GİŞE KIYAMETİ: TOM CRUISE BRAD PITT'E KARŞI!
Bu haftanın ağır topları Jack Reacher ve Kibarca Öldürmek&... Haftanın Filmleri, Murat Tolga Şen'den CİNERADAR' da...
Geçtiğimiz hafta, Hobbit: Beklenmedik Yolculuk yüzünden gösterime
çıkamayan filmlerin hepsi bu hafta salonlarda… Kar, kış, kıyamet
derken kendinizi en yakın sinema salonuna atıp film izlemeniz
sanırım haftanın en keyifli etkinliği olacaktır.
Haftanın ağır topları Jack Reacher ve Kibarca Öldürmek… Yani, Tom
Cruise, Brad Pitt’e karşı! Diğer filmler için de görmeye değer
yapımlar var. Açıkçası kötü film yok gibi, birini ya da daha
fazlasını mutlaka görmenizi dilerim. Şehir ve insan sinemayla nefes
alır, siz de öyle yapın.
JACK REACHER / ESKİ AKSİYON GELENEĞİNE DÖNÜŞ
Pittsburgh kentinde sakin ve güneşli bir sabah, mesai saatinden
hemen önce insanlar işlerine doğru koşturmakta, günlük telaşlarını
yaşamaktadırlar. Tam bu sırada 10th Street köprüsüne bakan parkta,
nehrin karşısı yakasından gelen 6 el silah sesi duyulur ve birkaç
dakika içinde 5 masum insan kanlar içinde yere yığılarak hayatını
kaybeder. Usta bir nişancının elinden çıktığı belli olan bu olayı
Pitssburg polisinin çözmesi ve katil zanlısını yakalaması fazla
sürmez; daha 24 saat dolmadan 5 cinayetin faili yakalanır. Fakat
sorgu esnasında hiçbir şey söylemeyen genç adam bir kağıda sadece
"Jack Reacher’ı bulun!" yazar.
Olağan Şüpheliler filmiyle 1996’da En İyi Senaryo dalında Oscar
almış olan senarist ve yönetmen Christopher McQuarrie’nin
yönetmenlik koltuğunda oturduğu ikinci filmin başrolü ise Tom
Cruise...
Jack Reacher, Tom Cruise ve onun muhteşeme karizması üzerine
kurulmuş bir film… 80’ler polisiye aksiyonlarının tadını
özlediyseniz mutlaka görmeniz gerekir ancak konu ve işleniş
açısından Cehennem Silahı’na çok benziyor. Buna bir itirazınız
yoksa keyifle izleyebilirsiniz. Karizması asla çizilmeyen bir
kahraman, giderek ona aşık olan güzel ve zeki bir kadın, pisliğe
bulaşmış aynasızlar, Zalimliğinin sınırı olmayan kötü adamlar ve
ters köşe yaptıran hikaye… Gerçi hikayenin tahmin edilemez bir yanı
yok, hatta bazı şeyler o kadar açıklanıyor ki seyirci bulmacayı
genelde Jack Reacher’dan önce çözüyor. Aksiyon sahneleri fena değil
ancak şimdiye kadar görmediğimiz türden bir şey yok. Tom Cruise’u
aksiyon filmlerinde izlemek oldukça keyifli… Jack Reacher’ da
zevkle izleyeceğiniz bir film.
ELVEDA KATYA / ELVEDA DEĞİL MERHABA KATYA
Elveda Katya’yı Ekim ayında düzenlenen 49. Altın Portakal Film
Festival’inde izledim. Festivallerde görmeye alıştığımız, yavaş
akan, duygusal açıdan mesafeli filmlerden farklı bir çaba vardı
karşımda… Filmi hatalarına rağmen sevdim. Ödüller için de iddialı
bir film olduğunu düşünüyordum ki Anna Andrusenko oynadığı Katya
rolü ile “en iyi kadın oyuncu” heykelciğini kapıverdi. Hoş heykelin
altı tam o esnada koptu ama olur o kadar!
Elveda Katya, babasını arayan bir kızla, kendini arayan bir babanın
hikayesi… Annesi, o daha çok küçükken öldüğü için yetimhanede
büyüyen Katya, Yunus isimli Trabzonlu bir denizci olduğunu
öğrendiği babasıyla tanışmak için Trabzon’a gider ancak Yunus
Kaptan; sevgilisi Nadya’nın yıllar önce kendisinden hamile
kaldığını bilmemektedir ve Katya’yı kabul etmez. Babası, ailesi ve
çevre tarafından hiç de hoş karşılanmayan Katya, bilmediği bir
dilin konuşulduğu bu yabancı topraklarda tek başına ve her türlü
tehlikeye açık bir şekilde zaman geçirir. Yunus’un; tüm Ruslara
fahişe gözüyle bakmaya alışmış çevresinde, Katya’yla adı çıkar.
Yunus’un karısı ve kızları bu duruma büyük tepki gösterirken;
Yunus’un yalancılıkla, para peşinde olmakla suçladığı Katya’ya aile
içinden kucak açan tek kişi Yunus’un oğlu Veli olur.
Elveda Katya başından sonuna yargılamadan uzak bir öyküleme ile
acıklı insan hikayeleri gösteriyor. Sürpriz finali ise beni en çok
şaşırtan tarafı oldu. Kadir İnanır Yunus Kaptan rolünde her zaman
alışık olduğumuzdan daha farklı bu kez. Kanayan bir yüreği ve
ağlayan bir yüzü var.
Elveda Katya bu yılın en iyi yerli filmlerinden biri… Bazı
anlarında fazla olumlu bir çizgiye geçiyor, biraz Yeşilçam
zamanlarına öykünüyor ancak izlediğinizde mutlaka seveceğiniz sıcak
bir film…
KİBARCA ÖLDÜRMEK / BRAD PITT KİBARCA
ÖLDÜRÜYOR!
Yerel bir çetenin yönettiği, büyük paraların döndüğü bir poker
oyununda ciddi bir soygun yapılır. Failler kendisini akıllı
zanneden ama aslında geride bir sürü iz bırakan 3 adamdır. Bunun
üzerine çete, düzenlendiği poker oyunları sırasında yapılan
soygunları araştırmak ve faillerini bulmakla görevli acımasız
Jackie Cogan’ı görevlendirir. Kiralık bir katil olan Jackie’nin
"kibarlığı" ise yöntemindedir...
Andrew Dominik tarafından sinemaya uyarlanan filmin başrolünde Brad
Pitt yer alırken, kadroda kendisine Richard Jenkins, James
Gandolfini ve Ray Liotta eşlik ediyor.
Baştan söyleyeyim “Kibarca Öldürmek” bir performans filmi… İyi
oynayan oyuncular, en iyi oyunlarını oynamak üzere, hiç acelesi
olmayan sekanslarda kelimenin tam anlamıyla ‘döktürüyorlar’. Filmin
yıldızı Brad Pitt gibi görünse de asıl ödül James Gandolfini’den
geliyor. Pek de sevimli olmayan, kadın düşkünü kralık katil Mickey
karakterini adeta yaşıyor aktör.
Minimal yapısına rağmen sıra şiddete gelince elini korkak alıştıran
bir film değil “Kibarca Öldürmek”… O yüzden mide kaldıran bazı
öldürme anlarına sahip olduğunu belirteyim, sonra izlerken beni
suçlamayın. Arka planda Amerikanın muhteşem ekonomik çöküşü üzerine
sürekli saptamalar yapan film, haftanın en önemli seyirliği…
CHERRY’NİN HİKAYESİ / CHERRY’NİN ACIKLI
HİKAYESİ!
Sıradan ve küçük hayatında hiçbir şey düzgün gitmeyen Angelina işin
ve ailesinden çok sıkılmış halde yeni bir çıkış noktası arar. En
yakın arkadaşı Andrew ile Los Angeles’tan San Francisco’ya taşınır
ve hayatına farklı bir yön vermek, para kazanmak için porno
sektörüne girer; çıplak modellik yapar. Çalıştığı striptiz
kulübünde kokain bağımlısı bir avukat ile tanışınca, bu sefer
yaşamında yeni bir ilişki başlar. Angelina, Francis’i kendisine
yeni bir çıkış noktası gibi görse de adamın kendisine bile faydası
yoktur.
Senaristliğini Stephen Elliott ve Lorelei Lee’nin paylaştığı
yapımın koltuğunda yine ilk uzun metrajlı işine imza atan Elliott
oturuyor. Filmin başrolünde güzel yıldız Ashley Hinshaw’ı
seyrederken, kendisine James Franco ve Dev Patel eşlik ediyor.
Cherry’nin Hikayesi, daha önce Hollywood’dan pek çok örneğini
gördüğümüz bir “pornoya bulaşma” hikayesi ancak “Boogie Nights”
gibi belgesel bir yanı yok. Daha çok işin duygusal sömürü tarafında
ve gizlenmiş bir ahlakçılığı var. Yine de sıkılmadan izleniyor.
Haftanın önemli filmlerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.
F TİPİ FİLM / DÜŞÜNÜYORSAN YALNIZ ÖL!
F Tipi Film, Grup Yorum’un tasarlayıp geliştirdiği ve koordine
ettiği bu proje içinde Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Barış
Pirhasan, Aydın Bulut, Hüseyin Karabey, Reis Çelik, Vedat Özdemir,
Mehmet İlker Altınay, Grup Yorum (FOSEM) olmak üzere 9 yönetmen yer
aldığı, her biri 10 dakikalık kısa filmlerden oluşan bir
kolaj. F Tipi hücrelerde kalan mahkumların birbiriyle
iletişim kurmak için kullandığı, avludan avluya atılan mektup
taşıyıcıları (filmde bunlara top deniyor) hikayeler arasındaki
bağlantıyı kuruyor.
F Tipi Film, her kısasında Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah
Parlak, Gizem Soysaldı, Erkan Can, Fırat Tanış, Civan Canova gibi
tanıdığımız, sevdiğimiz oyuncularla karşılaşma fırsatı da
getiriyor.
Dürüstçe itiraf edeyim. Basın gösteriminin yapıldığı Atlas
Sineması’na girdiğim vakit F Tipi Film’in propaganda yapmaktan,
slogan atmaktan başka derdi olmayan bir film olduğunu düşünüyordum.
Kamera arkasındaki ve önündeki iyi sinemacılara rağmen sinemasal
açıdan ne kadar yetkin bir iş ortaya çıkarıldığıyla ilgili derin
şüphelerim vardı.
Film başladıktan hemen sonra acemice hazırlanmış bir hapishane
animasyonunu izlerken de “eyvahlar olsun” dedim ama birden her şey
değişti. F Tipi Film ölüm orucundayken zorla müdahale edilerek
‘hayata döndürülmüş’ ancak bu arada hafızasını ve anılarını
kaybetmiş bir mahkumun öyküsüyle başladı ve tüm dikkatimi
çekti.
Her kısa film seyredilmeye değer, kendi içinde anlamlı ama beni en
çok etkileyen Sırrı Süreyya Önder’in çektiği “Tabut” hikayesi oldu.
Aslında bu hikaye filmin finali olmalıydı diye düşünüyorum çünkü
neredeyse tüm kısalardan aktarılan duygu, düşünce burada
birikmişti.
Filmin müzikleri Gurup Yorum’dan… Her kısa filmde farklı
müzisyenler Gurup Yorum’un eserlerini yorumluyor. Müzikal anlamda
da ortada hikayeleri destekleyen güçlü bir çaba var.
F Tipi Film’in kusurları da yok değil. Öncelikle Türk/iye
sinemasından şimdiye kadar bu kadar özgürlükçü bir söylemi olan ve
bu kadar cesur bir şekilde sinemalaştıran bir film çıkmadığını
düşünüyorum. Filmin başının sürekli derde girmesinden bile
anlaşılabilecek bir durum bu… Ancak bazı anlarında fazlaca
militanlaşıyor ve kendi tarafına dönmeye başlıyor.
Sıradan seyircinin devlet tarafından ve özellikle TV üzerinden
manipüle edilen biri olduğunu unuttuğunuz anda onu kaybetmeye
başlarsınız. Bu durum filmde izlediği her şeye hak veren
bazılarının bir anda sırtını dönmesine yol açabilir. Ben seyirciye
sadece filmdeki insan hikayelerinin geçmesini ve herkesin ortak bir
akıl ve kalple bunu kabul etmesini tercih ederdim. Kaç yıllardır
gelen sağ, sol kavgası yüzünden insanlarda garip vicdan durakları
oluştu. Haklı da olsa karşı tarafın söylemine asla kapılmamak gibi
bir refleks var. Benim kişisel kanaatime göre, bu refleksi
tetiklememek filmin mesajını yaymasını sağlamak açısından daha
doğru bir yaklaşım olabilirdi.
F Tipi Film, siyasi sinemanın güçlü bir örneği… Mutlaka izlenmesi
gereken bir film ancak sinemanın iyiden iyiye, apolitik genç kuşağı
eğlendirme aracına dönüştüğü zamanlarda ne kadar gişe şansı olur,
kaç kişiye ulaşır kestirmek güç.
BEKARLIĞA VEDA / BEKARLIĞA VEDA İNSANLIĞA
MERHABA!
Regan, Gena, Katie zamanında lisede Becky’ye çok çektirmiş,
kendisiyle hep alay etmiş üç kendini beğenmiş kız, “sürtükler” diye
de nam salmışlar. Bir zamanlar şişman, çirkin ve ezik olan Becky
yakışıklı Dale ile dünya evine girmeye hazırlanırken kendilerini
kariyere ve başka şeylere adayan üç kadın ise henüz bekardır. Becky
kendi halinde eğleneceği, abartısız bir bekarlığa veda partisi
hayal ederken, ipleri eline alan üçlü ona ’unutamayacağı’ bir
gecenin planlarını yaparlar.
Yönetmenliğini ve senaristliğini Leslye Headland’ın üstlendiği
romantik komedinin kadrosunda ise Rebel Wilson, Kirsten Dunst,
Lizzy Caplan, Isla Fisher ve Hayes MacArthur yer alıyor.
Yönetmenin kadın olduğunu gördüğümde duyarlı bir film izleyeceğimi
sandım ancak ortada alkol ve uyuşturucu kullanımını özendiren,
hiçbir ahlak normuna uymayan zavallı bir film var. Bahaneden
konusuna kapılıp gitmenin imkansızlığı bir yana, karakterlerin
hiçbiriyle özdeşleşmek olası değil. Eğer filmlerden tahlil
yapacaksak Amerika sosyal açıdan çöküyor. Arkadaşlarının düğününde
kokain çekmek ve sevişmekten başka derdi olmayan üç azgın kadının
halet-i ruhiyesini başka türlü açıklamak imkansız!
Twitter.com/murattolga