GODİVA'YI SATIN ALMADAN ÖNCE HOCAYA SORDUK! MURAT ÜLKER BİLİNMEYENLERİ ANLATTI!
Zaman Gazetesi'nden Nuriye Akman'a röportaj veren Ülker'in patronu Murat Ülker bugüne kadar üstü açılmamış pek çok konuya açıklama getirdi.
Murat Ülker, ilk kez 28 Şubat’ta yaşadıklarından TÜSİAD’ın
Başbakan’la çatışmasına, Çamlıca’da yapılacak camiden avcılık ve
araba yarışı merakına, babasıyla ilişkilerden, eşiyle nasıl
tanıştığına kadar pek çok bilinmeyeni Zaman gazetesinden
Nuriye Akman’a anlattı.İşte o röportaj...
MARKAMIZ SOYADIMIZ OLDU
-Sülalenizin adı eskiden "Devlet"miş. Onu soyadı olarak
alamamışsınız, vermemişler. Sonradan markanızı soyadı olarak
almışsınız. Ülker adı nereden geliyor?
-Yılmaz Özdil bunu bir yazısında çok güzel anlattı. 40’ların
ortası, II. Dünya Harbi’nin bitişi. Dedemin adı Hacı İslam.
Herhalde o şekilde soyadı tescil etmezler. Hacı İslam Devlet diye
isim olur mu? Devlet de herhalde Kanuni’nin şiirinde geçen, "Olmaya
cihanda devlet, bir nefes sıhhat gibi" anlamında. Çünkü soyumuzda
devlet yok bizim. Kırım’dan geldiklerinde soyad olarak ne koyalım
diye düşünmüşler. Pasaportla gelmişler çünkü. Nüfus kâğıtları yok.
O zaman Atatürk sağ, İsmet İnönü başbakan. Ve Türkiye’de "Sovyet
dostlarımız" diye bir söylem var. İsmet İnönü Kırım’a gidiyor bir
ziyaret için. Kırım reisi cumhuru Mehmet’le görüşüyor. Mehmet bizim
köyde ayakkabı tamircisi, Kırım’a reisi cumhur olmuş. İnönü gidince
oraya, herhalde bizim ailenin lafı geçmiş. Dedem demiş ki o zaman,
biz orada ne çektik, ne gördük, kimseye bir şey anlatamayız. Burada
böyle bir politika var. Sovyet dostlarımız deniyor. Ve Kırım reisi
cumhurunun ayakkabı tamircisi olduğunu söylemek ters olur. O yüzden
konuşmamış. Dede üniversite mezunu adam. Türkiye’de öğretmenmiş.
Ama tekrar dönüp geldiğinde alfabe değişmiş. O da bilmiyormuş yeni
yazıyı. Sözlüklerden bakmışlar, yine Müslümanca bir isim olsun diye
ışıktır, nurdur filan. Bunları söylesek kabul etmezler. Çünkü nüfus
memuru o zaman ne isterse onu yazıyor. "Berk" adını bulmuşlar, yani
şimşek. Nüfus memuru "Berksen" diye yazmış.
-Bir süre Berksen olarak gidiyorsunuz.
-Uzun yıllar geçiyor. Bir gün bir iş yapalım diyorlar, bir
imalathane alıyorlar. Oraya bir isim koymak lazım. Yılmaz Özdil’in
de bilmediğini anlatayım size. Orayı alınca bakıyorlar, "Üçyıldız
Bisküvileri" yazıyor tabelada. Nohutçuhan’da bu imalathane.
Samanpazarı’nda, şimdi İTO’nun olduğu yer. O zaman bir adam çıkar,
Üçyıldız’ı, Ülker diye değiştirir. Tabelanın üzerinden yapıyorlar
bu değişikliği masraf çıkmasın diye. Ülker nereden geliyor onu
bilmiyoruz. Diyorlar ki komşunun çocuğu vardı, herkes çok severdi
Ülker Ülker diye. Başka birisi diyor çok meşhur bir roman vardı,
Ülker Fırtınası diye, herkes okurdu. Babam da onu okuyup etkilenmiş
olabilir. Ama kimse doğrusunu bilmiyor.
-Tabelaya Ülker yazma talimatını babanız mı
vermiş?
-Amcam ile ortak olduklarına göre muhtemelen beraber koymuşlar.
Annem acaba Berksen miydi evlenirken, Ülker mi? Annemin evlilik
cüzdanında Ülker yazıyor. Annemler 1949’da evlenmişler. 1944’lerde
Ülker kurulmuş. Arada bir yerde Ülker olmuş. Niye böyle olmuş?
Babam diyor ki, müşteriler sipariş veriyorlar, mektup yazıyorlar
’Sabri Ülker’ diye. Çünkü herkesin ismi, markası olmuş diyor. Bizi
de öyle sanıyorlar. Hatta yabancılar bile Mr. Ülker diyor. Öyle
olunca biz de dedik ki bu Berksen bizim ismimiz değil. Kendi
ismimizi de koyacak halimiz yok. O zaman biz de bunu herkesin
bildiği, kendiliğinden oluşmuş isme çevirelim. Dedemin mezar
taşında İslamefendi yazar. Berksen de yazmaz. Amcamın mezar taşında
Asım Ülker, babamınkinde Sabri Ülker yazar.
EMELLERİMİN KÖLESİYİM
-Ülker’den Türkiye’nin beşinci büyük firması diye söz
ediliyor.
-Olamaz, çünkü devlet hala ekonominin içinde. Koca koca KİT’leri
var. Onlardan üç beş tane koyunca hepimizi geçer.
-Rakamlar büyük ama... 300 marka. 30 bin çalışan, 85 ülkeye
ihracat, 9’u yurtdışında 55 fabrika. Sonuç olarak çok büyük bir
işgücünden bahsediyoruz. Kendinizi kral gibi mi hissediyorsunuz,
yoksa varlıklarınızın kölesi gibi mi?
-Kendimi köle gibi değil, aciz hissediyorum.
-Acizseniz, kraldan çok köleye yakın duruyorsunuz
demektir.
-Varlıklarımın kölesi değil ama. Emellerimin kölesi.
-Hangi emellerinizin?
-Kader... İnsanların hep bir tutkusu vardır. Şöyle olaydı, böyle
olaydı, şöyle yapaydım diye geçer hayatı. Leyleğin ömrü nasıl
laklakla geçiyor, bizimki de öyle koşuşturmayla geçiyor işte.
-Koşabilmenin özgürlük değil, kölelik olduğunu
düşünüyorsunuz, öyle mi?
-Öyle öyle. Özgür olsam şimdi bu saatte siz niye burada
duracaksınız, ben niye burada duracağım. Daha manzaralı, başka bir
yerde otururduk boğaza karşı filan.
-Özgürlük belki de insanın kaderine
teslimiyetidir.
-Siz teslim olmasanız ne olacak ki zaten, ne olacaksa o olacak.
Araplar ’vuku bulanda hayır var’ derler. Türkler ’Mevlam neylerse
güzel eyler’ diyor.
ANNEM ÖLDÜKTEN SONRA SOĞUK SU İÇMEYE BAŞLADIM
-Geçtiğimiz ay Kapadokya gezisinde babanızın vefatından
sonra ne hissettiğinizi sorduğumda "büyüdüm" demiştiniz. Büyümek
özgür kalmak anlamında mı?
-Yok. Rahmetli annem hepimizi çok düşünürdü. Bizi bizden çok
düşünürdü, babam dâhil. Hatta babam bazen "Ne olur üstümüze bir şey
giyelim" derdi. Niye? Annem "Ben üşüyorum" derdi, herkes giyinirdi.
Annem "Bana sıcak geldi" derdi, hepimiz soyunurduk. Annem öldükten
sonra ben soğuk su içmeye başladım. Ellisinden sonra.
-Çok güzel. Baba ölünce?
-Babamın bana yasakladığı bir şey yoktu aslında. Şunu yapma, bunu
yapma demezdi. Vaktinde yap derdi. Yapmayınca da bir şey
olmazdı.
-Siz babanızın sağlığındayken holdingin başına geçtiğinizde
büyümediniz mi aslında?
-Biz hiçbir zaman babamız yokmuş gibi davranmadık. Caiz olmaz. Adam
orada duruyor, adamın malı. Zaten bizim töremize göre de oğlanın
malı babasınındır.
-Hiç babanızla rekabet ettiniz mi?
-Ben rekabetçi, hırslı bir insan değilim. Mesela okulda kurtarma
yazılıları olurdu. Derlerdi buna gir, şu kadar da not alırsın,
ortalaman yükselir. Ben çalışırdım. Girmeden de bakardım,
arkadaşlara sorardım. Onlar bana sorardı. Aa bunları biliyorum. Ne
sorulabilir, şunlar gelebilir. Onların da cevabını biliyorum.
Tamam, öğrenmişim ben bu işi derdim, girmezdim.
-Baba ile oğul ilişkisi farklı. Bir de aynı işkolunda. Tüm
yatırımını size yapıyor. Bir oğlan çocuğu ölmüş. Siz varsınız
ortada.
-Ben onu hissetmedim hiçbir zaman. Babam benim arkadaşım gibiydi.
Üniversite imtihanına son on beş gün çalıştığımı hatırlıyorum. O
son günlerde babam bana "Artık çalışma, dinlen, ama araba da
kullanma. Birisi sana çarpsa bir ihtilaf çıksa geceyi karakolda
geçirirsin. Ertesi gün imtihana bile gidemezsin" dedi. Ne yapalım
peki? "Ben seni alayım" dedi. Benim şoförlüğümü yaptı.
Sarayburnu’na gittik, park, bahçe gezdik. Biraz rahatladım, kafam
dağıldı. Belki üniversite imtihanına bile götürmüştür,
hatırlamıyorum.
-Sonradan babanız ile sizi kıyas ettiler
mi?
-Ettilerse de bana demediler bir şey.
-Babanızla her konuda aynı görüşte miydiniz?
-Yoo, aynı görüşte olmadığımız çoktur. Mesela babam bana hep "önce
sus, dinle. Çok konuşuyorsun, dinlemeden konuşuyorsun. Yaptığın
işleri anlatmıyorsun bana. Gel anlat, şunları izah et" derdi.
-İş yapma tarzınız bakımından büyük çatışmalar
yaşamamışsınızdır.
-Babam bana "yavaş" derdi. "Çok yatırım yapma. İşleri çoğaltma.
Adam bulamazsın" derdi. Hepsinde de haklıydı. Ama yaptık.
-Ama siz haklı çıktınız. Sonuçlar iyi oldu.
-Bilmem ki. Yapmasaydık belki daha rahat olurdu. Gerçi rahat da
batar adama. Bir fabrikayı alacaktık. Rusya’da Bolşevik adlı
fabrikayı. İhtilalden sonra özel fabrikayı alıp devletleştirip
Bolşevik yapmışlar. O satılıyor.
-Yıl kaç?
-Belki beş yıl önce. Halen duruyor fabrika. Onu bir Avrupalı ile
alacaktık. Büyük bir ortaklık işiydi.Sabri Bey’e bilgi vereyim
dedim. Belki hoşuna da gider, ironik bir şey. Anlattım. Bir
taraftan da endişe ediyorum, diyecek ki niye bu kadar
dağıtıyorsunuz. "Dağıtma peynirleri" derdi annem bana.
-Paraları saçma anlamında mı?
-Herhalde, ne bileyim. Onları söyleyince böyle baktı bana. Dedi ki,
"Bekleniyordu zaten."
-Nasıl yani? Bolşevik fabrikasını sizin almanız mı
bekleniyordu, sizin böyle saçmanız mı?
-Anlaşılmadı. Hiçbir şey demedi. Siz de kalkıp sorar mısınız sen ne
diyorsun, denmez.
-Niye denmez?
-Töre töre. Ayıp, adam üzülür. İnsan babasını üzer mi?
-Ben olsam "Baba ne demek istiyorsun" diye
sorarım.
-Hiç öyle bir şey demem. Ben çocuklarıma bile demiyorum ne demek
istiyorsun diye.
EVLİLİK YAZI TURA ATMAK GİBİ
-Evliliğiniz aşkın mı, mantığın mı üzerine
kurulu?
-Çok uzakta kaldı ya. 35 yıllık evliyim... Biz birbirimizi severiz.
Aşk fedakârlıksa çok var.
-Sizin yaptığınız en önemli fedakârlık ne?
-Reklamlara girmeyelim de şöyle yapalım. Mesela ben evlendim,
hanımla biz bir yere gitmedik.
-Evet, balayına gitmemişsiniz, anneleri
göndermişsiniz.
-Onlar yorulmuşlardı çok. Ben hanıma şunu dedim. Gideceğiz bir
yere, balayı diyorlar. Bir sürü patırtı, yorgunluk. İstanbul kadar
güzel yer yok. Oturalım burada. Bundan sonra gittiğimiz her seyahat
balayı olsun dedim. Onun için biz şimdi hanımla nereye gitsek
balayı gibi gideriz.
-Arkadaşlık ederek mi evlendiniz?
-Arkadaşlık etmeye vaktim olmadı. İki ay nişanlı kaldım. Çünkü
arada seyahatim vardı, gittim geldim evlendim.
-Eşinizi ilk kez nerede gördünüz?
-Fındıkzade’de İngilizce dershanesi vardı, orada gördüm.
-Birisi mi bak şurada böyle bir kız var dedi?
-Birisi tavsiye etti. Bizim hanımın dikiş hocası, ablamın
arkadaşıydı.
-Gittiniz, gördünüz. Görür görmez de işte benim eşim olacak
kadın mı dediniz?
-Evet.
-Nasıl oluyor bu?
-Yazı tura atmak gibi. Hayat da elli- elli değil mi? Ya yaşarsın,
ya ölürsün. Görürsün, ya seversin, ya sevmezsin. Ya evlenirsin ya
evlenmezsin. Her şey elli-elli.
-Bu kadar matematiksel misiniz? Yoksa saklamaya mı
çalışıyorsunuz duygularınızı?
-Yapım öyle. O kadar tarif edebiliyorum. Sonra da görüştük tabii. O
sormuş zaten birilerine. Aman o adam mı, İllallah demişler. Kötü de
bir referans almış.
GODİVA’YI ALIRKEN DİNİ GÖRÜŞ ALDIM
-Godiva’ya neden helal sertifikası aldınız?
-Bana sordular. Dediler ki, biz Türkiye’ye de satıyoruz, başka
İslam ülkelerine de satıyoruz. Sen Müslümansın, nasıl olması lazım
bunun? Ben biliyorum ama söylemem dedim. Benim işim bu değil. Gidin
bunu helal sertifikası veren bir yerden öğrenin. Ona göre
formüllerinizi düzeltin. Öyle yaptık. Koşer sertifikamız da var
mesela.
-Godiva için mi, bütün ürünler için mi?
-Buradakiler için de var. şöyle. Bu Koşer ve Helal sertifikaları
yurtdışında Türkiye’deki gibi değil. Tek tek ürüne verilir. Burada
markaya veriyorlar. Markaya olmaz sertifika.
-Bu helal sertifikası likörlü çikolatayı da kapsıyor
mu?
-Yok ona nasıl versinler ki. Likörden kastınız alkolse.
-Üretiyor ama Godiva değil mi? Bundan
vazgeçmedi.
-Seyrek. Bazı çeşitlerimiz var, bazı Türkiye dışında bazı ülkeler
için yapıyoruz. Amerika’da mesela bazı eyaletlerde alkollü çikolata
imalatı ve satması yasaktır. Onun için çok tradisyonel bazı
çeşitler var. Onlarda kullanılıyor. Ama geçen mesela sunum vardı.
İşte Belçikalı ustalar geliyorlar. Manhattan’da bizim ofis var.
Orada adam yeni çeşitlerini tanıtıyor. Esas bana gösteriyor tabii.
Yönetim kurulu da karşımda. Bana da tattırıyor. Dedi bunlar
şampanyalı. Karşıdan millet kaşını kaldırıyor, bilmem ne yapıyor.
Adam yine anlatıyor. Dur bakalım ne olacak diye bekliyorum. Sonra
sordu o kaşını kaldırana. Niye öyle yaptınız? Dedi adam Müslümanım.
Helal mi? Dedi şampanyalısı helal proof dedi. İlk defa öyle söz
duydum. Nasıl oluyor helal proof? Şöyle. Şampanyadaki lezzeti,
aromayı verecek, onu aynı şekilde sizi kandıracak taklit bir
aromayı koyuyor içine. Şampanyalı oluyor ama şampanya koymadan
oluyor.
-Godiva’dan evvel Ülker’in hiçbir ürününde likör yoktu.
Godiva ile birlikte böyle bir şey de katılmış oldu ürünlerinizin
içine. İnanç dünyasında ne değişti?
-İnanç dünyasında bir değişiklik yok. İnançlı bir insanın inancı
bunu koymamayı gerektirir. Ama zaten ticari de değil.
İstatistiklere göre, Türkiye’de bir dükkanda içki satılıyor diye
ben buradan alışveriş etmem diyen bir yüzde kırk var. Bir dükkanda
içki satılmıyorsa ben niye oraya gideyim diyen yüzde sekiz. Siz
yüzde sekizİ kazanabilirsiniz ama yüzde kırkı kaybedebilirsiniz.
Ticari düşünürseniz içki satmazsınız. Bir de bunun yanına içkili
çikolata yap, al başına belayı. Bunu Türkiye’de başka yapan da yok.
Bu bir talep meselesi. Belçika’da yapmışlar bir pazarlama faciası.
Kutunun arkasında dikkat diyor, bu kutuda alkol vardır. Hamile
kadınlar yiyemez. Yerseniz araba kullanırken dikkat edin. Alkol
dikkatinizi dağıtır bilmem ne. Ya dedim böyle çikolata kutusu olur
mu? Bir öldürür demediği kalmış.
-Peki az da olsa likörlü çikolata satmakta bir sakınca
görmüyoruz noktasında mısınız?
-Hayır, o noktada değilim. Ben Müslüman bir adamım.
-Ama satıyorsunuz.
-Müslümanlığın bana müsaade ettiği şeyleri yapıyorum.
-Dediniz ya az da olsa var diye
-O sizin Müslümanlığınız, kitapta yazan Müslümanlık öyle değil.
-Ben anlamak için soruyorum.
-O zaman hocaya sormanız lazım.
-Az olunca satılır mı deniyor?
-Öyle denmez. Onun çok özel bir izahı var. Ben onu size yapamam.
Çünkü teknik bir izah. Onu hocaya sormak lazım.
-Siz hocadan aldınız mı öyle bir şey?
-Biz öyle çalışırız.
-Diyanetten mi aldınız?
-Yoo.
-Peki sorunuz neydi? Bizim ürünlerimizin küçük bir bölümü
böyle böyle olabilir mi şeklinde mi?
-Hayır öyle sormadım. Olanı anlattım. Ben nerede ne yapıyorum,
dünyada ne yapıyorum, nasıl çalışıyorum. Onlar da şunu
yapabilirsin, bunu yapamazsın dediler. Hatta Godiva’yı almadan bunu
sordum.
-Likörlü olabilir mi dediler?
-Öyle demediler. Onu yine onlara sorup onlardan cevabı almak lazım.
Başkasının adına konuşursam yanlış olur. Ona sorarsınız.
-Ama sormuşsunuz. Ne cevap verdiler?
-Godiva böyle çalışabilir dediler.
-Diyen kim? Bir hoca. Ama adını vermiyorsunuz.
COLA TURKA, PEPSİ’NİN GERİSİNE DÜŞTÜ
-Cola Turka’ya geçelim. 2003’te piyasaya gayet agresif bir
biçimde girdiniz. Şimdi reklamı bile yok. Neden?
-Reklam parayla.
-Para mı bitti?
-Yo yo. Ne kadar satıldığını gördük. Reklam yapmadan da o kadar
satılıyor. Para harcamıyoruz.
-Birinci Coca Cola, ikinci Cola Turka, üçüncü Pepsi
idi.
-Üçüncü olduk şimdi. Pepsi ile yer değiştirmiş olduk. Çünkü global
olarak Pepsi o kadar büyük yatırım yapıyor ki. Kola işinin şu
zorluğu var. Muhtar Kent Türk, çok başarılı. Sağ olsun, Allah
muvaffak etsin. İftihar da ediyoruz. Arada görüşüyoruz da. Şimdi
Coca Cola bir Türk firması gibi oldu.
-Niye? Sırf başında bir Türk var diye mi?
-Biz Türkler öyle hissediyoruz.
-Kandırıyor Türkler kendilerini.
-Canım hoşlarına öyle gidiyor.
-Global bir dünyada bir sürü firmanın başında Türk
olabilir.
-Ama yok. Bir tane var. Coca Cola bunu yapınca Türkiye’de bir
avantaj oldu. Fakat Pepsi Cola için bir dezavantaj oldu. Pepsi Cola
da Türkiye’deki varlığını geri almaya çalışıyor. Niye? Türkiye’yi
kaybettikçe Ortadoğu’yu kaybetti. Ortadoğu’da Coca Cola yoktu,
Pepsi Cola vardı yakın zamana kadar. Orada büyük bir savaş var
aralarında. Türkiye’de aşağıya düşmesi Pepsi Cola açısından zor. O
da uğraşıyor kendi yerine çıkmak için. Arada olan bize oluyor. Bu
kadar gürültü patırtının arasında biz dayak yiyoruz.
-Coca Cola’nın içindeki boya maddesinin kanserojen olduğu
açıklandı. Amerika kendi sınırları içinde bunu bir miktar
düşürdü.
-Boya maddesi değil, karamel maddesi. Karameli boya için kullanıyor
bazıları.
-Ama biz Türkiye’de hala zararlı olan haliyle
içiyoruz.
-Ben bilmiyorum diyeyim. Rakibe ne diyeyim şimdi?
-Cola Turka’nın içinde de o maddeden var mı?
-Yok. Çünkü bunun formülünü biz kendimiz yapıyoruz. Maddeleri de
dışarıdan kendimiz ithal ediyoruz. Onun için bunu araştırdık biz
vakti zamanında. Hatta alkol var mı yok mu diye bir sürü patırtı
çıktı. Bunların hiçbiri bizde yok. Ötekinde var demiyorum.
Bizimkinde yok. Kendim de içiyorum, nasıl olsun?
-Bana göre kola türü içeceklerin hepsi
zararlı.
-Niye?
-Şeker var, asit var.
-Canım gereksiz şey o kadar çok ki.
BANA HAİNLİK EDENİ ÇEVİK PAŞA İFŞA ETTİ
-Güneş Taner geçenlerde Mecliste darbeleri araştırma
komisyonuna 28 Şubat döneminde Ülker grubuyla ilgili çok enteresan
bir hikaye anlattı.
-Basketbol takımıyla ilgili. Orhan var bizim enişte. Güneş Taner ne
söylüyor diyor bana. Bilmiyorum dedim, seninle arasında geçti. Sen
başkandın kulüpte.
-O dönem Ülker grubuna teşvik vermiyor asker. Sonuçta
basket Ülker’in basket maçında insanların eline Türk bayrağı
vererek sizin ne kadar vatanperver olduğunuz kanıtlanıyor ve yasak
delinmiş oluyor.
-Önce şunu söyleyeyim. Geçmişe değil ileriye bakmak lazım. Ben
işimde de, politikalarda da her zaman yarın ne olur, ben ne
yapabilirim, nasıl muvaffak olabilirim ona bakıyorum. Burada geçen
bir hadiseyi anlatayım. Bu odadaydık. Bir bayram öncesiydi.
-28 şubat dönemi mi?
-Evet. Bizde adettir, bayram kolisi yaparız. Hâlâ da yaparız.
İşçilere de dağıtırız. Arkadaşlara da veya iş yaptığımız insanlara
da göndeririz. Bayram kolilerini dağıtmanın çok etkili bir jest
olduğunu, mutlu bir an olduğunu da biliyoruz. Biz tabii askeri
erkâna da gönderiyoruz.
-Çevik Bir’e mi gönderdiniz koliyi?
-Paşaların hepsine gönderdik. Götüren adam döndü geldi, suratı asık
böyle. Efendim, almadılar dedi. Hiçbir yerden hediye almıyorlarmış.
Çevik Paşa size bir mektup gönderdi dedi. Açtım zarfı. İçinde kendi
el yazısıyla yazmış. "Hediyeyi alamıyoruz, karargâhta böyle bir
kararımız var. Yalnız yanındaki adamlara dikkat edin" diyor.
Altında bir mektup daha. Açtım bizim paketleri götüren adam yazmış.
Beş dakikada telaşla karalanmış bir yazı. Bizim kolilerle beraber
onu da vermiş Çevik Paşa’ya. Paşam diyor, ben bunların yanındayım,
bunlar şöyle kötü adamlar, böyleler, zart zurt. İhbar mektubu.
Adamı çağırdım birkaç gün sonra. Bir dilekçe yazdırdım. İki mektubu
yan yana koydurdum. Aynı yazı. Adamın yüzü bile kızarmadı.
Gönderdim adamı.
-Ne dediniz?
-Biz hırsıza hırsız, kötüye kötü demeyiz. Dersen bir kere yüzgöz
olursun. İkincisi sen de kötü olursun. Geride kalana aman o kötü
örnekti, siz iyi olun deriz. Bana hainlik yapan bir adam varmış.
Çevik Paşa bana onu ifşa etti diye memnun oldum. 28 Şubat’ta
Genelkurmay başkanı kimdi?
-28 Şubat’ta İsmail Hakkı Karadayı.
-Onun sınıf arkadaşı, onun damadı filan biz arkadaştık. Onlar
dediler ki ya Çevik Paşa ile bir görüşsene. Görüşeyim dedim.
ÇEVİK BİR’İN MUSKASI
-Ne diye? Anlat kendini. Biz iyi insanlarız diye
mi?
-Evet. Biz seni tanıyoruz yani dediler. Nereden çıkıyor bu işler
filan. Peki görüşelim. Bir otele gittik. Şehrin içinde butik bir
otel. Paşa da geldi oraya. Baktı bana, "Murat sen misin?" dedi.
Evet benim. Dedi "Sen o musun?" Dedim ya benim. "Sen hep böyle mi
geziyorsun?"
-Sarıkla mı gezeceğinizi düşünmüş?
-Bilmiyorum. Herhalde öyle bir zehaba kapıldı. Paşa dedi ki, "Ya
ben çok inançlı biriyim, öyle bir şey yok. Biz yaptığınız işleri
takdir ediyoruz." Şudur budur. Peki paşam. "Ayrıca bak ben de
Müslümanım" dedi. Çıkardı cebinden bir muska. "Ben bunu cebime
koymadan çıkmam dışarı" dedi. Dedim benim batıl inançlarım yok,
böyle şeylere inanmam.
TEŞVİK YASAĞINI GÜNEŞ TANER DEĞİL HÜSAMETTİN ÖZKAN
ÇÖZDÜ
-O dönemde başka neler yapmak zorunda
kaldınız?
-Ben size teşvik hikâyesinin aslını anlatayım. Konuşulduğu gibi
Güneş Taner çözmüş filan öyle bir şey yok. Onlar da yapmışlardır,
Orhan Bey’le konuşmuşlardır, etmişlerdir. Ama işin aslı şu. Bizim
yabancılarla ortak bir tesisimiz var. Yatırım yapılıyor. Teşvik
belgesi revize edilecek, makineler gelecek. Teşvik belgesi
Ankara’ya gitti gelmiyor. Normalde hemen gönderirler. Yok.
Yabancılar soruyor, adamlar makine gönderecek, yatırım yapılacak.
Adam nezle olmuş dedim. Üç dört ay sürdü nezle. Gülmeye başladı
yabancılar artık. Bunun üzerine sıkıştırdım.
-Nereden gelecek teşvik belgesi, Hazine’den
mi?
-Normal belge Teşvik Uygulama’ya gidiyor, vize olup geliyor.
Standart bir uygulama. Bizimki gelmiyor, belge kayıp. Adam
gönderiyorum, baksın diye. Diyor ki, "Bilmem ne hanımı gördüm.
Çantasından beni görür görmez Ülker çıkardı. Bak bende problem yok
diyor" Memleketin hali bir acayip o zaman. Böyle bir kim vurduya
gidiyor iş. En sonunda sıkıştırınca belge geldi. Postaya vermişler.
Normalde vermezler postaya. Aldım, baktım, belgede hiçbir şey
yazmıyor.
-Nasıl yani?
-Mühür var, imzalar var, yazı kısmı boş. Şüphelendim, belgeyi
çevirdim güneşe. Yazıyor. Yani birisi almış vize yazısını
daksillemiş. Bunu kim yapmış? O mührü atan, damgayı vuran adamların
bunu yapması söz konusu değil. Adamların imzası var zaten altında.
Orada belgeyi postaya veren memurlardan birisi daksillemiş vermiş
ki çok büyük cesaret. Bunu ilk defa size söylüyorum. Netice ben bu
belgeyi aldım, hemen Hüsamettin Özkan’a gittim, başbakan
yardımcısı. Hüsamettin Bey böyle bir şey var, bu bir rezalet. Bunu
yabancı ortak duysa dedim, memleketin itibarı ne olur. Mühür, imza
var, memur daksilliyor. Anladım dedi. hemen düzelttiler, verdiler.
Teşvik hikayesi de budur.
-O bayrak mayrak meselesi...
-Benim işim değil. Ben Ülkerspor’un başkanlığını bir yıl yaptım.
Onda da şampiyon oldum çok şükür. Bayrak mayrak bilmiyorum. Ama
bayrak olsa ben her yere asarım. Teşvik hikâyesi bu. Başka teşvik
hikâyesi yok.
BAKKAL AMCAYI KÜSTÜREMEM DEDİM
-28 Şubat döneminde TSK bağlantılı birçok vakfa para
aktarmak zorunda kalmanız ödediğiniz bedellerden biri
miydi?
-Yo, bir kere ben sormuştum. Bu işin önderlerinden bir Paşaya,
şimdi de konuşan, fikir zerk eden... İsmini boşver. Bana dedim
haber gönderildi Ülker de bir şey yapsın. Memlekette kimin yanında
olduğunu göstersin filan. Dedim ne yapabiliriz? Mesela dediler ilan
verseniz.
Peki yaparım ama şöyle bir şey var. Ben 150 bin tane bakkala
gidiyorum, mal dağıtıyorum. Siz bakkalları tanıyorsunuz. Benim
işimin hacmini biliyorsunuz. Bu ilanı versem, 28 Şubat’ı
desteklesem bakkal amca küsmez mi dedim. Çünkü onlar da biliyorlar
ki halkın çoğunluğu demokrasiden, özgürlükten yana. Ben de bir
ticari firma olarak böyle bir şey yaparsam ticaretim zarar görür.
Bakkal amca bana küsmez mi? Haa dediler, biz bunu görüşelim
dediler. Bir hafta sonra dediler ki sen doğrusunu yapıyorsun,
bakkal amcayı küstürme dediler.
-Para yatır şu vakfa demediler mi?
-Yok ya, kimse öyle bir şey istemedi. Sabri Bey’in kendisi dedi.
"Oğlum biz zekât veriyoruz. Ben çok üzülüyorum, Güneydoğu’da
çocuklar kolsuz bacaksız kalıyorlar. Bunlara bir protez falan
yapsak, böyle bir şey bulsak, onlara yardımcı olsak. Genç çocuklar,
bunların hayatları, nasıl devam edecek?" dedi. Peki, bakayım ben
dedim. Gittim Milli Savunma Bakanlığı’na. İsmet Sezgin’den randevu
aldım. Konuştum, anlattım. Dedim İsmet abi böyle böyle. Sabri
Bey’in böyle bir arzusu var. Tamam, ben konuşayım paşalarla dedi.
Bir rehabilitasyon merkezi kuruluyormuş. O zaman iyi bir para
verdik. Hatta Milli Savunma Bakanlığı’na çağırdılar beni. Çeki ben
götürdüm. Orada bir seremoni yaptılar. Paşalar geldiler. Ama Sabri
Bey bana tembih ettiği için, İsmet abi dedim bu verdiğimiz para
Sabri Bey’in zekâtıdır. Ona göre, böyle bir işe harcayacaksınız
dedim. Biz Müslüman değil miyiz biliyoruz zekâtın ne olduğunu
dedi.
BENİM MALLARIM PAHALI ORDU KANTİNİNE GİREMEZ
-O dönemde yönetim kurullarınızda paşalar yer aldı
mı?
-Yok, kimse öyle bir şey istemedi. Kimse şuraya bağış yapın demedi.
Kimse şu yönetim kuruluna şu paşayı alın demedi. Bunları yazanlar,
çizenler ya kendi gölgesinden korkanlar yahut da diğerlerini
korkutmak için yazanlar. Böyle bir şey yok. Ben akıl ettim. Yaşar
Büyükanıt’a gittim. O da bir Fenerbahçelidir. Konuştuk ettik,
görüştük. Aslan Paşa vardı istihbarat başkanı. Şimdi Harp
Akademileri’nin başında. Onunla da konuştuk o zaman. O gün Hrant
Dink vuruldu hatta. Aslan Paşa kitap kurdudur. Ona bir takım güzel
kitaplar da götürmüştüm. O da bana kitap vermişti. Yaşar Paşa’ya da
Ülker’in büyüklüğünü, durumunu anlattım. O bana "Bir şey var mı
yapabileceğimiz?" dedi. Mal alıyorlar, almıyorlar filan. Paşam
dedim. Benim mallarımı siz kantinlerde satamazsınız.
-Neden?
-Benim mallarım pahalı. O kantinlerde ucuz mal satıyorlar. Ucuz
malı belki pahalı satıp para kazanıyorlar. Döner sermaye
yapıyorlar. Bütün kantinler öyledir. Ama bir problem yok. Çünkü
terhis olduklarında Ülker yiyorlar. Her yerde var çok şükür. Çok da
satılıyor. Böyle bir iyi görüşmemiz olmuştu. Sonra Tolon Paşa’dan
randevu aldım. Selimiye’de komutan. Gittim. Başka bir işadamı daha
vardı. İkimiz beraber gitmiştik. Sen dedi hangi Murat Ülker’sin?
Paşam dedim şu meşhur olan. "Ha" dedi, "Sabri Bey’in oğlu musun?
Babanı tanırım" dedi. Üç beşten sonra, "sen" dedi "Tayyip Erdoğan’ı
tanıyor musun?" Paşam dedim Tayyip Erdoğan şu kadar zaman
İstanbul’da belediye başkanlığı yaptı. Ben de burada işadamıyım.
Onu bırak dedim kendisi şimdi başbakan. Ne demek tanıyor musun?
Tanımayı bırak dedim, destekliyorum. Herhalde o konuşma ona ters
geldi ki, öyle bakınca dedim, ben ondan önceki hükümeti de
destekliyorum. Ben işadamıyım. Türkiye’de ticaret yapıyorum. Bundan
sonra gelecek hükümet kimse onu da peşinen destekliyorum dedim.
Sonra biraz konuştuk. Bu şehit cenazelerinde falan namaza
duruverseniz ne olur.
POSTALLARIMI ÇIKARIP NASIL ABDEST ALAYIM?
-Çok güzel demişsiniz.
-Ayrı yerlerde oturuyorsunuz, ayrı servislerle gidip geliyorsunuz
dedim. Halkın içine giriverseniz dedim. Böyle konuştuk karşılıklı,
güzel bir sohbet oldu.
-Tolon Paşa ne dedi, haklısınız böyle yapmalıyız dedi
mi?
-Orada abdest alınacak sanıyordum dedi. Nasıl postalı, üniformayı
çıkarayım dedi.
-Ha cenaze namazını o yüzden kılmıyor!
-Şimdi öğrendim dedi. Önceden abdest alıp gidiyorum, kılıyorum
namazlarını dedi.
-Ne kadar yabancılaşmış bakar mısınız?
-Ama sen milletin paşasını da aşağı düşürme.
-Bırakın Allah aşkına Murat Bey.
-Başka bir şey anlatayım. Aydınlık bir yazdı o dönem. İşte irtica
şemaları, şunlar bunlar. Mahkemeye verdik, Dedik ki yok böyle bir
şey. Sabri Bey’in adını koymuş. Mahkemede dedi ki Aydınlık,
"Efendim biz bunları Genelkurmay’dan aldık". Hakim dedi ki ’yazın,
Genelkurmay’a sorun. Genelkurmay böyle bir şey yapıyor mu?’
Aydınlık, "Hakim taraf tutuyor, reddi hakim talep ediyoruz" dedi.
Bir üst mahkemeye gitti. Reddi hakim talebi bozuldu aynı mahkemeye
geri geldik. Hakim tekrar yazdı Genelkurmay’a. Genelkurmay’dan
cevap geldi. Yaşar Büyükanıt’ın imzasıyla. Dedi bizde böyle bir
bilgi yok. Biz bunları dosyalamıyoruz, araştırmıyoruz. Biz böyle
bir şey vermedik. Mahkeme de Aydınlık’ı mahkûm etti. Ben icra
etmedim, iyi bir tazminattı. Aydınlık da kapattı kaçtı. Sonradan
Doğu Bey ile görüştük. O bizim PR çalışmalarına falan katıldı
sonradan. İnsanlar birbirini tanıyınca, yüz yüze küfretmek olmaz.
İkincisi ben de kötü bir adam değilim. Adam beni tanıyınca niye
benden hoşlanmasın. Ondan sonra Cumhuriyet Gazetesi de bir yazı
yazmıştı. Verdik mahkemeye. Mahkemeyi kazandık, iyi bir tazminat
kazandık. Avukat zaten arada bir, bir torba geliyor elinde. Naylon
torba, içi para dolu. "Sabri Bey’e bunu ver" diyor. Ne bu? Diyor
"Şu kadar milyar tazminatlardan aldık, helal para." Davayı
kazandığımız dönemde Cumhuriyet’in yazarlarından birisini vurdular.
Adını hatırlayamadım şimdi.
-Onat Kutlar olmalı.
-Yargıtay’da sözlü savunma yapılacak. O yazar vurulunca memlekette
yer yerinden oynadı. Biz de dedik ki biz bu savunmada haklı
olduğumuzu biliyoruz. Burada bu savunmayı yaparsak bunu alacağımızı
biliyoruz. Ama bu kadar üzüntülü bir günde, Cumhuriyet ailesi bu
kadar üzgünken bunu yapmak istemiyoruz. Vazgeçtik davamızdan ki
kazanmıştık. Sonra ben İlhan Selçuk’tan Cola Turka hakkında tebrik
aldım.
-Yanlış mı hatırlıyorum. Siz 28 şubat döneminde Cumhuriyet
Gazetesi spor ekine sponsor mu olmuştunuz?
-Bütün gazetelere hala sponsoruz.
-Şu anda ordu kantinlerde Ülker var mı?
-Var. Onlar almak istiyorlarsa, ben satmak istiyorsam her zaman
var.
-Ne zamandan itibaren bu yasak delindi?
-Resmi olmayan bir yasağı soruyorsun. Olmayan bir yasak nasıl
delinir. Yok ise olmamıştır.
-Israr ediyorum ve soruyorum.
-Cevap veremem. Hekimlerin hasta gizliliği gibi bizim de müşteri
gizliliğimiz var.
-AK Parti iktidara geldikten ortalık yumuşadıktan sonra mı,
hadi gelsin mallar dendi?
-Ak Parti iktidara geldikten sonra ortalık yumuşamadı ki. Epey bir
kavga gürültü oldu. Hatırla.
-Peki. Bu mahkemeler filan... Süngü düştükten sonra mı
girdiniz kantine?
-Süngünün düştüğünü duymadım. Süngüsüz tüfek ne işe yarar. Düz bir
av tüfeği olur o zaman. Türkiye Cumhuriyeti’nde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ordusunda, Ülker gibi bir firmadan ben mal almam
diye resmen yazı yazacak, söyleyecek adam yok. Olamaz da.
-Gayri resmi olabilir.
-Gayri resmi herkes söyleyebilir.
28 ŞUBAT’A HÖT DEMESEYDİK TAŞ TAŞ ÜSTÜNDE
KALMAZDI
-O dönemde asker sizin reklamlarınızı ve ilanlarınızı
merkez medyada yayınlanmaması doğrultusunda bir takım çabalar içine
de girdi mi?
-Öyle bir şey olmadı. Bu 28 şubat insanların muhayyilesinde olan
psikolojik bir şey. Böyle bir şey yok.
-Nasıl yok?
-Höt dersen yok. Karanlıktan korkuyorsan her yer karanlık.
Karanlıktan korkmuyorsan karanlık yok.
-Çok höt diyebildiniz mi onlara?
-Ben hiç kimseye eyvallah etmedim, etmem de. Kötü bir huyum vardır.
Bilirler arkadaşlar.
-Yapabildiyseniz aferin. Ne yaptığınızı
söyleyin.
-Yapmasam burada taş taş üstünde kalmaz. Herkes bir şey alır gider
o zaman. Deniz Baykal’ı görmeye gittim. Yeni MKYK seçilmiş,
toplantıları vardı.
-Baykal genel başkanken.
-Tabii tabii. Bekledim. Sonra baktım bitmeyecek toplantı. Ben
çıkıyorum dedim. Sonra duymuş, çıktı toplantıdan. Aman dedi gelsin.
Çıktım yukarı. Kusura bakma, MKYK dedi. Biliyorum. Nasılsın, ne
yapıyorsun, işlerin nasıl falan. Anlattık. Ama bir şey söyleyeceğim
dedim. Bu sizin konuştuklarınız, muhalefet üslubunuz, yaptığınız
şeyler dedim uymuyor dedim benim gördüklerime. Nedir o? Dedim
arkadaşlarınız gensoru veriyorlar mecliste veya neyse adı. Efendim
burada meclisin kantininde Ülker yoğurdu nasıl satılır? Başbakan
bunun distrübütörü değil mi?Ya dedim böyle bir politika olur mu?
Nasıl dedi? Benim yoğurdumun sizin politikanızla ne alakası
var?Ayrıca başbakan koskoca adam. Benim distrübütörüm değil ki,
böyle bir şey yok ki. Aa dedi haklısın.
-Distribütörlük ta belediye başkanlığından kalma bir
şey.
-O zamanda kendisi gerçek manada bir distrübütör değil. Aktif
çalışan bir distrübütörün ortağıydı. Her işin bir üslubu var. Ondan
sonra "Çok özür dilerim. Böyle bir şey olmadığını arkadaşlara izah
ederim" dedi. Hâlâ da ben Deniz Bey’e birini gönderirim, gördükçe
de bir yerde ne mallar yapıyorsun, ne ediyorsun diye sorar,
ilgilenir. Niye, çünkü ben Deniz Baykal için de bisküvi
yapıyorum.
-O dönemde mütedeyyin ve muhafazakâr kesim size pozitif ayrımcılık
yaptı mı?
-Bilmiyorum. Nasıl hissedebilirim. Nasıl ölçebilirim.
-İlanlardan, reklamlardan, haberlerden,
satıştan...
-Diyorum ya size 28 Şubat var, bana yok. Karanlıktan korkmuyorsan
28 Şubat yok.
İŞADAMI İŞİNİ, SİYASETÇİ SİYASETİNİ YAPSIN
-Hem TÜSİAD, hem MÜSİAD üyesisiniz. TÜSİAD’da Ümit Boyner
dönemi başbakanla sözel çatışmaya varan görüş ayrılıkları oldu. Siz
o dönemde Ümit Boyner gibi mi düşündünüz, yoksa başbakanın tarafını
mı tuttunuz?
-Ben aktif bir TÜSİAD üyesi değilim. Vaktim yok. Ancak kendi işimi
görüyorum. Çok da seyahat ediyorum.
-Bir şey yapmanız gerekmiyor zaten. Aidatınızı
veriyorsunuz, oluyor bitiyor.
-Olur mu canım. Onun toplantıları var, çağırıyorlar.
-Ben sizin ne denli aktif ya da pasif olduğunuzu
sormuyorum.
-Ben o tartışmaların içinde yokum. Kim ne demiş, kendisinden
duymadıkça inanmam zaten.
-Televizyonda mı seyretmiyorsunuz?
-Seyretmiyorum. Arkadaşlar beni ilgilendiren haberleri
gönderiyorlar, sabah 15 dakikamı alıyor. TÜSİAD’dır, MÜSİAD’tır
hangisi olursa olsun, kendi ihtisasını ilgilendiren konularda
konuşsun ve iş yapsın. Buna taraftarım. Paran var, işadamısın diye
çok konuşursan, zaten dinlemezler doğruyu söylesen bile. Ama TÜSİAD
meslek okullarına yatırım yapıyor. Meslek okulları memleket
meselesi diyor. Bunları destekliyorum.
-"Sen işadamısın siyasete karışma" diyorsunuz yani. Böylece
tarafınızı anlamış olduk.
-Hangi taraftayım?
-Başbakanın tarafındasınız.
-O da mı öyle söylüyor?
-O da öyle söylüyor. Herkes kendi işini yapsın, siyaseti
ben yapayım diyor.
-Başbakanın ne dediğini de öğrenmiş olduk bu arada.
ÇAMLICA CAMİİ İÇİN PARA İSTENMEDİ BENDEN
-Çamlıca’da yapılacak camiye para
verecekmişsiniz?
Haberim yok. Ben burada bile değildim. Şimdi nasıl diyeceksin
vermem, vermeyeceğim. Tekzip mi edelim. Böyle bir şey olabilir mi?
Ben diyorum ki Vatan Gazetesi benim o camiyi yaptırmamı istediği
için böyle haber çıkarıyorlar.
-İstemediler yani sizden cami için para?
-İstemediler.
-İsterlerse verir misiniz?
-Bakarız o zaman.
-Çamlıca’ya cami ihtiyacı olduğunu düşünüyor
musunuz?
-Ben Çamlıca’da oturmuyorum ki, Vaniköy’de oturuyorum. Vaniköy’de
de iki tane cami var, bir sağımızda, bir solumuzda.
-Bana göre yok cami ihtiyacı Çamlıca’da. Size göre var
mı?
-Diyanet var, şehir planlaması var, cami ihtiyacı varsa tespit
edilir yapılır. Hükümetimiz, devletimiz büyüktür.
BEN FENERBAHÇE’YE TARAFTARIM, FANATİK DEĞİLİM
- Aziz Yıldırım’ın Hocaefendi’ye ne kadar öfkeli olduğu
yazıldı çizildi... Bütün bunlar sizi rencide etti mi?
-Ben bunları Aziz Yıldırım’dan duymadım. Yine 28 şubat hikayesi
gibi. O söylüyor bu söylüyor. O yazıyor, burada çıkıyor. Ama
aslında adam ne söylemiş. Ben taraftardan da duymadım böyle bir
şeyi. Dedikodu ile bir iş olur mu?
-Ertuğrul Özkök yazdı.
-Onu okumadım. Aziz ile de görüşemedim çıktıktan sonra.
-Bütün bu olaylara taraftar duygusuyla mı
bakıyorsunuz?
-Ben Fenerbahçe’ye taraftarım, fanatik değilim.
-Bizim başkan neylerse güzel eyler gibi düşünüyor
fanatikler.
-Demek ki ben fanatik değilim.
-Son kararı Yargıtay verecek ama mahkeme hüküm verdi, bunu
önemsiyorsunuz öyleyse.
-Mahkeme şike ile alakalı bir hüküm vermedi ki. Çete ile alakalı
verdi.
-Şikeden de verdi.
-Kararı okumadan bir şey diyemem.
-Siz Fenerbahçe delegesi misiniz?
-Bilmiyorum.
-Delege olup olmadığınızı bilmiyor musunuz?
-Bilmiyorum.
-Böyle bir şey olabilir mi?
-Nereden bileceğim. Böyle delege kağıdı mı veriyorlar?
-Tabii.
-Bana öyle bir kağıt vermediler. Demek ki değilmişim.
-Siz Fenerbahçe’ye para yatırıyorsunuz. Destekliyorsun.
Desteklediğiniz takımın içinde bir takım katakulliler var mı yok mu
diye merak etmiyor musunuz?
-Ben seyrederken görüyorum, biliyorum nasıl oynuyorlar, ne
yapıyorlar. Onun için zevkle maçı seyrediyorum zaten.
-Şike mike yok, bunlar uydurma şeyler mi
diyorsunuz?
-Şike var veya yok diyemem. Niye? Mahkemede olan bir konu. Mahkeme
devam ediyor.
DEFTER-İ KAİNATI OKUMAK VAR AVDA
-Av merakınıza gelelim. Ne avlıyorsunuz geyik mi, ayı mı,
yaban domuzu mu?
-Avcıya böyle bir soru sorulmaz. Şöyle sorulur. Kuş mu avlıyorsun,
balık mı avlıyorsun, büyük av mı avlıyorsun? Ben hepsini avlarım.
Kurallarına uygun olarak.
-Avlanmak hangi ihtiyacınızı giderir?
-Avda bir kere azim, sebat var. Onun yanında süratle karar
verebiliyorsun. Zor şartlara dayanıklılık var. Bunların hepsi bir
nevi pentatlon gibi. Ben bunu gençken yapardım, babam da yapma
demezdi. Şimdi de vakit buldukça av için büyük şirketlerin
yöneticilerinin davetlisi olarak yurtdışına gidiyorum. O
insanlarla, onların kültürleriyle bir arada olabiliyorum. Çünkü
tamamıyle sosyal bir hadise için gitsem bana orada sabretmek çok
zor. Ama bu şekilde hem onlar çok memnun oluyorlar, hem iş
haricinde de beraber olmuş oluyorum. Birçoğu zaten ortağım. İş
yaptığım insanlar. O açıdan bana bir faydası oluyor.
-Öldürdüğünüz hayvanların acısını yüreğinizde hisseder
misiniz?
-Zaten hayvana bir eziyet olsa bunu yapmamak lazım. Mesela
Avrupa’da geyik vurmaya gitmiştim. Ormanda dört saat bekledim.
Karşıda bir sürü geyik var.Onların içinde artık ölecek, kendi
başına hayatını idame ettiremeyecek bir tane geyiği dört saat sonra
vurdum. Dürbünle bakıyorsun. Geyikler 15 yıl kadar yaşarlar.
Dişleri dökülünce beslenemez. Kendi kendine ölürler. O hayvanı
vurdum mesela. Böyle bir avcılık yapmak zaten tabii seleksiyona
uygun bir şey. O hayvan aç kalıp da öleceği yerde siz onu
vurduğunuz zaman hem etinden oradaki insanlar istifade ediyor, hem
derisinden, şundan bundan.
-Avcılık mantığı benim kalbime iyi gelmiyor.
-İnsanlar farklı farklı yaratılmış.
-Bir geyiği vurmaktan nasıl bir haz
duyabilirsiniz?
-Peygamberimizin amcası Hamza da aslan avlardı.
-Peygamberin amcası diye yaptığı doğru mu
oluyor?
-Peygamber, ona dur derdi yanlış olsaydı. Dini açıdan, vicdani
açıdan yaklaşacak olsa yapma derdi.
-Geyik avı filmini seyretmiş miydiniz?
-Seyretmedim. Beraber gidelim geyik avlayalım.
-Asla. Ben ağlaya ağlaya ölürüm.
-Bugün yedik ya,
-Geyik miydi yediğimiz?
-Hayır. Ne fark eder ki. Ha geyik, ha inek.
-Geyik’in etine sütüne ihtiyacımız mı var?
-Bu bir endüstri. O av bittiği zaman şirketin kamyonu geliyor. O
hayvanları yüzüyor, temizliyor. Soğutuculara koyuyor, götürüyor
dağdan. Normal bir kesim var ya, şu kadar hayvan kesiliyor her gün
İstanbul’da. Şu kadarı avlanıyor, onun yanına ilave ediliyor.
Mesela biz İstanbul’da sülün avına gitmiştik. Gittik, vurduk.
Sülünler İstanbul’daki beş yıldızlı bir otelin mutfağı için
hazırlandı gönderildi. Oradaki müşteriler yedi sülünleri. Bu da bir
endüstri. Yani canım öldürmek istedi de öldürdüm diye bir şey
yok.
-Bir öldürme içgüdüsü kuşkusuz hepimizin içinde var. Belki
de bilinçaltında o ihtiyacı doyurmuş oluyorsunuz.
-Kimseyi öldürme ihtiyacım olduğunu sanmıyorum. Saatlerce
hayvanların yaşamını izliyorsun orada.
-Ama o zaman da bağlanmaz mısınız? Bağlanırım onlara
ben.
-Ben bağlanamam. Orada defter-i kainatı okumak vardır. Avda bunu
görürsün. Dünya o kadar güzel yaratılmış, o kadar güzel şeyler var
ki dünyanın içinde.
-Defteri kainatı okumak deyiminden ben bu mükemmel düzenin
farkında olup, hayretler içinde kalıp, huşu duymayı anlarım. O
tefekkürün içine bir canlıyı öldürmeyi
yerleştiremiyorum.
-Kuran’da Allah önce ölümü sonra hayatı yarattığını söylüyor. Mülk
suresinde.
Onun için bana farklı gelmiyor. Hayat da var, ölüm de var. elli
elli. Ölüm bu hayatın sonu, başka bir şeyin başlangıcı. Dediğim
gibi, bu avcılık konusunda ben özel seleksiyona tabi olacak bir
hayvan olmasını tercih ediyorum. Bazen atarsın vuramazsın ayrı. Ama
mutlaka tek kurşunda, kısa yoldan öldürmeye çalışırım. Mesela
bazıları hayvanı olmayacak bir yerinden vurur. Hayvan bağırır,
çağırır. O kaçar, o kovalar. Zaten o hayvanı vurmak değil mesele.
Bazen gidersin vurmazsın. Ama o heyecanı, peşinden koşması, o azim,
o sebat. Parçası olmak, defteri kainatı okumak. Yoksa gecenin bir
yarısı kim gidecek?
ARABA YARIŞINDA SCHUMACHER DERECELERİNİN YÜZDE ALTIMIŞINI
YAPIYORUM
-Direksiyon başında hız yapar mısınız?
-Yurtdışında yarış arabalarını kullanırım. Michael Schumacher var
ya. Onun derecelerinin yüzde atmışı kadarını yapıyorum. Elli küsur
yaşında bir adamım.
-Maşallah size. Nereden geldi bu hız arzusu? Hayat bitiyor
bir şey yapayım duygusu mu?
-Yelken yaparım hobi olarak. Avdan çok daha iyi. Sonra düşündüm
başka ne yapabilirim diye. Vodafone’un CEO’su ile buluşmuştuk,
onlar arkadaşlarıyla toplanıp yarış arabalarıyla yarış
yapıyorlarmış. Pistlerine gidip. Benim de buna meraklı birçok
arkadaşım vardı. Yapıyoruz yani. İspanya’da yaptım. Almanya’da
yaptım. Türkiye’de yaptım. Güzel olur. İki gün yaparız arka arkaya.
Üstü açık arabalar olur. Her çeşit Ferrariler. Arkadaşların
arabaları var. Arabalar sonunda epey yoruluyor tabii, servise
gidiyor. Ama benim sahip olduğum herhangi bir yarış arabam yok.
Kiralıyoruz.
KABE MUAZZAM BİR TİYATRO SAHNESİ, HERKES
BAŞROLDE...
-Ramazanda hatim indirme gibi adetleriniz var
mı?
-Vaktim olmuyor. Her Ramazan Umre’ye gitmeye gayret ediyorum. Bu
sene de gittim. Bir cumayı orada kılıp umre yapmaya gayret
ediyorum.
-Ne hissediyorsunuz Kâbe ile bakışırken?
-Valla vazifelerden pek bakışacak halimiz olmuyor. Orası çok büyük,
muazzam bir tiyatro sahnesi. Orada herkes başrolde. En iyi
performansını yapmaya çalışıyor. Çok büyük bir imkan bu da. İnsanın
manen tatmin olması açısından güzel bir şey. Tavaf zaten yürünen
bir namazdır diye bir hadis var. Tavaf ederken Kabe’ye bakılır. Ben
orada namaz kılarken anlıyorum rükû niye var, secde niye var?
-Niye var?
-Secde o kadar ağır bir şey ki, öyle yüklü bir mesuliyet ki önce
rükûya gidip o secdeye hazırlanıyorsunuz. Eski dinlerde sadece
secde vardı rükû yoktu. Secde o kadar güzel bir şey ki, onun için
iki tane yapıyorsunuz.
-Aslında her anımızda biz hayatımızın başrolündeyiz. Siz
benim hayatımın figüranısınız, ben de sizin hayatınızın
figüranıyım.
-Onun için diyorum ya herkesle iyi geçinmek lazım. Değmez yani.