05 Mar 2012 09:52 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:24

''GEÇMİŞTE ERTUĞRUL ÖZKÖK GAZETECİLİK YAPMADI BUGÜN DE EKREM DUMANLI YAPMIYOR''

Gazeteci Ragıp Duran 28 Şubat'ın 15'inci yıldönümü nedeniyle basında yaşanan kavgayı yorumladı!

Yakın Türkiye tarihinin en tartışmalı konularından 28 Şubat’ın 15’inci yılı nedeniyle günlerdir birbiri ardına belgeseller, köşe yazıları, yazı dizileri ve haberler yayınlanıyor. Medyada ’28 Şubat post modern askeri darbesi’ diye yer bulmuş olan süreç geçen hafta ilginç bir biçimde asker-siyaset boyutuyla değil de, medya boyutuyla tartışılır oldu.

Öyle ki ’Medya mı iktidarı, iktidar mı medyayı kullandı belirsiz’ tezleri bile gündeme geldi. 28 Şubat’ta ne olduğu kadar, bugün Türkiye basının birbirine yönelik suçlamaları da gelecek dönemde önemli araştırma ve belgesellere konu olacak türden.

Bu nedenle medya-iktidar ilişkileri ve medya etiği konularında yazdığı eleştirileriyle tanınan, Apoletli Medya kitabının yazarı Ragıp Duran ile görüştüm. Medyada 28 Şubat sürecinin bitmediğini belirten Duran, bu tespitinin nedenlerini ayrıntılarıyla anlattı.

Medya eleştirileriyle tanınan gazeteci Ragıp Duran 28 Şubat’ın 15’inci yıldönümü nedeniyle basında yaşanan kavgayı yorumladı:

- 28 Şubat’ın 15’inci yıldönümü dolayısıyla yapılan haber, yazı ve belgeseller medyada büyük bir tartışmayı alevlendirdi. Siz medya açısından o döneme nasıl bakıyorsunuz?
28 Şubat’a ilişkin bugünkü tartışmaların bu kadar çıkmaza girmesi, kutuplaşması, sertleşmesinin önemli sebeplerinden biri aslında başka bir renkte 28 Şubat’ın devam ediyor olması. Yani, sonuç olarak iktidar ve muhalefetteki isimler değişti. Ama medya pratiği açısından bakıldığında, her dönemin kendine has ilişkileri olmasına rağmen medya-iktidar ilişkileri açısından özde değişen bir şey yok.

- Ne kastediyorsunuz?
Benim apoletli medya dediğim, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, dolayısıyla askeri iktidarın medya üzerinde uyguladığı toplumu yönlendirme, toplum mühendisliği yapma girişimlerine
28 Şubat’ta tanık olduk. O dönemki mevcut kutuplaşmada açık bir şekilde TSK’nın safını tutan insanlar bugün muhalefetteler. O dönemin mağdurları ise bugün iktidar oldu. 28 Şubat’ın mağdurlarının bugün iktidardayken yaptıkları da o zaman kendilerine yapılanlara çok benziyor. Bu nedenle, 28 Şubat’ta mağdur veya iktidarda olan gazetecilerin bugün farklı söyleyecekleri, çok haklı oldukları bir nokta yok bence.

MESLEKİ DEĞİL SİYASİ

- İki tarafı da aynı derecede sorunlu görüyorsunuz galiba?
Bu sadece mesleki değil, siyasi bir mesele. Sadece eski iktidar ve yeni iktidara, yani her iki iktidara da 28 Şubat’tan önce de, sonra da tutum almış kesimlerin bugün bir şey söylemeye hakkı var. Çünkü 28 Şubat’ta mağdur oldukları halde kafalarını kaldırmayanlar, protesto etmeyenler bugün iktidara gelip, benzeri uygulamaları yapıyorlar. Keza bu dönemde mağdur olanlar, aynı şeyleri vakti zamanında rakiplerine yaptılar. Burada temel mesele iktidardır. İktidarda kimin olduğu çok fark etmiyor. Ali iktidardayken Veli’yi; Veli iktidardayken de Ali’yi ezer. Tabii ki mekanizmalar, işlemler tümüyle aynı olmaz. Ama iktidar olmanın verdiği gurur, kibir, üstten bakma, ezme ihtiyacı sürüyor. 28 Şubat’ta olduğu gibi bugün de birtakım insanlar gazetelerinden uzaklaştırılmak isteniyor, işten atılıyor. Burada gerçek anlamda özgürlükçü, her iki kutba birden karşı çıkabilme cesaretini gösterebilmiş benim bildiğim az sayıda kesim, kişi veya grup var. Mesela o dönem ÖDP ’Hem postala, hem takunyaya karşı’ gibi bir slogan yürütüyordu, Ahmet İnsel bu profildeydi.

- 28 Şubat askerlerle daha çok ilgili ama onları bir kenara bıraktık. Tüm kavga medya üzerinden dönüyor. Peki medya bu kadar güçlü müydü gerçekten?
Teorik olarak medya dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman toplumu alt üst edecek, siyasi iktidarları al aşağı edecek, bir ülkeyi kurtaracak, batıracak, iktidarların genel çizgilerini değiştirecek kadar güçlü olmamıştır, olamaz da. Medya o kadar güçlü olsaydı... İzvestiya ve Pravda büyük bir ihtimalle dünyanın en güçlü gazeteleriydi ama Sovyet rejiminin çökmesini engelleyemedi. Egemen medya ideolojisinin sahipleri ve taraftarları medyanın çok güçlü olduğuna inanır ve toplumu da ’Biz istediğimizi vezir yani bakan, istediğimizi de rezil ederiz’ diye sloganlarla inandırmaya çalışır. Ama gerek yakın Türkiye tarihi, gerekse dünya literatürüne baktığımızda medyanın siyasi ideolojik, kültürel, askeri güçlerden daha güçlü bir araç olarak bir şeyler yaptığına tanık olmadık, olamayız da. Çünkü sonuç olarak bir üst yapı kurumudur medya.

KILIÇLAR KAPIŞIYOR

- O zaman çok da alt yapısı yok mu medyanın rolüyle ilgili tartışmaların?
Ama tabii küçümsememek de lazım. Çünkü medya ancak ve ancak temsil ettiği, arkasına düştüğü güç kadar güçlüdür. Arkasında ordu varsa, ordu ne kadar güçlüyse o kadar güçlüdür; AKP ne kadar güçlüyse o kadar güçlüdür. Bir gün AKP yıkılırsa, Yeni Şafak’ın, Zaman’ın bugünkü kadar etkili, güçlü olması tabii ki beklenmez. Geçmişte de iktidara yakın olan gazeteler kendi siyasi iktidarları ülke yönetiminden ayrılmak zorunda kaldığı zaman eski güçlerini koruyamadı.

- Neden medya üzerinden hesaplaşılıyor peki?
Fikrin, tutumun bizatihi kendisi değil; yansıması, yani medyadaki tezahürü daha çok ön plana çıktığı için medya üzerinden yapılıyor. Oysaki, 28 Şubat tabii ki önemli bir siyasi hadise. Düello yapan iki adam karşılıklı oturup, kapışacaklarına kılıçlar kapışıyor.

1 MART DARBESİ DEĞİL

- Ertuğrul Özkök ’97’deki MGK’da imzaları atanlardan değil de, bunları haber yapan, yazı yazanlardan mı hesap sorulacak?’ diye soruyor. Bu günlerde de bir tür operasyon gazeteciliği mi yapılıyor?

Özkök’ün yazdıklarının şöyle bir haklı tarafı var: Eğer iş gerçekten medya üzerinden olsaydı bu 28 Şubat değil, 1 Mart darbesi diye literatüre geçerdi. Çünkü 28 Şubat’taki MGK’yı gazeteler -eğer Şubat o ay 29 çekmediyse- 1 Mart’ta bastı. 28 Şubat diye geçtiğine göre olay MGK’da. Bir olayın yansımasını olayın kendisinden daha vahim ve önemli olarak değerlendirmek söz konusu olmaz ve olmaması lazım. O dönemde merkez medya kamuoyunu mevcut iktidara karşı seferber edip, andıç gibi şeylere alet olunca okurlar gözünde inandırıcılığını ve saygınlığını kaybetti. Zafer Mutlu veya Ertuğrul Özkök gibi isimlere ’28 Şubat’ta ne yapıyordun?’ denilince kendilerini savunamıyorlar ama onların da bugün iktidara yakın gazetecilere ’Sen beni bırak, kendine bak’ demeleri de çok haksız değil.

- Ne kastediyorsunuz?
AKP iktidarını yitirdikten sonra yapılacak olan medya tahlillerinde de bugün daha henüz savcı iddianamesine girmemiş bilgilerin yandaş gazetecilerin köşelerinde yazıldığı, yayınlanmamış kitabın terör örgütü belgesi olarak gösterilip meslektaşlarımızın içeri atıldığı ve bunun doğru olduğunu yazan insanlar da yazılacak. Gerçekten tencere dibin kara, kimsenin kimseye bu dönemde yapabilecek bir eleştirisi yok.

- Siz de 28 Şubat ve medya ilişkileri açısından en çok Ertuğrul Özkök’ü mu sorumlu tutuyorsunuz?
Çok kolektif bir iş olduğu için kişilerle uğraşılmasını doğru bulmuyorum. Hürriyet ve Sabah diye baktığımızda o dönemki yayınları, Akın Birdal’ın vurulması, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand gibi birkaç kişinin daha işinden olmasına sebep olan meşhur andıç olayının sadece bu iki gazeteye verilmesi önemli. Ben iktidara yaranma zihniyetiyle hareket ettikleri için bugün Yeni Şafak ve Zaman’daki iktidar yanlısı genel yayın yönetmenleri ve köşe yazarlarıyla o dönemin Ertuğrul Özkök’ü ve Zafer Mutlu’su arasında çok fark görmüyorum. Onlar kamu çıkarı yerine iktidarı; yurttaş çıkarı yerine siyasi çıkarı, askeri veya ekonomik iktidarın sözcülüğüne savunuyorlar. O nedenle de 70 milyonluk ülkede o kadar reklam ve promosyona rağmen toplam gazete pazarı 5.5 milyon civarında. Bu vahim bir durum. Kimse de okuru suçlayamaz. Siz doğru dürüst gazete yaptınız da kimse almadı mı? Yok öyle bir şey!

GAZETELER KIŞLA GİBİDİR

- Mehmet Ali Birand’ın belgeseliyle Ertuğrul Özkök ve Emin Çölaşan arasında başlayan darbeye çanak tutma gerilimi... Ahmet Hakan’ın programında patlak veren Can Ataklı, Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan ve Bahattin Yücel’i kapsayan tartışmalar... Nasıl değerlendiriyorsunuz tüm bunları?
Ahmet Altan ’Yazı işlerindeki yöneticiler bildiklerinin yüzde 50’sini yazabilseler, Türkiye halkı çok daha bilgili olurdu’ demişti. Bence bu çok doğru bir saptama. Yazı işlerinde çalışan herkes bilir bunu. Bahattin Yücel olayı yıllar sonra ortaya çıkacak bir şey değil! Ben apoletli medya derken bunu diyorum: Gazeteler biraz da kışla gibi, şeffaf olmayan yapılardır. Generalle emir erinin söylediğini bir tek onlar bilir. Şimdi ortaklık bozulunca böyle oluyor. Bir meslektaşımız da bir sürü toplantıya katılmış, tek satır yazmamış. Sorunca ’Ben kitap yapacaktım’ diyor. ’Sen kitapçı mısın, gazeteci misin?’ diye sorarlar adama. Gazetecinin öyle bir lüksü yok!

- Mustafa Balbay’ı mı kastettiniz?
Öyle darbe toplantılarına katılmış on tane gazeteci yok ki! Bunu savunanlar da var işte.

- 28 Şubat’ta bir kısmı suskun, bir kısmı sesini yükseltmiş kişiler şimdi dönemin ana akım medyasını hedef alıyor. Medyadaki meşhur tasfiye süreci mi işliyor bu şekilde?
Medyadaki siyasi hesaplaşmayla birtakım kalemleri, yöneticileri rezil rüsva etmek ve meslekten uzaklaştırmaya yönelik bir süreç var. Yanılmıyorsam önce Ekrem Dumanlı, sonra Zaman’ın başka köşe yazarları neredeyse profil vererek bazı gazetecilerin olumsuzluklarının ortaya çıkacağını yazdı. Çok ayıp şeyler bunlar. Herhangi bir gazeteci arkadaşının görüşlerine karşıysan, onu yaz. Ama böyle arkasına siyasi iktidarı alıp geçmiş dönem üzerinden defter dürmek olmaz. Ben bildiğim bütün dillerde dünya medyasını izlemeye çalışıyorum, gazeteciler arasında böyle bir tartışma görmedim!

- Biz niye böyleyiz peki?
Bizde çok uzun zamandır gazetecilik, gazeteciliğin dışında bir siyasi misyon üstlenmiş olduğu için eski dönemin siyasi hesapları gazeteciler üzerinden de görülüyor. Geçmişte Ertuğrul Özkök de gazetecilik yapmadı, bugün Ekrem Dumanlı da gazetecilik yapmıyor. Her ikisi de zamanında gazetecilik yapsalardı, bugün ’Bizim parti iktidarda, sizinki muhalefette’ gibi bir yaklaşımları olmazdı. Eğer bu mekanizma düzelmezse, yarın öbür gün de bugünkülerden hesap sorulacak. Ama bu ’Sen niye doğru dürüst gazetecilik yapmadın?’ diye değil, ’Sen niye o tarafı tuttun?’ şeklinde siyasi bir hesaplaşma. Girin bir partiye, aday olun, siyaset yapın. Kimse bir şey demez. Meselenin özü şu: Türkiye’de işin başından beri gazetecilik yapılmadı ve hala da yapılmıyor.

Yeşil Kemalistler ortaya çıktı

- Medyada bir dönüşüm olduğu kesin. Medya-iktidar ilişkileri ve medya etiği bakımından eski medya ile yeni medyayı kıyasladığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Bu dönüşümde eski-yeni kıyaslamasından yana değilim ben. Ayıp olacak ama bu soru ’Nagehan Alçı mı, Nuray Mert mi?’ sorusuna benziyor. Tabii ki benim o konudaki tercihim belli. Kişilerle uğraşmanın hoş bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu dönem bizim mesleğimizde yükseltilen, her gece nereye zaplasanız karşınıza çıkanlar ile bu dönemde mağdur olanların gazetecilik anlayışı, kültürü, birikimi, yaklaşımlarına bakınca bu yeni yükseltilen yıldızcıklar çok zayıf kalıyor. Yeniler sadece iktidarı övmek ve muhafeleti karalamak üzerine çalışıyorlar. Gazetecilik ölçüleri, kriterleri ve uygulamaları da geleneksel klasik gazetecilikten çok ayrılıyor. Özel yetkili savcılar var ya, bunlar da özel yetkili gazeteci konumundalar. Ama örneğin Türkiye’nin Kürt ve Ermeni meselesi, zorunlu askerlik, vicdani ret, eşcinsellik gibi birtakım hassas konularda AKP öncesi ve sonrasında bu yeni medyanın eskisinden haber ve köşe yazıları bakımından pek farkı yok. Cengiz Aktar’ın söylediği bir söz vardır: ’Bunlar yeşil Kemalist’ diyor. Bence de çok doğru söylüyor. Eskiden ’Haki Kemalistlerin’ uygulamalarından musdariptik, şimdi ’Yeşil Kemalistler’ çıktı. Yeşil Kemalistlerin haki Kemalistlere karşı çıkmaları da çok komik oluyor.

Muhalefet etme mesleğiydi

- Bugün medyadaki süreç cadı avına benziyor mu?
Benziyor. Türkiye basın tarihinde Nazım Hikmet ile Peyami Safa arasında olduğu gibi gazeteciler arasında bugünküyle kıyaslanmayacak nitelikte polemikler olduğunu biliyoruz. Ama bugünkü manzaraya baktığımız zaman bir gazeteci adeta savcı yardımcısı gibi başka meslektaşlarının yakında tutuklanacağını veya savcılık tarafından çağırılacağını bildirebiliyor. O gazetecinin işi değildir. Türkiye basınında -mevcut siyasi kutuplaşmaya da uygun olarak- gazeteciler arasında bu kadar zıtlaşma olması, birbirlerini ihbar edecek hale gelmeleri ve bir muhalefet mesleğinin bir iktidar mesleğine dönüşmesi çok vahimdir. Benim hatırladığım, darbe dönemlerinde bile gazeteciler arasındaki husumet bugünkü aşamada değildi. Ayrıca yazılmamış kitap nedeniyle de kimse tutuklanmamıştı.

Gazeteciler siyasi askerler oldu

- Son dönemde Ece Temelkuran, Nuray Mert gibi muhalif isimlerin köşelerini yitirdiklerini görüyoruz. Son olarak Milliyet Gazetesi Nuray Mert’i izne çıkardı. Nereye gidiyor hepimizin içinde bulunduğu bu gemi?
Nuray Mert gibi muhalif dediniz... Doğru, yanlış bir tanım değil ama gazetecilik zaten muhalif bir iştir. Bir de şunu görelim: muhalif olup, iyi gazeteci olmayanlar da var. Nuray Mert, Ece Temelkuran, Ruşen Çakır... Bunlar muhalif oldukları için iyi gazeteci değildiler; iyi gazeteci oldukları için muhaliftiler. Bu çok önemli. Onlar da böyle bir medya ortamında bu tür insanlara ihtiyaç olmadığının farkındalar. Kendi görüşleri dışında hiçbir şeye tahammül edemiyorlar. Şimdi Nagehan Alçı’nın, Ahmet Kekeç’in egemen olduğu yerde tabii ki Mert’e, Çakır’a söz vermezler. Mehmet Altan’ın başına gelenlere bakın. Ahmet Şık, Nedim Şener gibi bir kısım arkadaşlarımızı hapse gönderiyorlar, bir kısım arkadaşlarımızı da köşelerinden ediyorlar. Banu Güven de bu süreçte dışarıda kalanlar arasında. Bence kitlesel bir kampanya bu. İleri demokrasi adı altında tek ses oluşturulmaya çalışıyor. Farklı sesler çıkaranlar tasfiye ediliyor. Medyanın bu kadar aşırı siyasi renk taşıması medyayı siyaset dünyasının taşeronu yaparken, gazeteciler de siyasi askerler haline dönüşüyor.

Şenay YILDIZ / AKŞAM