Gülen'den Başbakan'a alim müsveddesi cevabı!
Fethullah Gülen: Herkes kendi karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre görmüyor mu? Hepsini bir anda göremeyebilirler. Ama zamanla görecekler. Acele etmeyin
Zaman Gazetesi Yazarı Ahmet Kurucan, bugünkü yazısında Fethullah
Gülen'in sohbetinden bazı detaylar paylaştı.
O sohbette Başbakan Erdoğan'ın isim vermeden kendisine yönelik
"Sahte peygamber, alim müsveddes" sözleri de Gülen'e
hatırlatılmış.
"ALİM MÜSVEDDESİ" CEVABI
"Önemsememek gerek" diyen Fethullah Gülen, "Herkes kendi
karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre görmüyor mu? Hepsini
bir anda göremeyebilirler. Ama zamanla görecekler. Acele etmeyin…”
şeklinde yanıt vermiş.
* "Biz maddi sebepler planında yapılması gerekli olan şeyleri hiç
ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz. Gelecekte kimin
haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler geldiğinde siz de
diyeceksiniz ki; iyi ki katlanmışız bu sıkıntılara. Eğer bunlara
katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap olarak
katlanmayacaktı.”
* "Verdiği şeyler vereceği şeylerin teminatıdır; en inandırıcı
referansıdır. Biraz önce söylediğim o büyük kametlere nispetle
zahmetsiz, meşakkatsiz yaptığımız hizmetlere azmimizi, cehdimizi
katlayıp devam edeceğiz. Üstad’ın aktardığı gibi ‘gemiler sizin
arzusuna, isteklerinize göre seyretmez"
İşte Ahmet Kurucan'ın bugünkü yazısı;
İkindi sonrası. Küçücük salonda herkes kendine bir yer bulmuş. Bir
bardak çay için bile olsa oturacağını tahmin ediyoruz. İstinad
noktamız, hatırı sayılır misafirlerin varlığı. Tahminimiz doğru
çıktı. Herkesi cepheden, yandan görebilecek konumda yerleştirilmiş
koltuğuna oturdu ve başladı sohbete…
Şimdi size 10-15 dakikalık sohbetin en sonuna götürecek ve tekrar
başa döneceğim. Hani bazı filmler vardır, senarist olmadığınız, o
filmi daha önce hiç izlemediğiniz halde sonucu tahmin edersiniz ya;
ben de sohbetin böyle bir sonla biteceğini tahmin ettim. Gözyaşı
ile bitecek dedim içimden. Gidişat onu gösteriyordu. Mantıkî hiçbir
boşluğun olmadığı, akla gelmesi muhtemel sorulara cevapların
verildiği, sorularla muhtevanın derinleştirilmeye çalışıldığı ve
hepsinden önemlisi his ve heyecanın yavaş yavaş zirve yaptığı bu
sohbetin gözyaşları ile biteceğini tahmin etmek bu türlü sohbet
meclislerine âşina olan insanlar için zor olmasa gerekti.
“Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” diye
son cümlelerine başladı ve “cennet” dedi. Sonra cennetin bütün
güzelliklerini tarif ve tavsif etti. Kur’an ayetleri, Hz.
Peygamber’in (sas) beyanları ile temellendirilebilirdi bu tarif ve
tavsifler... Ardından; “İşte, böylesi bir cennete girmek mi yoksa
şu katlandığınız sıkıntıların, yaşadığınız daralmaların onlarca
katına katlanarak insanlığa hak ve hakikati anlatmak mı? Bu uğurda
yaptığınız hizmetlere hiçbir şey olmamış gibi devam etmek mi?” Gür
sesle birisinin “ikincisi” dediğini duyduk hep birlikte. Sesin
geldiği yere kafasını çevirip tasdik makamında başını salladı ve
son cümleyi söyledi: “Sizin hissiyatınızı benim hissiyatımdan daha
dûn görmüyorum ama kendi namıma söyleyeyim; şu sıkıntılı halime
rağmen bunların çok daha fazlasına katlanmaya hazırım.” Kopacaktı
zaten salon, bu cümleler kopmanın başlangıcını teşkil etti.
Hocaefendi ağlaya ağlaya odasına girerken, salonda gözyaşları
Sahibine doğru yola çıkıyordu.
Geriye döneyim şimdi; sohbet Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Perişanım
bugün cânâ perişan olmayan bilmez. Cevahir kadrini cevher fürûşân
olmayan bilmez.” dizeleri ile başladı. “İnsanın böyle ahvâl
karşısında perişan olması biraz imanının seviyesi, biraz
insanlığının derinliği, biraz su-i akıbet endişesi, biraz hüsn-ü
akıbetin neler vaat ettiğini bilmekle olur. Sûfiler gerçek insanî
değerleri üns billah’a bağlamışlar. Zirve seviyesinde bunu temsil
eden peygamberler de insanlar üns billah’a gelmiyorlar diye ölüp
ölüp dirilmişler. Sırasıyla evliya, asfiya, mukarrabîn. Zilliyet
planında bu insanlar duymuş aynı sıkıntıları.” Burada durdu,
çoklarımızın bildiği nice isimler saydı. İmam Rabbani’den Şeyh
Sibgatullah’a, Abdulkadir Geylani’den Muhammed Küfrevi’ye kadar
birçok isim. Sonra cümlelerini şöyle sürdürdü: “Büyük insan yetimi
bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar…” Defalarca dediğim gibi
denge insanı. Sözün tam burasında, “Mutlak manada bunları tezkiyede
bulunmak Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır ama büyük insanlar
bunlar bilebildiğimiz kadarıyla.” dedi.
Benim burada dikkatimi çeken şey iman ve üns billah münasebeti
oldu. Şuara ve Kehf surelerinde hemen hemen aynı mealde iki ayetle
anlatılan bu hakikati biz hep muhataplarının iman etmesi olarak
anlıyorduk. Daha doğrusu ben öyle anlıyordum. Dolayısıyla
Efendimiz’in (sas) iman etmeyenler ekseninde böylesi bir sıkıntı
içine girdiğini ve Kur’an’ın, “Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek
sen onların ardına düşüp nerdeyse kendini helak edeceksin.”
ayetiyle onu tebcil ve takdir ettiğini düşünüyordum. Doğru, bu
anlamada bir problem yok ama üns billah dediğinizde ötesini de
görüyorsunuz; o da iman edenlerin imanda seviye kat’ etmemeleri de
aynı ölçüde olmasa bile Efendimiz’i (sas) dilgîr etmiş. Bir anahtar
hüviyetinde olan bu yaklaşımı merkeze alırsanız, bunu destekleyecek
onlarca, yüzlerce hadise bulmak mümkün Efendimiz’in (sas)
hayatında. Tafsilatı müstakil bir yazı konusu olan bu hususu
şimdilik bir kenara bırakıp sohbete dönelim.
Tahmin edeceğiniz gibi sözün bundan sonraki akışında başta
peygamberler olmak üzere günümüze kadar uzayan büyüklerin din-iman
uğrunda çektikleri sıkıntıları anlattı. Oldukça uzun süren bu
bölümden sonra dedi ki: “Onların çektikleri ile bizimkiler mukayese
bile edilmez. Biz maddi sebepler planında yapılması gerekli olan
şeyleri hiç ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz.
Gelecekte kimin haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler
geldiğinde siz de diyeceksiniz ki; iyi ki katlanmışız bu
sıkıntılara. Eğer bunlara katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap
olarak katlanmayacaktı.”
Önemli bir cümle bu. Kehanet değil, dünden hareketle bugünü,
bugünden hareketle yarını görmenin ifadesi. Allah’a, O’nun sonsuz
lütuf ve ihsanlarına halis bir iman ve itminanın göstergesi. Artık
siyasî literatürümüze de giren cümleyle “abdestinden ve namazından
emin oluşun” tezahürü. Nitekim devamında söylediği şu cümleler bu
yorumlara haklılık kazandırıyor: “Verdiği şeyler vereceği şeylerin
teminatıdır; en inandırıcı referansıdır. Biraz önce söylediğim o
büyük kametlere nispetle zahmetsiz, meşakkatsiz yaptığımız
hizmetlere azmimizi, cehdimizi katlayıp devam edeceğiz. Üstad’ın
aktardığı gibi ‘gemiler sizin arzusuna, isteklerinize göre
seyretmez.’”
Birisinin hatırlatması ile şahsen tekrarından benim utandığım
“sahte veli, yalancı peygamber, âlim müsveddesi…” gibi sözler
devreye girdi. Cümleyi bitirmesine imkân vermedi. “Önemsememek
lazım. Herkes kendi karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre
görmüyor mu? Hepsini bir anda göremeyebilirler. Ama zamanla
görecekler. Acele etmeyin…”
“Dua vakti geldi, abdest tazeleyecek olanlar tazelesin.” dedi ama
kimse yerinden ayrılmadı. Bir mahzuniyet çökmüştü herkesin üzerine.
Hakaret kelimesinin hafif kaldığı son sözlerin hatırlatılması ayrı
bir havanın esmesine sebebiyet verdi her nedense. Huzurun
insibağına boyanmış simalar, meltem misali esen rüzgârdan istifade
eden gönüller bu mahzun ortamda teselli ve tesliye babında bir
şeyler demek istiyordu. Fakat mehabetin araya koyduğu mesafeyi,
huzurda bulunmanın lazım-ı gayr-ı müfârıkı olan saygının eşiğini
aşıp kimse de bir şey diyemedi. Hocaefendi gibi mütecessis bir
insanın bunu görmemesi, duymaması, hissetmemesi mümkün değildi.
Bana sorarsanız; gördü, duydu ve hissetti ki yazının başlangıcında
söylediğim “Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum
ki…” cümleleri ile yeniden söze başladı. Gerisini biliyorsunuz.
Farklıydı bugün burası. Farkı fark etmek için “fark” makamında
olmaya gerek yoktu. Hele hele Faruk olmaya hiç ihtiyaç yoktu.
Allah’a şükür, tasavvuf erbabının dediği gibi “Cem’den sükût,
fark’ta sübût” noktasını yakalamış, “cemâl ile celâl’i bir bilip
kemâl’in mazhariyetine ermiş” bir mürşid-i kâmil vardı ve onun
gönüllere akan beyanları muvakkaten de olsa muhataplarını oralara
çıkarıyordu. Hamd O’na, minnet O’na, şükran O’na (cc)…