
dediğinde, hâlâ elini tutuyordum" ifadesini kullandı.
Hürriyet yazarı Ayşe Arman'a konuşan Gülriz Sururi'nin açıklamaları
şöyle:
Başınız sağ olsun! Hepimiz çok üzüldük, 56 yıllık aşkınız
Engin Cezzar’ı kaybettiniz. Nasıl oldu?
- Teşekkür ederim. Başım sağ ama bu neye yarar bilmiyorum. 1960’tan
beri birlikteydik Engin’le. Sadece aşkım değil, her şeyimdi. Diğer
yarımı kaybetmiş gibiyim...
Tam olarak nasıl oldu? Hastaneye mi
kaldırıldı?
- Engin’in hep bir kalp sorunu vardı. 2000’den beri ameliyatlar,
piller-miller, stent’ler. Zorlu bir dönem yaşadı. Derken felç indi,
konuşamamaya başladı. Yine de, her şeye rağmen birlikte güzel bir
hayat yaşadık. Evet, pek çok zorluk atlattık ama hep hayatı eskisi
gibi neşeyle yaşamaya çalışan, dünyanın keyfini çıkarmaya uğraşan
insanlardık. Ama Engin inattır, sonunda ilaçlarını almak
istemedi.
Neden?
- Öyle. Öteden beri ilaca karşı. Felci de o yüzden geçirdi. Kalp
ilaçlarını almak istemediği için. İlaçları, yatakların altından,
buzdolaplarından, bilmem nerelerden topluyorduk.
Niye almak istemiyor ilaçlarını?
- Küçüklüğünden beri ilaçlardan hoşlanmıyor. İlaçlardan nefret eden
ama evinde tıp kitapları bulunduran ve okuyan bir adam. “Bana bir
şey olmaz, ben kuvvetliyim, ben güçlüyüm, ben grip bile olmam!”
vardır ya, işte öyle bir tavır içindeydi. O ilaçları almayınca da
iyice kötüledi. Ve derken bedeni yoruldu. Benimle artık dışarı bile
çıkamaz oldu. Galalara, oyunlara gelmek istemiyordu. Güçtün düştü.
En son fizik tedavisini de bıraktı. Önceleri çok mücadele ettim,
ama sonunda kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü çok halsizdi. Hep
uyumak istiyordu. Yataktan kalkmak istemiyordu. Yavaş yavaş kötü
bir döneme girdi...
Yazın Bodrum’da peki?
- Bodrum’u seviyordu. Zaten Bodrum’dan döndükten sonra ‘o dönülmez
yola’ girdi. Gerçi Bodrum’da da fizik tedaviye gitmek
istemiyordu, ona rağmen zorluyordum, ama İstanbul’da gelince toptan
vazgeçti ve tabii yatağa daha çok bağlandı...
Peki hayattan da mı vazgeçti?
- Hayır asla! Tüm bu anlattığım olumsuz tabloya rağmen, hayat
doluydu. Neşeliydi.
Ölmek istiyor gibi değil yani...
- Kesinlikle değil! Hayata fevkalade bağlıydı. Ama artık böbrek
iflas etmiş, kalp yetmezliği var... Bundan sonra diyalize de
girmesi gerekebilirdi, solunum için maske takmak durumunda
kalabilirdi. Bütün bunların olabileceğini biliyordu ama yine de
ilaçlarını almıyordu. Fakat biz iyiydik, her akşam iki kadeh
şarabımızı içiyorduk. Kadehlerimizi tokuşturuyorduk. Çok yakın
zamana kadar neşeliydi günlerimiz, gecelerimiz... Mesela her öğle
yemeğinden sonra karşılıklı kahve içerek sohbet ediyorduk.
Telefonda konuşuyorduk. Kaç kişi şahit olmuştur ve çok şaşırmıştır.
Konuşamayan bir adamla telefonda konuşabiliyordum ve her
söylediğini anlayabiliyordum. Böyle bir yaşam sürdük...
Çıkardığı seslerden mi anlıyordunuz ne demek
istediğini?
- Evet. O seslerden kendince kelimeler yaratıyordu. Bir süre sonra
aranızda özel bir dil geliştiriyorsunuz. Tiyatrocu olduğu için,
iletişimi kuvvetli biri. Anlıyordum onu, hiçbir sorunumuz yoktu.
Zaten anlaşmak için konuşmanız gerekmiyor.
Ve kafası yerindeydi...
- Tabii tabii. Zaten kafası yerinde olmasa birlikte yaşayamazdık
ki! Fevkalade yerindeydi. Espri dahi yapıyordu. Aklı hiç gitmedi.
Hayata bağlılığından hiç taviz vermedi. Ama bedeni iflas
etti...
Peki siz ona “Neden ilaçlarını almıyorsun? Ben bunları
neden yatağının altından buluyorum” dediğinizde ne
diyordu?
- Engin öyle bir adamdır, kafasının dikine giden. Ama biz de pes
etmedik tabii, sonradan ilaçları yemeklere filan karıştırarak
vermeye başladık. Bunlara rağmen olmadı. Son olarak kendini iyi
hissetmediği için hastaneye kaldırdık. Dönüşü olmayan o yolculuğa
çıkacağını hem biliyordum hem bilmiyordum. Kabul etmek istemiyor
insan. Üç gün kaldık hastanede. İki gün yoğun bakımda kaldı.
Yüzünde maske vardı, artık zor nefes alıyordu. Üçüncü gün
gitti...
Ölüm sebebi ne?
- Tüm organları iflas etmiş. Hastaneye giderken bir enfarktüs
geçirmiş, ondan 12 gün önce de evde geçirmiş. Kalbinde pil olduğu
için o farkında değil, biz de değiliz.
Vedalaşabildiniz mi?
- Evet, tabii. Yanındaydım. Elini tutuyordum. Öptüm ve vedalaştım.
Eli, avuçlarımda öldü... Doktor, “Kaybettik” dediğinde, hâlâ elini
tutuyordum.
Engin Cezzar’dan en çok ne öğrendiniz?
- Sanatçı olarak kendi kapasitemi. Müthiş bir şey yaptı o bana, en
beklenmedik oyunlarda rol verdi. Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken,
evet ‘Sokak Kızı İrma’ ile büyük bir üne kavuştum ama biraz aptal
sarışın gibiydim. Engin’le başka bir yere sıçradım. Ondan sonraki
bütün başarılarım, hepsi Engin’in eseridir. En iyi yönetmenimdi.
Uzun yıllar birlikte çalıştık. Son 40 yılı da gece gündüz
ayrılmadan yaşadık...
Bu aşk size en çok ne öğretti?
- Birlikte geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık.
Büyük mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en
başında aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan
bir evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte
olmaktan keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin
gözünün içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an
kolluyorsan, onu yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir
şey! Bizimki öyleydi.
Ne zaman katıla katıla ağladınız? Kendinizi hep tutuyor
musunuz?
- Yok canım. Engin’in hastalığının ilk yıllarında perişandık.
Kendimize nasıl bir düzen oturtacağımızı bilmiyorduk. Birkaç kere
Engin’le birlikte hüngür hüngür ağladık. Çünkü “Neden ben?” diyordu
ve benim ona verecek bir cevabım yoktu...
İnsanlar onu nasıl hatırlasın istersiniz?
- Nasıl hatırlamak istiyorlarsa öyle hatırlayacaklardır. Kimse bunu
değiştiremez. Ama görüyorum ki arkadaşları, dostları, izleyicileri
onu çok güzel hatırlıyorlar. Bana o kadar güzel şeyler yazıyorlar
ki. Müthiş bir isim bırakmış arkasında, çok sevdirmiş kendini. Ama
tabii keşke yaşarken bilsek sevdiklerimizin kıymetini, biz ölmeden
iyi bir şeyler yazmayı sevmiyoruz birileri için...
Siz ölümden korkuyor musunuz?
- Hiç korkmadım. Birkaç kere de ölümle burun buruna geldim. Gelirse
gelir, hoş gelir. Hepimiz öleceğiz. Bunun kaçışı yok...
Engin Cezzar bana hiç ölmezmiş gibi gelen
biriydi...
- Bazı insanlar ölünce, ölmüyorlar! Eğer bir şeyler yapmışlarsa,
kalıcı oldularsa, onlar ölmez. Engin de onlardan biri...
Ne kadar yalnız hissediyorsunuz kendinizi?
- Yalnızlığımı severim. Zaman zaman yalnız da kalmak isterim. Bazen
yatak odama çekiliyorum ya da salonda yalnız çalışıyorum. Ha bir
de, yeniden yemek pişirmeye başladım. Hayattaki en sevdiğim varlığı
kaybettim diye öyle hüngür hüngür ağlamıyorum. Tabii bazen
düğümleniyor filan boğazım, onu da Engin’le geçiriyorum. Ben,
doğaya inanıyorum. Çok inanıyorum. “İnsanlar ölür, dünya yaşar...
Ağaçlar ölür, ormanlar yaşar” gibi...