28 Ağu 2012 12:06
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:04
GERİLLA KIYAFETİ GİY, İKİ DÖNEM VEKİLLİK GARANTİ!
BDP'nin PKK ile ilişkisini değerlendiren Taraf yazarı Orhan Miroğlu köşesinde çarpıcı bir yazı kaleme aldı.
“Kürt aydını” kavramı, PKK’yle mücadele konsepti içinde icat
edilmiş bir kavram gibi geliyor bana. İhtiyaç oldu ve bir gün
birileri her nasılsa birden bire bu ülkede “Kürt aydınlarının” da
olduğunu fark etti.
Çok değil 30 yıl öncesine gidin, Türk medyasında böyle bir kavramın ve “kullanımın” olmadığını görürsünüz.
Kürtler ve okumuş yazmışları sözkonusu olduğunda, birtakım hainler, işbirlikçiler, bölücüler filan vardır ama ne Türk entelektüel hayatında ne medyasında ne de akademisinde Kürt aydını diye bir kavram, bir tabir yoktur.
Seksen yıl boyunca, devlet, nispi demokrasi ortamında dahi, ne olur ne olmaz diye, Kürtler’in uyanışını biraz da olsa geciktirmek için Kürtler’in, okumuş yazmış kesimleriyle uğraştı durdu.
Kürt aydınları sürekli takip altında tutuldu.
Islah ve iflah olmayan “Kürtçüler”in gerektiğinde “defteri kapatıldı”, yani infaz edildi.
Kürt aydınları içinde devletin bu hışmından kendini koruyabilmek için, basında ve medyada fikirleriyle ve yazılarıyla yer almayı benimsemiş ve kendine bu yolla bir koruma zırhı edinmeye çalışmış, ama bunu da başarabilmiş kişi sayısı hemen hemen yok gibidir.
Ve Musa Anter bu bakımdan bir istisnadır. Türk medyasına ve entelektüel yaşamına nüfus etmeye çalışır, gider Liman Hamdi’nin Barış Dünyası‘na yazılar yazar, YÖN dergisini daha o yıllarda Nusaybin’e getirir, köylüleriyle beraber okur. Meşru ve aleni olmayan siyasi hareketlere ve gruplaşmalara fazla inanmaz, mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışır, ama biri Kürt hakları için bir şeyler yapıyorsa, elinden geldiğince destekler.
Kalbinin yarısı Kürtler için, yarısı Türkler için atar.
Kürt’ten çok Türk dostu vardır ve bunu iftiharla yazar.
1940’lı yıllarda gelip yerleştiği İstanbul’a adeta sevdalanır Musa Anter, ama doğup büyüdüğü Zivingê’deki iki numaralı mağarayı da unutmaz.
Hücrelerde Kürtçe-Türkçe sözlükler hazırlar, piyesler yazar.
Ama Şırnak’a, Hakkâri’ye razı olmaz, İstanbul’u, Antalya’yı, Mersin’i de ister.
Adı bu yüzden sanırım, “Türkiyeci Kürtçü”ye çıkar.
Türkiyeci Kürtçü demek, özetle ve benim anlayabildiğim kadarıyla her iki halkın birarada ve eşit haklar kullanarak yaşayabileceğine inanmak demek.
Ama bu tanımdaki Türkiye kelimesi Kürtleri, “Kürtçü” kelimesi de Türkleri rahatsız eder, makbul bir şey değil yani “Türkiyeci Kürtçü” olmak.
Böyle bir damga yemişseniz başınız iki türlü belada demektir.
Kürtler Kürdün Türkiyeci olmayanını, Türkler de Kürdün “Kürtçü” olmayanını sever.
Ama böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır ve sıfıra sıfır elde var sıfır demektir.
Anlamamız lazım ki, Kürt aydınının hem Türkiyeli olması hem “Kürtçü”, yani eşitlikten yana olması en makbul, en gerçekçi yoldur; ama bu yol dikensiz gül bahçeleri içinden geçen bir yol değildir.
Zahmetlidir, meşakkatlidir.
Etrafı “Ulusal çitlerle çevrilmiş ulusal mahallelerden” firar etmiş adam muamelesi görürsünüz.
Kendi kızları oğulları, en güzel üniversitelerde okurken, ya da Erbil’de, Diyarbakır’da, Bursa’da şantiyeler kurarken, Kürt gençlerine “savaşmaktan ve şu Erdoğan’ı devirmekten başka çaremiz yok” diyenlerin safında yer almadığınız için, kendi halkınızın arasında ve kanınızın aktığı şehirlerde korumayla gezmek zorunda kalır, kuşatılırsınız..
Etnik hınç ve öfkenin hayatımızı altüst ettiği bir zamanda Kürtlere Hakkâri’yle, Şırnak’la neden yetinmemeleri ve İstanbul’u, Antalya’yı neden daha çok istemeleri gerektiğini anlatmak ve bu anlamda Türkiyeci olmak kolay değildir.
Şemdinli’yi 700 kişiyle basmak yerine, İstanbul’da yaşayan beş milyon Kürdün arasına bunun yarısı kadar silahsız siyasetçiyi yetiştirip göndermenin ve İstanbul Kürtlerinden bir milyon oy almaya çalışmanın daha iyi olacağını anlatmak bazı Kürtler’e “mücadeleyi yolundan saptırmak” gibi görünür.
Bu siyaset kolay değildir, sabır ve metanet ister.
Ama Hakkâri’ye gidip silahlı gençlerle kucaklaşmak işin en kolayıdır.
Herkes yapar bu atmosferde.
Çünkü Veli Küçükler, sarı Leventler yok artık savaş alanında.
Kürt siyasetinin en ucuz en masrafsız ve maliyetsiz yolu bugün budur.
Gerilla kıyafeti giy, iki dönem milletvekilliği garanti!
Siyasetin bütün maliyetini dağdaki, gençlere yükle, onlar nasılsa ölmeye ve öldürmeye hazırlar, onlar dağda ölmeye ve öldürmeye devam etsin, sen 1 ekimde Meclis açılınca Ankara’nın serin havasına dön ve “basın açıklamaları” siyasetine devam et!
Maliyeti dağdakine yüklemek en makbul yoldur Kürt siyasetinde, ama insafla ve vicdanla bağdaşır yanı kalmamıştır.
O yüzden Kürt siyasetçisi yüzünü İstanbul’a değil Hakkâri’nin dağlarına dönmüştür.
Kürtlerin acelesi vardır ve her şeyi bombalarla, tüfeklerle hâlledebileceklerini sanıyorlar.
Bir Kürt baharının daha çok ölerek ve öldürerek gerçekleşebileceğine inanıyorlar.
İşin kötü tarafı ise Türk aydınları arasında Silvan saldırısından sonra ortaya konulan bu fikre ve bu stratejiye sırf AK Parti nefreti nedeniyle, tanınan toleranstır.
Bir yıldır bu tolerans doğrultusunda yazı yazanlara bakıyorum, sanki Antep’ten sonra bir ideolojik sarsıntı yaşıyorlar.
Bu mukadderdi ve ben daha erken olmasını bekliyordum açıkçası.
Şimdi, bu sarsıntının, Türk medyasında deprem şiddetinde hissedilmesi için, ne gerekirse yapılmalı, ne gerekirse yazılmalı.
İnsanın “Behey kardeşim Silvan, Bingöl, Batman, Siirt eylemleri farklı mıydı Antep’ten, o zamanlar aklınız neredeydi?” diyesi geliyor..
Antep’ten önce bize AK Parti’nin ve Başbakan’ın çözüm istemediğini ve Kürt şiddetinin bu yüzden meşru olduğunu anlatmaya çalışanlar, şimdi de “diyelim ki AK Parti çözüm istemiyor, bunun karşılığı Antep mi yani” diye sormaya başladılar.
Roj baş hevaller!
Roj baş!
İyi yoldasınız, devam edin..
Orhan Miroğlu/Taraf
Çok değil 30 yıl öncesine gidin, Türk medyasında böyle bir kavramın ve “kullanımın” olmadığını görürsünüz.
Kürtler ve okumuş yazmışları sözkonusu olduğunda, birtakım hainler, işbirlikçiler, bölücüler filan vardır ama ne Türk entelektüel hayatında ne medyasında ne de akademisinde Kürt aydını diye bir kavram, bir tabir yoktur.
Seksen yıl boyunca, devlet, nispi demokrasi ortamında dahi, ne olur ne olmaz diye, Kürtler’in uyanışını biraz da olsa geciktirmek için Kürtler’in, okumuş yazmış kesimleriyle uğraştı durdu.
Kürt aydınları sürekli takip altında tutuldu.
Islah ve iflah olmayan “Kürtçüler”in gerektiğinde “defteri kapatıldı”, yani infaz edildi.
Kürt aydınları içinde devletin bu hışmından kendini koruyabilmek için, basında ve medyada fikirleriyle ve yazılarıyla yer almayı benimsemiş ve kendine bu yolla bir koruma zırhı edinmeye çalışmış, ama bunu da başarabilmiş kişi sayısı hemen hemen yok gibidir.
Ve Musa Anter bu bakımdan bir istisnadır. Türk medyasına ve entelektüel yaşamına nüfus etmeye çalışır, gider Liman Hamdi’nin Barış Dünyası‘na yazılar yazar, YÖN dergisini daha o yıllarda Nusaybin’e getirir, köylüleriyle beraber okur. Meşru ve aleni olmayan siyasi hareketlere ve gruplaşmalara fazla inanmaz, mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışır, ama biri Kürt hakları için bir şeyler yapıyorsa, elinden geldiğince destekler.
Kalbinin yarısı Kürtler için, yarısı Türkler için atar.
Kürt’ten çok Türk dostu vardır ve bunu iftiharla yazar.
1940’lı yıllarda gelip yerleştiği İstanbul’a adeta sevdalanır Musa Anter, ama doğup büyüdüğü Zivingê’deki iki numaralı mağarayı da unutmaz.
Hücrelerde Kürtçe-Türkçe sözlükler hazırlar, piyesler yazar.
Ama Şırnak’a, Hakkâri’ye razı olmaz, İstanbul’u, Antalya’yı, Mersin’i de ister.
Adı bu yüzden sanırım, “Türkiyeci Kürtçü”ye çıkar.
Türkiyeci Kürtçü demek, özetle ve benim anlayabildiğim kadarıyla her iki halkın birarada ve eşit haklar kullanarak yaşayabileceğine inanmak demek.
Ama bu tanımdaki Türkiye kelimesi Kürtleri, “Kürtçü” kelimesi de Türkleri rahatsız eder, makbul bir şey değil yani “Türkiyeci Kürtçü” olmak.
Böyle bir damga yemişseniz başınız iki türlü belada demektir.
Kürtler Kürdün Türkiyeci olmayanını, Türkler de Kürdün “Kürtçü” olmayanını sever.
Ama böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır ve sıfıra sıfır elde var sıfır demektir.
Anlamamız lazım ki, Kürt aydınının hem Türkiyeli olması hem “Kürtçü”, yani eşitlikten yana olması en makbul, en gerçekçi yoldur; ama bu yol dikensiz gül bahçeleri içinden geçen bir yol değildir.
Zahmetlidir, meşakkatlidir.
Etrafı “Ulusal çitlerle çevrilmiş ulusal mahallelerden” firar etmiş adam muamelesi görürsünüz.
Kendi kızları oğulları, en güzel üniversitelerde okurken, ya da Erbil’de, Diyarbakır’da, Bursa’da şantiyeler kurarken, Kürt gençlerine “savaşmaktan ve şu Erdoğan’ı devirmekten başka çaremiz yok” diyenlerin safında yer almadığınız için, kendi halkınızın arasında ve kanınızın aktığı şehirlerde korumayla gezmek zorunda kalır, kuşatılırsınız..
Etnik hınç ve öfkenin hayatımızı altüst ettiği bir zamanda Kürtlere Hakkâri’yle, Şırnak’la neden yetinmemeleri ve İstanbul’u, Antalya’yı neden daha çok istemeleri gerektiğini anlatmak ve bu anlamda Türkiyeci olmak kolay değildir.
Şemdinli’yi 700 kişiyle basmak yerine, İstanbul’da yaşayan beş milyon Kürdün arasına bunun yarısı kadar silahsız siyasetçiyi yetiştirip göndermenin ve İstanbul Kürtlerinden bir milyon oy almaya çalışmanın daha iyi olacağını anlatmak bazı Kürtler’e “mücadeleyi yolundan saptırmak” gibi görünür.
Bu siyaset kolay değildir, sabır ve metanet ister.
Ama Hakkâri’ye gidip silahlı gençlerle kucaklaşmak işin en kolayıdır.
Herkes yapar bu atmosferde.
Çünkü Veli Küçükler, sarı Leventler yok artık savaş alanında.
Kürt siyasetinin en ucuz en masrafsız ve maliyetsiz yolu bugün budur.
Gerilla kıyafeti giy, iki dönem milletvekilliği garanti!
Siyasetin bütün maliyetini dağdaki, gençlere yükle, onlar nasılsa ölmeye ve öldürmeye hazırlar, onlar dağda ölmeye ve öldürmeye devam etsin, sen 1 ekimde Meclis açılınca Ankara’nın serin havasına dön ve “basın açıklamaları” siyasetine devam et!
Maliyeti dağdakine yüklemek en makbul yoldur Kürt siyasetinde, ama insafla ve vicdanla bağdaşır yanı kalmamıştır.
O yüzden Kürt siyasetçisi yüzünü İstanbul’a değil Hakkâri’nin dağlarına dönmüştür.
Kürtlerin acelesi vardır ve her şeyi bombalarla, tüfeklerle hâlledebileceklerini sanıyorlar.
Bir Kürt baharının daha çok ölerek ve öldürerek gerçekleşebileceğine inanıyorlar.
İşin kötü tarafı ise Türk aydınları arasında Silvan saldırısından sonra ortaya konulan bu fikre ve bu stratejiye sırf AK Parti nefreti nedeniyle, tanınan toleranstır.
Bir yıldır bu tolerans doğrultusunda yazı yazanlara bakıyorum, sanki Antep’ten sonra bir ideolojik sarsıntı yaşıyorlar.
Bu mukadderdi ve ben daha erken olmasını bekliyordum açıkçası.
Şimdi, bu sarsıntının, Türk medyasında deprem şiddetinde hissedilmesi için, ne gerekirse yapılmalı, ne gerekirse yazılmalı.
İnsanın “Behey kardeşim Silvan, Bingöl, Batman, Siirt eylemleri farklı mıydı Antep’ten, o zamanlar aklınız neredeydi?” diyesi geliyor..
Antep’ten önce bize AK Parti’nin ve Başbakan’ın çözüm istemediğini ve Kürt şiddetinin bu yüzden meşru olduğunu anlatmaya çalışanlar, şimdi de “diyelim ki AK Parti çözüm istemiyor, bunun karşılığı Antep mi yani” diye sormaya başladılar.
Roj baş hevaller!
Roj baş!
İyi yoldasınız, devam edin..
Orhan Miroğlu/Taraf