''GAZETELERİN ARKA SAYFA GÜZELİNİ BEN İCAT ETTİM!''
Fotoromanları, arka sayfa güzellerini gazetelere ilk o koydu, “boyalı” basını icat eden isimler arasında yer aldı.
Sosyetenin güzelleri, sanatçılar, zengin işadamları, talihsiz müzisyenler, konsomatrisler, seks yıldızları, medya patronları, asparagas haberler hatta mambo yapan kabzımallar... Basın tarihinin en renkli simalarından Tevfik Yener’in kitabında hepsi var
50’lerde gece kulüplerinde kontrbas ve trombon çalıp şarkı söylerken kader onu gazeteci yaptı. Hem de magazinin kralı. Fotoromanları, arka sayfa güzellerini gazetelere ilk o koydu, “boyalı” basını icat eden isimler arasında yer aldı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu resim atölyesine devam eden bir ressam olarak kitap dergi ve gazetelere resim çizerek başladığı mesleğinde yayın yönetmenliğine yükseldi, çok satan gazete ve ekleri yönetti.
“İstanbul, Aşk, Ekmek, Hayal” isimli kitabında 50’lerden günümüze gece hayatından siyasete, basından magazine olaylar ve insanlar anlatılıyor. Tevfik Yener’e merak edilenleri sordum. Hem gece hayatını, hem bir dönemin basınını...
* Ne anlatıyor bu kitap?
1950’lerden başlayarak bende yer etmiş, Türkiye’nin kaderini etkilemiş olayları kendi yaşadığım şekliyle derledim. Gördüklerimi tanık olduklarımı yazdım. Tanıdığım, hayatımda yer eden, etkilendiğim insanları anlattım.
* Çok renkli bir gece hayatını da anlatıyorsunuz kitapta...
50’lerden itibaren siyasi gelişmeler yanında bir yandan da cemiyet hayatı vardı. Beyoğlu’nda gece hayatı çok renkliydi.
* Eğlence hayatının en parlak dönemi ne zamandı?
Gece hayatını ilk görüşüm 1955 falan. Ondan itibaren 83-84’e kadar çok iyiydi. 1975’e kadar olan dönem harikaydı. Gazinolar, gece kulüpleri, müzikli restoranlar, meyhaneler, akşamcılar çok çeşit vardı. Beyoğlu, Kumkapı, Samatya meyhaneleri meşhurdu. Buralara giden insanların kalitesi ve terbiyesi de ayrıydı. Tatsızlık çıkaran hemen aforoz edilirdi.
* Gece hayatının kahramanları kimlerdi?
İki grup vardı. Anadolu eşrafının İstanbul’a yerleşmesiyle oluşan bir grup. Ve İstanbul’un eski aileleri... Zamanla bu iki grup kaynaştı, uyum içinde hareket etti. Eski İstanbul’un dar gelirli mahallelerinde oturanlar da pavyona gelirdi. Kabzımallar vardı. Onlar iyi para kazandıkları için müdavimler arasındaydılar.
* Kabzımallar mı?
Evet. Pavyona bir kadınla konuşup arkadaşlık etmek için giderlerdi. Çok güzel dans ederdi kabzımallar. Mambo yapar, Latin yapar bütün dansları bilirlerdi. Rock yapan pavyonlar da vardı.
* Gece kulüplerinin farkı neydi o halde?
Beyoğlu’ndaki gece kulüplerinin olduğu sokakların kapısında Buick’ler, Cadillac’lar durur, içlerinden kürklü şık kadınlar, adamlar inerdi. Tanınmış kişiler, Ermeni ve Yahudi sosyetesinden önemli insanlar...
* Magazin basını nasıl değişti?
Bugünün magazincileri eskilere göre daha dikkatli. Ünlüler hiç şikayet etmesin. Ayrıca televizyonların da olduğu bir dönemde bugünkü sistem, hiçbir şey olmayan insanlar için çok uygun. Eskiden ünlü olmak çok zordu. Hakikaten hem yetenekli hem yakışıklı ya da güzel olmanız lazımdı. Hele müziğe gelince hakikaten sesi olacak, eğitimi olacak...
* Şu anda magazin gazeteciliği iyi yapılıyor mu?
Eskiye göre çok daha özenli ve iyi yapılıyor. 1970’ten itibaren bir sürü yalan yanlış haber yapıldı. Birçok dürüst ve titiz gazeteci yanında hakaretamiz gazetecilik yapanlar vardı. Şimdi şikayet edenler o zamanı bilseler keşke.
“Gazetelerin arka sayfa güzelini maalesef ben icat ettim”
* “Arka sayfa güzelini Türk basınına getiren adam” diyorlar sizin için...
Maalesef o benim. Günaydın ilk günlük renkli gazetedir. Arka sayfası spordu. Haldun bey (Simavi) “Sen yap” dedi. “Boa yılanı Amazon’da adamı yuttu” ya da “Göktaşı geliyor” falan gibi ilginç haberler bulayım dedim... Baktım eksik kalıyor. Lui diye bir Fransız dergisi vardı. Brigitte Bardot’nun fotoğraflarını koymuşlar. Arka sayfaya iki tane seçtim. Yanına da bir “Yanardağ patlamak üzere” haberi. Çok beğenildi. Önce eleştirildi ama sonra herkes aynısını yapmaya başladı.
* Satan gazete yapmanın sırrı ne?
Bir kere halkı tanımak. Herkes bunu der ama halkı tanımak, gelen haberi o ruhu taşıyarak vermektir. “Efendim ben siyasi gazete yapayım, seviyem var” falan bunlar bana göre değil. Bizim seviyemiz düşüktür, tirajımız yüksektir. Ben caz hastasıyım. John Coltrane öldüğünde çok üzüldüm ama sürmanşete koymadım. Kim tanır John Coltrane’i? Öte yanda bir adam var, üç kuruşluk vergisini ödeyemedi diye 50 yıllık kamyonetini almışlar. Kalpten düşüp ölmüş. Bu benim için daha önemli.
* Bugün çok satan gazete yapmak için neye eğilmek lazım?
Futbol. Dizilerdeki zengin hayata da özeniyor halk. Elbette magazin de olacak. Siyasetin de magazini olacak. Eskiden beri bunlar değişmiş değil. Millet futbola nasıl meraklıysa Kılıçdaroğlu’nun başında kaç tel saç var, şapkası ne marka ona da meraklı. Gayriciddi her şeye merak var. Arada ciddi haber de olacak ama.
* Ne kadar?
Siyasi haberi kimse okumaz ama siyasi haber olmadan da gazete olmaz. Bugün kitleleri ilgilendiren şey muhaliflik. Sıkıyorsa tabii...
Kitaptan...
Yılmaz Güney’den Nebahat Çehre’ye aşk mektupları
Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’ye yazdığı aşk mektupları var kitapta. Yılmaz kalemi iyi, çok duygulu biriydi. O adam vurma olayında dolduruşa geldi. Çok iyi insandı, çok yakın arkadaşımdı. Hem ona hem vurulana çok yazık oldu.
“Zeki Müren’in her şeyini yazdım”
Çok renkli bir insandı. Ama beni çok etkilememiştir. Ahbaplığımız vardır. Çok belaltıydı. Açık saçık espriyi severdi. Çok iyi muhabbetimiz vardı ama iş ileri gitti mi bir bahane uydurur kaçardım. Çok zeki bir adamdı, hemen durumu anlardı.
“Patronlarıma çok faydam olmuştur”
Haldun Simavi’yle çalıştım. Kendisi sert bir patrondu. Hata istemezdi. Sertti ama öğretirdi ve bu davranışı kişisel değil gazetecilik ile ilgiliydi. Dinç Bilgin ve Aydın Doğan ile de çok yakın çalıştım. Aydın Bey gazeteciliği hakikaten sevdiği için girmiştir bu işe. Çalışanlara o kadar yakındır ki şaşırırsınız.
Ben işimi iyi yapan biriyim. Patronlarla sorunum olmadı. Onlara faydam olmuştur.
Bir “light aspar” öyküsü
1972’ydi galiba, Moskova Film Festivali var. Türkan Şoray ve sevgilisi Rüçhan Adlı oraya gidecek. O zaman 400 bin civarı satan Saklambaç gazetesini çıkarıyorum. Bir numaralı magazin gazetesi ve çok okunuyor.
Vize için Sovyetler Birliği Konsolosluğu’na başvurduk, “45 gün sonra gel” dediler. Hürriyet’e vermişler vizeyi. Bizim de gitmemiz lazım. Sovyet Kültür Ataşesi’ni Egemen Bostancı’nın sahibi olduğu Paşam Tavernası’na götürdüm, içirdim ama adamı kafakola alamıyorum. Anladım ki bunlar Hürriyet’le anlaşmışlar. Bize vermeyecekler vize. Rüçhan abi de bizi istemiyor, kazık yedik yani. Dedim ki “Ben bu işi halledeceğim.”
Avrupa’dan aldığım bir Sovyetler Birliği kitabı vardı. Renkli, pırıl pırıl baskılı. Rusya deyince tabii Kremlin Meydanı gelir akla. Sonra bir de Kızıl Ordu subayları resmi bulduk. Gülüp eğleniyorlar. Aldık Türkan Şoray’ı, ona yapıştırdık. Güzel de rötuşladım. Fotoğrafını çektik. Altına da “Ivan Revrov bilmemne ajansı” diye de bir imza koydum. Gazeteye bastım.
Ertesi gün Hürriyet’te deliriyorlar “Nasıl olur bizde niye yok?”. Çünkü daha yeni gitmişler, fotoğrafın gelmesi mümkün değil. Uçakla geliyor o zaman fotoğraf.
Üç gün devam ettim yayına. Sonra büyükelçiliğe yalvardık, bize Rüçhan Adlı ile bir telefon görüşmesi ayarladılar. “Abi” dedim, “Bak siz Hürriyet’le anlaşıp bize çok büyük kazık attınız ama ben o kazığı çıkardım.”
Son gün Mehmet Ali Kışlalı abimiz kapanış balosundan fotoğraflar yolladı. Onları da son gün fotoroman gibi bastık. Hürriyet hâlâ “Gerçek fotoğraflar bizde” diye anonsluyordu...
O imkansızlıklarla ve o şartlarda mecbur kaldım bunu yapmaya. Şimdiki imkanlarla asla yapmam. O zaman daha 30 yaşına gelmemiştim.
İki türlü asparagas var: Hafif aspar ve tam asparagas. Hafif asparı yapmayan medya aracı yoktur. Haberi işine geldiği şekilde yontar, yeniden biçim verir. Tam asparagas ise; olmayan bir konuyu gerçekmiş gibi haber yapmaktır. Benim Türkan Şoray haberim ise hafif aspardı çünkü haberler tamamen doğruydu, ancak fotoğraflarda aspar vardı. Ne yapayım, gazeteme kazık atılmıştı.
Milliyet