“Gazeteciliğin Netflix’ini kurmalıyız”
Türkiye'de yayımlanan gazete ve dergi sayısı, 2016 yılında yüzde 7.9 azaldı. Üstelik pastanın yüzde 59.7’si zaten dergilerden oluşuyordu.
Şimdi akıllarda iki soru var: Basılı gazetenin beklenen ölümü
gerçekleşiyor mu? Medya profesyonelleri ne yapabilir?
Jouno’dan Sarphan
Uzunoğlu’nun yazısına göre, uzun süredir dünyada
geleneksel medyanın geleceğine ilişkin tartışmalar var. New York
Times, Reuters, Guardian gibi büyük kuruluşlar kapsamlı raporlar
yayınlayarak geleceğin neye benzeyeceği ya da benzemesi gerektiği
konusunda ortaya kimi fikirler atıyor. Bu raporların iki ortak
özelliği var: İlki raporun kendisinin jakoben bir işlevi olması ve
nereye gidildiği konusunda söz söylemesi, ikincisi de kurumsal
farkındalık yaratarak gazetecilere ve gazete ağından beslenen
herkese gelecekle ilgili bir şeyler söylemesi.
Türkiye’deki gazetecilik endüstrisi ise, endüstrileşmenin en büyük
parçası olan araştırma-geliştirme çabaları yerine siyasal rantçılık
gibi meselelerle meşgul olduğundan; sivil toplum ise konuyla ilgili
veri elde edemeyecek kadar medya kuruluşlarından dışlandığından,
Türkiye İstatistik Kurumunun verileri araştırmacılara ve sektörün
öznelerine can simidi uzatıyor.
2013 sonrası çöküş
Gelin öncelikle TÜİK’in verilerine bakalım. 2012-2016 yılları baz
alınarak yayınlanan verilere göre, 2012’den 2013’e geçtiğimiz
süreçte artan total gazete ve dergi satış istatistikleri, 2013
sonrasında istikrarlı bir düşüş içerisinde.
Öncelikle bu düşüşün nedenlerini konuşalım. Türkiye’de ekonomik ve
politik güvencesizliğin 2013 sonrası dönemde arttığı aşikar. Dahası
2011-2015 arası dönemde siyasal alanda açılım süreçleri ve benzeri
birçok meseleyle meydana gelen rahatlama havasının (bu havanın
gerçekçiliği başka bir yazının konusu); yani medyadaki çeşitliliğin
görece arttığı dönemin 2013 Haziran ve Aralık aylarındaki
politik gelişmelerin ardından tersine döndüğü, 2015’te ‘barış
süreci’nin sona ermesi ile birlikte de bu kapının neredeyse tamamen
kapandığını görüyoruz.
Radikal’in ölümü bir işaretti
Bu süreçten sonra gazeteler entelektüel tartışmaların zaten yoğun
olmadığı alanlardan, her biri kendi sahibi için işlevli parti
yayınları olmaya girişti. Her ne kadar herkes ‘maddi’ sebeplere
bağlasa da başta Radikal olmak üzere bu entelektüel tartışma
alanını doldurabilecek basılı yayınların ortadan kalkmasını da bu
dekadansa bağlamak pek de yanlış olmayabilir. Ama bu tabii ki
azalan yayın sayılarına paralel olarak azalan tirajları görmemizi
de engellememeli.
Görüldüğü üzere, toplam istatistiklere bakıldığında hem tirajlarda
hem de yayınların sayısında bir düşüş var. Nüfusu ve üniversite
mezunu sayısı sürekli artan bir ülkede bu tür bir düşüşü anlamak
bazıları için güç olabilir. Ülkede artan Internet kullanım oranını,
akıllı telefon ve tabletlerimizi birer ‘günah keçisi’ ilan eden
perspektifi de burada bahane olarak kullanmak mümkün; ama ben bu
yolu tercih etmekten yana değilim. Zira bir ‘ürün’ olarak basılı
yayının bu kadar hızlı ölmesinin ardında kalite ve değer ile ilgili
bir problem olduğunu düşünüyorum.
Basılı yayınlar değersizlik kurbanı
Değer teorisi üzerine çok konuşmasak da ortalama olarak bir basılı
yayının değerini neyin belirlediğini ve o değeri kimin biçtiğini
düşünelim. Naif olarak bakarsak okurlar ve reklam verenler bir
gazetenin değerinin belirlenmesinde asli fikre sahip olan
unsurlardır. Oysa gerçekliğe baktığımızda okurun, premium ürün
olarak adlandırılabilecek özel raporlar, özel dergi sayıları, asla
gazete bayiine düşmeyen yayınlar veya mizah dergileri gibi özgün
örnekler dışında satın alma alışkanlığının pek de önemli
olmadığını, 50 kuruş-1 lira bandında satış yapan gazetelerin,
okurların satın alma alışkanlığına pek de dayanmadığını; okurun
gazete tarafından reklamverene sunulan ürün olduğunu kabul etmek
konumundayız. Peki okuru reklam eren açısından ne değerli
kılar?
Reklamveren ne istiyor?
Kısaca: Bilgilendirildiğinde hızla tüketime yönelecek olması ya da
uzun vadede bilinirliğin yaratabileceği olası tüketim davranışları.
Türkiye’deki basılı yayınların mevcut modelleri yazık ki büyük
firmalara ve ait oldukları siyasal yapıya sürekli ‘taviz vermek’
üzerine kurulu olduğundan reklam piyasası bağlamında bir değer
teşkil etmedikleri ortada. Zaten, dijital dünyanın analitik
verileri vs. karşısında ne kadar ölçülemez bir durumla karşı
karşıya kalındığı da düşünüldüğünde; reklamverenin mütereddit
olarak yaklaştığı basılı alanda büyük tavizler almadan yatırım
yapması anlamsız. Ama bu bir de kısır döngüye yol açıyor ve zaten
kapınıza köle olan, hiçbir eleştirel içeriğe yer vermeyen
gazetelere büyük bütçelerle reklam vermek özellikle dev şirketler
için gereksizleşiyor.
Gazeteciliğin Netflix’ini kurmalıyız
Reklamverenin önüne dünyayı seren yayın anlayışının terk edilmesi,
atılması gereken ilk adım durumunda. Okurla kurulacak ilişki de en
az bu kadar önem teşkil ediyor. O yüzden basılı yayınlar ilk olarak
ajansların tek tip haber akışının dışında, özel olarak hazırlanmış
haber, rapor, istatistik ve programlara yönelmeli. Basılı ya da
dijital alanda böyle özel, özerk ve özgün içerikler üretilmesi;
basılı alanın sansür ve baskı mekanizmalarından kurtulan, dışarıya
kapalı ama özgür bir alan yaratacaktır. O kapalı alana dahil olmak
bir ayrıcalık hâline gelecektir.
Bu da gazetecilik sektöründe alışılmışın dışında kaynaklara (binaya
değil yazılıma, starlara değil sokaktakilere) yatırım yapmayı,
alternatif söylem ve tarzları olan gazetecilere yönelmeyi; hatta
çok sesliliği siyasi komiser işlevli köşe yazarlarıyla değil,
gazeteciliğin evrensel normlarıyla sağlamayı gerekli kılacaktır.
Muhafazakâr televizyon biçim ve içeriklerinin tekelini kıran Fi
dizisinin dahi gazeteciler için umut ışığı yaratabileceğini
söylemek bu açıdan yanlış olmaz. Bildiğimiz biçim ve içeriklerle
devam ederek, T24’ü, Diken’i ve benzeri siteleri sayıca arttırarak
ortaya ne bir model ne bir kurtuluş reçetesi çıkarırız. Zira bu
sektörel erimenin yanında getirdiği istihdam kriziyle birlikte
düşündüğümüzde bu tarz sitelerin de kendileri için alternatif bir
ekonomik model oluşturamadığı ortada. (T24)