12 Şub 2017 11:40
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 22:28
Gülriz Sururi, eşi Engin Cezzar'ı anlattı: Yan odadayken bile özlüyordum, avuçlarımda öldü...
Gülriz Sururi 56 yıllık aşkı Engin Cezzar'ı kaybettikten sonra ilk kez Hürriyet'ten Ayşe Arman'a konuştu.
Tiyatro oyuncusu Gülriz Sururi, geçtiğimiz günlerde hayatını
kaybeden eşi Engin Cezzar ile geçen günlerini "Birlikte
geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık. Büyük
mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en başında
aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan bir
evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte olmaktan
keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin gözünün
içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an kolluyorsan, onu
yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir şey. Bizimki
öyleydi" diye anlattı. Sururi, "Yanındaydım. Elini tutuyordum.
Öptüm ve vedalaştım. Eli, avuçlarımda öldü. Doktor, 'Kaybettik'
dediğinde, hâlâ elini tutuyordum" ifadesini kullandı.
Hürriyet yazarı Ayşe Arman'a konuşan Gülriz Sururi'nin açıklamaları şöyle:
Başınız sağ olsun! Hepimiz çok üzüldük, 56 yıllık aşkınız Engin Cezzar’ı kaybettiniz. Nasıl oldu?
- Teşekkür ederim. Başım sağ ama bu neye yarar bilmiyorum. 1960’tan beri birlikteydik Engin’le. Sadece aşkım değil, her şeyimdi. Diğer yarımı kaybetmiş gibiyim...
Tam olarak nasıl oldu? Hastaneye mi kaldırıldı?
- Engin’in hep bir kalp sorunu vardı. 2000’den beri ameliyatlar, piller-miller, stent’ler. Zorlu bir dönem yaşadı. Derken felç indi, konuşamamaya başladı. Yine de, her şeye rağmen birlikte güzel bir hayat yaşadık. Evet, pek çok zorluk atlattık ama hep hayatı eskisi gibi neşeyle yaşamaya çalışan, dünyanın keyfini çıkarmaya uğraşan insanlardık. Ama Engin inattır, sonunda ilaçlarını almak istemedi.
Neden?
- Öyle. Öteden beri ilaca karşı. Felci de o yüzden geçirdi. Kalp ilaçlarını almak istemediği için. İlaçları, yatakların altından, buzdolaplarından, bilmem nerelerden topluyorduk.
Niye almak istemiyor ilaçlarını?
- Küçüklüğünden beri ilaçlardan hoşlanmıyor. İlaçlardan nefret eden ama evinde tıp kitapları bulunduran ve okuyan bir adam. “Bana bir şey olmaz, ben kuvvetliyim, ben güçlüyüm, ben grip bile olmam!” vardır ya, işte öyle bir tavır içindeydi. O ilaçları almayınca da iyice kötüledi. Ve derken bedeni yoruldu. Benimle artık dışarı bile çıkamaz oldu. Galalara, oyunlara gelmek istemiyordu. Güçtün düştü. En son fizik tedavisini de bıraktı. Önceleri çok mücadele ettim, ama sonunda kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü çok halsizdi. Hep uyumak istiyordu. Yataktan kalkmak istemiyordu. Yavaş yavaş kötü bir döneme girdi...
Yazın Bodrum’da peki?
- Bodrum’u seviyordu. Zaten Bodrum’dan döndükten sonra ‘o dönülmez yola’ girdi. Gerçi Bodrum’da da fizik tedaviye gitmek istemiyordu, ona rağmen zorluyordum, ama İstanbul’da gelince toptan vazgeçti ve tabii yatağa daha çok bağlandı...
Peki hayattan da mı vazgeçti?
- Hayır asla! Tüm bu anlattığım olumsuz tabloya rağmen, hayat doluydu. Neşeliydi.
Ölmek istiyor gibi değil yani...
- Kesinlikle değil! Hayata fevkalade bağlıydı. Ama artık böbrek iflas etmiş, kalp yetmezliği var... Bundan sonra diyalize de girmesi gerekebilirdi, solunum için maske takmak durumunda kalabilirdi. Bütün bunların olabileceğini biliyordu ama yine de ilaçlarını almıyordu. Fakat biz iyiydik, her akşam iki kadeh şarabımızı içiyorduk. Kadehlerimizi tokuşturuyorduk. Çok yakın zamana kadar neşeliydi günlerimiz, gecelerimiz... Mesela her öğle yemeğinden sonra karşılıklı kahve içerek sohbet ediyorduk. Telefonda konuşuyorduk. Kaç kişi şahit olmuştur ve çok şaşırmıştır. Konuşamayan bir adamla telefonda konuşabiliyordum ve her söylediğini anlayabiliyordum. Böyle bir yaşam sürdük...
Çıkardığı seslerden mi anlıyordunuz ne demek istediğini?
- Evet. O seslerden kendince kelimeler yaratıyordu. Bir süre sonra aranızda özel bir dil geliştiriyorsunuz. Tiyatrocu olduğu için, iletişimi kuvvetli biri. Anlıyordum onu, hiçbir sorunumuz yoktu. Zaten anlaşmak için konuşmanız gerekmiyor.
Ve kafası yerindeydi...
- Tabii tabii. Zaten kafası yerinde olmasa birlikte yaşayamazdık ki! Fevkalade yerindeydi. Espri dahi yapıyordu. Aklı hiç gitmedi. Hayata bağlılığından hiç taviz vermedi. Ama bedeni iflas etti...
Peki siz ona “Neden ilaçlarını almıyorsun? Ben bunları neden yatağının altından buluyorum” dediğinizde ne diyordu?
- Engin öyle bir adamdır, kafasının dikine giden. Ama biz de pes etmedik tabii, sonradan ilaçları yemeklere filan karıştırarak vermeye başladık. Bunlara rağmen olmadı. Son olarak kendini iyi hissetmediği için hastaneye kaldırdık. Dönüşü olmayan o yolculuğa çıkacağını hem biliyordum hem bilmiyordum. Kabul etmek istemiyor insan. Üç gün kaldık hastanede. İki gün yoğun bakımda kaldı. Yüzünde maske vardı, artık zor nefes alıyordu. Üçüncü gün gitti...
Ölüm sebebi ne?
- Tüm organları iflas etmiş. Hastaneye giderken bir enfarktüs geçirmiş, ondan 12 gün önce de evde geçirmiş. Kalbinde pil olduğu için o farkında değil, biz de değiliz.
Vedalaşabildiniz mi?
- Evet, tabii. Yanındaydım. Elini tutuyordum. Öptüm ve vedalaştım. Eli, avuçlarımda öldü... Doktor, “Kaybettik” dediğinde, hâlâ elini tutuyordum.
Engin Cezzar’dan en çok ne öğrendiniz?
- Sanatçı olarak kendi kapasitemi. Müthiş bir şey yaptı o bana, en beklenmedik oyunlarda rol verdi. Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken, evet ‘Sokak Kızı İrma’ ile büyük bir üne kavuştum ama biraz aptal sarışın gibiydim. Engin’le başka bir yere sıçradım. Ondan sonraki bütün başarılarım, hepsi Engin’in eseridir. En iyi yönetmenimdi. Uzun yıllar birlikte çalıştık. Son 40 yılı da gece gündüz ayrılmadan yaşadık...
Bu aşk size en çok ne öğretti?
- Birlikte geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık. Büyük mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en başında aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan bir evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte olmaktan keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin gözünün içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an kolluyorsan, onu yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir şey! Bizimki öyleydi.
Ne zaman katıla katıla ağladınız? Kendinizi hep tutuyor musunuz?
- Yok canım. Engin’in hastalığının ilk yıllarında perişandık. Kendimize nasıl bir düzen oturtacağımızı bilmiyorduk. Birkaç kere Engin’le birlikte hüngür hüngür ağladık. Çünkü “Neden ben?” diyordu ve benim ona verecek bir cevabım yoktu...
İnsanlar onu nasıl hatırlasın istersiniz?
- Nasıl hatırlamak istiyorlarsa öyle hatırlayacaklardır. Kimse bunu değiştiremez. Ama görüyorum ki arkadaşları, dostları, izleyicileri onu çok güzel hatırlıyorlar. Bana o kadar güzel şeyler yazıyorlar ki. Müthiş bir isim bırakmış arkasında, çok sevdirmiş kendini. Ama tabii keşke yaşarken bilsek sevdiklerimizin kıymetini, biz ölmeden iyi bir şeyler yazmayı sevmiyoruz birileri için...
Siz ölümden korkuyor musunuz?
- Hiç korkmadım. Birkaç kere de ölümle burun buruna geldim. Gelirse gelir, hoş gelir. Hepimiz öleceğiz. Bunun kaçışı yok...
Engin Cezzar bana hiç ölmezmiş gibi gelen biriydi...
- Bazı insanlar ölünce, ölmüyorlar! Eğer bir şeyler yapmışlarsa, kalıcı oldularsa, onlar ölmez. Engin de onlardan biri...
Ne kadar yalnız hissediyorsunuz kendinizi?
- Yalnızlığımı severim. Zaman zaman yalnız da kalmak isterim. Bazen yatak odama çekiliyorum ya da salonda yalnız çalışıyorum. Ha bir de, yeniden yemek pişirmeye başladım. Hayattaki en sevdiğim varlığı kaybettim diye öyle hüngür hüngür ağlamıyorum. Tabii bazen düğümleniyor filan boğazım, onu da Engin’le geçiriyorum. Ben, doğaya inanıyorum. Çok inanıyorum. “İnsanlar ölür, dünya yaşar... Ağaçlar ölür, ormanlar yaşar” gibi...
Hürriyet yazarı Ayşe Arman'a konuşan Gülriz Sururi'nin açıklamaları şöyle:
Başınız sağ olsun! Hepimiz çok üzüldük, 56 yıllık aşkınız Engin Cezzar’ı kaybettiniz. Nasıl oldu?
- Teşekkür ederim. Başım sağ ama bu neye yarar bilmiyorum. 1960’tan beri birlikteydik Engin’le. Sadece aşkım değil, her şeyimdi. Diğer yarımı kaybetmiş gibiyim...
Tam olarak nasıl oldu? Hastaneye mi kaldırıldı?
- Engin’in hep bir kalp sorunu vardı. 2000’den beri ameliyatlar, piller-miller, stent’ler. Zorlu bir dönem yaşadı. Derken felç indi, konuşamamaya başladı. Yine de, her şeye rağmen birlikte güzel bir hayat yaşadık. Evet, pek çok zorluk atlattık ama hep hayatı eskisi gibi neşeyle yaşamaya çalışan, dünyanın keyfini çıkarmaya uğraşan insanlardık. Ama Engin inattır, sonunda ilaçlarını almak istemedi.
Neden?
- Öyle. Öteden beri ilaca karşı. Felci de o yüzden geçirdi. Kalp ilaçlarını almak istemediği için. İlaçları, yatakların altından, buzdolaplarından, bilmem nerelerden topluyorduk.
Niye almak istemiyor ilaçlarını?
- Küçüklüğünden beri ilaçlardan hoşlanmıyor. İlaçlardan nefret eden ama evinde tıp kitapları bulunduran ve okuyan bir adam. “Bana bir şey olmaz, ben kuvvetliyim, ben güçlüyüm, ben grip bile olmam!” vardır ya, işte öyle bir tavır içindeydi. O ilaçları almayınca da iyice kötüledi. Ve derken bedeni yoruldu. Benimle artık dışarı bile çıkamaz oldu. Galalara, oyunlara gelmek istemiyordu. Güçtün düştü. En son fizik tedavisini de bıraktı. Önceleri çok mücadele ettim, ama sonunda kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü çok halsizdi. Hep uyumak istiyordu. Yataktan kalkmak istemiyordu. Yavaş yavaş kötü bir döneme girdi...
Yazın Bodrum’da peki?
- Bodrum’u seviyordu. Zaten Bodrum’dan döndükten sonra ‘o dönülmez yola’ girdi. Gerçi Bodrum’da da fizik tedaviye gitmek istemiyordu, ona rağmen zorluyordum, ama İstanbul’da gelince toptan vazgeçti ve tabii yatağa daha çok bağlandı...
Peki hayattan da mı vazgeçti?
- Hayır asla! Tüm bu anlattığım olumsuz tabloya rağmen, hayat doluydu. Neşeliydi.
Ölmek istiyor gibi değil yani...
- Kesinlikle değil! Hayata fevkalade bağlıydı. Ama artık böbrek iflas etmiş, kalp yetmezliği var... Bundan sonra diyalize de girmesi gerekebilirdi, solunum için maske takmak durumunda kalabilirdi. Bütün bunların olabileceğini biliyordu ama yine de ilaçlarını almıyordu. Fakat biz iyiydik, her akşam iki kadeh şarabımızı içiyorduk. Kadehlerimizi tokuşturuyorduk. Çok yakın zamana kadar neşeliydi günlerimiz, gecelerimiz... Mesela her öğle yemeğinden sonra karşılıklı kahve içerek sohbet ediyorduk. Telefonda konuşuyorduk. Kaç kişi şahit olmuştur ve çok şaşırmıştır. Konuşamayan bir adamla telefonda konuşabiliyordum ve her söylediğini anlayabiliyordum. Böyle bir yaşam sürdük...
Çıkardığı seslerden mi anlıyordunuz ne demek istediğini?
- Evet. O seslerden kendince kelimeler yaratıyordu. Bir süre sonra aranızda özel bir dil geliştiriyorsunuz. Tiyatrocu olduğu için, iletişimi kuvvetli biri. Anlıyordum onu, hiçbir sorunumuz yoktu. Zaten anlaşmak için konuşmanız gerekmiyor.
Ve kafası yerindeydi...
- Tabii tabii. Zaten kafası yerinde olmasa birlikte yaşayamazdık ki! Fevkalade yerindeydi. Espri dahi yapıyordu. Aklı hiç gitmedi. Hayata bağlılığından hiç taviz vermedi. Ama bedeni iflas etti...
Peki siz ona “Neden ilaçlarını almıyorsun? Ben bunları neden yatağının altından buluyorum” dediğinizde ne diyordu?
- Engin öyle bir adamdır, kafasının dikine giden. Ama biz de pes etmedik tabii, sonradan ilaçları yemeklere filan karıştırarak vermeye başladık. Bunlara rağmen olmadı. Son olarak kendini iyi hissetmediği için hastaneye kaldırdık. Dönüşü olmayan o yolculuğa çıkacağını hem biliyordum hem bilmiyordum. Kabul etmek istemiyor insan. Üç gün kaldık hastanede. İki gün yoğun bakımda kaldı. Yüzünde maske vardı, artık zor nefes alıyordu. Üçüncü gün gitti...
Ölüm sebebi ne?
- Tüm organları iflas etmiş. Hastaneye giderken bir enfarktüs geçirmiş, ondan 12 gün önce de evde geçirmiş. Kalbinde pil olduğu için o farkında değil, biz de değiliz.
Vedalaşabildiniz mi?
- Evet, tabii. Yanındaydım. Elini tutuyordum. Öptüm ve vedalaştım. Eli, avuçlarımda öldü... Doktor, “Kaybettik” dediğinde, hâlâ elini tutuyordum.
Engin Cezzar’dan en çok ne öğrendiniz?
- Sanatçı olarak kendi kapasitemi. Müthiş bir şey yaptı o bana, en beklenmedik oyunlarda rol verdi. Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken, evet ‘Sokak Kızı İrma’ ile büyük bir üne kavuştum ama biraz aptal sarışın gibiydim. Engin’le başka bir yere sıçradım. Ondan sonraki bütün başarılarım, hepsi Engin’in eseridir. En iyi yönetmenimdi. Uzun yıllar birlikte çalıştık. Son 40 yılı da gece gündüz ayrılmadan yaşadık...
Bu aşk size en çok ne öğretti?
- Birlikte geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık. Büyük mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en başında aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan bir evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte olmaktan keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin gözünün içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an kolluyorsan, onu yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir şey! Bizimki öyleydi.
Ne zaman katıla katıla ağladınız? Kendinizi hep tutuyor musunuz?
- Yok canım. Engin’in hastalığının ilk yıllarında perişandık. Kendimize nasıl bir düzen oturtacağımızı bilmiyorduk. Birkaç kere Engin’le birlikte hüngür hüngür ağladık. Çünkü “Neden ben?” diyordu ve benim ona verecek bir cevabım yoktu...
İnsanlar onu nasıl hatırlasın istersiniz?
- Nasıl hatırlamak istiyorlarsa öyle hatırlayacaklardır. Kimse bunu değiştiremez. Ama görüyorum ki arkadaşları, dostları, izleyicileri onu çok güzel hatırlıyorlar. Bana o kadar güzel şeyler yazıyorlar ki. Müthiş bir isim bırakmış arkasında, çok sevdirmiş kendini. Ama tabii keşke yaşarken bilsek sevdiklerimizin kıymetini, biz ölmeden iyi bir şeyler yazmayı sevmiyoruz birileri için...
Siz ölümden korkuyor musunuz?
- Hiç korkmadım. Birkaç kere de ölümle burun buruna geldim. Gelirse gelir, hoş gelir. Hepimiz öleceğiz. Bunun kaçışı yok...
Engin Cezzar bana hiç ölmezmiş gibi gelen biriydi...
- Bazı insanlar ölünce, ölmüyorlar! Eğer bir şeyler yapmışlarsa, kalıcı oldularsa, onlar ölmez. Engin de onlardan biri...
Ne kadar yalnız hissediyorsunuz kendinizi?
- Yalnızlığımı severim. Zaman zaman yalnız da kalmak isterim. Bazen yatak odama çekiliyorum ya da salonda yalnız çalışıyorum. Ha bir de, yeniden yemek pişirmeye başladım. Hayattaki en sevdiğim varlığı kaybettim diye öyle hüngür hüngür ağlamıyorum. Tabii bazen düğümleniyor filan boğazım, onu da Engin’le geçiriyorum. Ben, doğaya inanıyorum. Çok inanıyorum. “İnsanlar ölür, dünya yaşar... Ağaçlar ölür, ormanlar yaşar” gibi...