08 Eki 2015 11:51
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 17:55
'Gazetecilere saldıran gazeteciler türedi'
Medya Özgürlüğü ve Medyanın Geleceği 2015 Ödülü’ne layık görülen Nedim Şener'den dikkat çeken açıklamalar...
Türkiye’de kamuoyunun yakından tanıdığı ödüllü gazeteci Nedim Şener’e bir ödül de Almanya’dan geldi. Nedim Şener, İranlı ünlü Yönetmen Cafer Panahi ile birlikte bu yıl Almanya’nın önde gelen basın özgürlüğü ödüllerinden Sparkasse Leipzig Medya Vakfı’nın ‘Medya Özgürlüğü ve Medyanın Geleceği 2015 Ödülü’ne layık görüldü. Ödülünü almak üzere Almanya’ya gelen Nedim Şener’e güncel gelişmelere ilişkin düşüncelerini sorduk.
DW Türkçe: Almanya’nın saygın basın özgürlüğü ödüllerinden birine layık görüldünüz bu yıl. Neler hissediyorsunuz?
Nedim Şener: Benim için çok heyecan verici, üç nedenden ötürü heyecan verici. Ben 1966 yılında Almanya’da bir işçi çocuğu olarak dünyaya geldim ve 2 yaşındayken büyüklerimin yanına gönderildim ailem tarafından. Neredeyse 50 yıl sonra bu ülkeye gazeteci olarak bir gazetecilik ödülü almaya geliyorum, yanımda eşim ve 12 yaşındaki kızım da var. Hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyorum diyebilirim. İkincisi tabii ki basın özgürlüğü konusunda bir ödül verilmesi. Benim için çok büyük bir sorumluluk doğuran bir olay. Çünkü gazeteciler için her bir ödül yeni sorumluluklar, ifade özgürlüğü yolunda yeni sorumluluklar demektir. Ama asıl önemli bir boyutuysa Hrant Dink cinayeti ile ilgili yaptığım araştırmalar. Daha önce de Hrant Dink araştırmalarım nedeniyle ödüllendirilmiştim, ama bir kez daha, hem de böyle bir ortamda, hem de bu yılda anlaşılmış olması, Almanya’daki meslektaşlarım tarafından takdir edilmiş olması benim çok daha önemli.
DW Türkçe: Türkiye’de son dönemde gazetecilere yönelik baskıların arttığına meslek örgütleri ve uluslararası kuruluşlar da dikkat çekiyor. Gazeteler ve gazeteciler saldırıya uğruyor, gazeteciler işten çıkarılıyor. Bütün bu gelişmeler ışığında basın özürlüğünün Türkiye’deki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nedim Şener: Biz cezaevindeyken, yani 2011 yılında aşağı yukarı 102 tane gazeteci cezaevindeydi. Bu tarihi bir rekordu, dünyada en çok gazeteci hapseden ülke haline gelmiştik. Daha sonra yasalardaki bir takım değişiklikler olmasa da uygulamalar nedeniyle tahliyeler oldu, gazeteciler serbest bırakıldı, bugün 25 civarında yine de çok yüksek oranda gazeteci cezaevinde. Bu olayın bir yönü. Ama Türkiye’de hapishanede olmasanız da gazeteciliğin çok baskı altında olduğu, gazeteciliğin yapılamaz noktaya getirilmek istendiğine dair çok somut örnekler son dönemlerde özellikler artıyor. Korkunç olan şu, iktidarın hoşgörüsüzlüğü, yasaların acımasızca uygulanması yanında acı veren, herkesin de dikkat çekmesi gereken şu: Türkiye’de gazetecilere saldıran gazeteciler türedi, üredi, üretildi, desteklendi. İktidara yakın gazeteciler tarafından yapılıyor bunlar. Ve bunlar meslektaşlarını açık açık hedef alabiliyorlar, açık açık tehdit ediyorlar. Zaten onların oluşturduğu bu ortamda da hükümete şirin görünmeye çalışan veya bir takım kirli amaçları olan insanlar da gazete binalarına saldırıyor, gazetecilere saldırıyorlar, gazetecilerin canlarına bile kast edebilecek sözleri edebiliyorlar rahatlıkla. Bunun ileriki yansıması maalesef gazetecilere bir şey olmasından korkuyoruz. Türkiye gazeteciler için bir baskı sembolü, dünyada gazetecilere yönelik en ağır ihlallerin olduğu bir ülke haline getirilmeye çalışılıyor. Buna karşı gazeteciler de aynı güçte var olmaya, özgür ve bağımsız gazeteciliğini yapmaya çalışıyor.
DW Türkçe: “Gazetecilere saldıran gazeteciler var” dediniz. Siz de 2001 yılında meslektaşınız Ahmet Şık ile birlikte Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanmış ve yazdığınız kitaplardan ötürü Gülen grubu ile karşı karşıya gelmiştiniz. Şimdi aynı kesim Türkiye’de basın özgürlüğünün ihlal edildiğini savunuyor. Türk basınındaki bu bölünmüşlüğü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nedim Şener: Gülen cemaatinin gazetecilerinin basın özgürlüğü konusundaki şikayetleri bence yapmacık, sahte ve ikiyüzlüce. Benim ve birçok gazetecinin tutuklanmasında, KCK operasyonlarında Kürt gazetecilerin tutuklanmasında Gülen cemaatinin ve Gülen cemaatine tetikçilik yapan gazetecilerin çok büyük rolü vardır. Onların 2013 Aralık’tan sonra basın özgürlüğü ihlalleri konusundaki şikayetleri tamamen hükümetin cemaate yönelik operasyonları kapsamında değerlendirmek lazım. Gülen cemaati mensupları 17 Aralık’tan sonra yolsuzluk konusunda sesleri çıkan bir grup gibi kendisini gösteriyor.
Ama ben Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden, 90’lı yıllardan başlayarak 2002’de AKP hükümetinin kurulduğu ilk günden beri sürekli yolsuzluk haberi yapan bir gazeteci olarak şuna şahidim: O tarihlerde, yani hükümetle cemaatin çok yakın oldukları tarihlerde, balayı yaşadıkları 10 yıllık süreç içinde, yolsuzluktan hiç şikayet ettiklerini görmedim. Aksine bizler yolsuzluk haberleri yaparken, bizleri darbe girişiminde bulunmakla suçluyorlardı, terörist diye suçlayabiliyorlardı ve tasfiye edilebilecek gazeteciler diye bir takım örneklemeler yapabiliyorlardı ve nihayetinde hakikaten bazılarımız da hapse düşüyorduk. Bugün nasıl kendi otoriter amaçları için demokrasi kavramını kullanan siyasetçiler varsa, Gülen Cemaati de demokrasiyi, yolsuzlukla mücadeleyi ve basın özgürlüğünü tamamen kendi cemaatinin pozisyonunu kurtarmak, kendisini uluslararası anlamda ‘ben bunlarla mücadele ediyorken başıma bunlar geldi’ diye bir reklam aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Kendilerini eleştiren gazetecileri de şöyle suçluyorlar: “Hırsızlarla darbeciler elele” Yarın devlet içindeki çetesi güçlendiği zaman aynı ihlalleri fazlasıyla yapabileceğinin işaretlerini alabiliyorsunuz. Gülen cemaati eleştiriye kendisinden başlarsa, kendi hatalarından başlarsa ben buna gazetecilik derim. Çünkü biz bir yere bağlı olmayan gazeteciler herkesi eleştirebiliriz, gücümüz de buradan geliyor zaten.
DW Türkçe: Türkiye’de bu kutuplaşmış ortamda erken seçim yaklaşıyor. Seçimin Türkiye’deki atmosferi değiştireceğine inanıyor musunuz?
Nedim Şener: Hayır, hemen hemen birbirine benzer bir fotoğraf çıkacak. Hatta her şeye hayır diyen MHP, AKP ile dahi hükümet kurabileceğine dair işaretler veriyor. Seçimin sonucu aşağı yukarı benzer çıkacak. Bugün tartışılan konu Türkiye’de kimle kim koalisyon yapacak? Muhtemelen AKP-CHP zor bir ihtimal ama AKP-MHP güçlü bir ihtimal olarak gündemde tutulmaya çalışılıyor.
DW Türkçe: Siz Hrant Dink cinayetini de uzun süre araştırdınız ve bu konuyu hem “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” ve “Kırmızı Cuma” isimli kitaplarınızda ele aldınız. Dink cinayetinin “polis, MİT, jandarma ile Ergenekon ayağı”nın aydınlatılması gerektiğini savunuyorsunuz. Son olarak cinayete ilişkin 5 emniyet görevlisi hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Şimdi soruşturmada gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Nedim Şener: Bu çok önemli bir adım. Daha önce zaten bu cinayete göz yuman, bunun planlanmasında, organizasyonunda görev yapan ve bile bile Hrant Dink’i ölüme götüren ekipler olarak Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer gibi önemli isimler tutuklanmıştı. Şimdi onların etrafında görev yapan, yani bu olayla ilgili olarak alt birimlerde çalışan, onlara yardımcı elemanlık yapan kişiler tutuklanıyor. Bu polis ayağı. Bunun İstanbul ayağı var, Trabzon ayağı var. Hala bu tür hukuki işlemlerle karşılaşması gereken insanlar var ve muhtemelen onlar da mahkemelere çıkacaklardır. Zaten iddianame yakında çıkacak. Çoğu kişinin sanık olduğunu göreceğiz. Ama öte yandan MİT ayağı hala aydınlanmış değil. Hrant Dink’in ilk tehdit edilmesi olayı MİT tarafından 2004 yılında gerçekleşmiştir, valiliğin odasında. Oysa vali yardımcısı, valinin görevi, İstanbul Emniyet Müdürü’nün görevi saldırıya uğrayan Hrant Dink’i korumak iken, korunmasını sağlamak iken onun tehdit edilmesine göz yummuşlardır. Dolayısıyla o kısmın mutlaka aydınlanması gerekiyor. Jandarmayla ilgili bölüm Trabzon’da bir mahkemede hala sürmekte ama ben Ergenekon sanıklarının adı geçtiği ve Yasin Hayal ve grubunu yönlendirmede etkili olduğunu düşündüğüm Trabzon’daki bu yapılanmayla ilgili ciddi soruşturmanın yapılması gerektiğini düşünüyorum. Onun jandarma ve polisle bağlantılarını çözdüğünüz zaman Hrant Dink cinayetinin etrafında ismi geçen 30 kişinin üzerine en az iki kat daha isim ortaya çıkar ki bunun aslında nasıl büyük bir kumpas olduğunu, nasıl büyük bir cinayet olduğunu, aslında Türkiye’deki derin devlet yapısının ne olduğunu biz bu cinayet üzerinden görüyoruz. 2007-2008’den beri bunları anlatmaya çalışıyoruz. Bugün yaşanan, bu araştırmaların sonucudur.
DW Türkçe: Dink cinayetinin geçen bu kadar süreye rağmen aydınlatılamamış olmasını neye bağlıyorsunuz?
Nedim Şener: Türkiye’de bir savcı 1,5 yıldır bu konuyu soruşturuyor ve şu ana kadar yaptığı tutuklamaları görüyorsunuz. Nasıl bir fotoğraf elde etti. Oysa cemaatin savcıları bu dosyanın üzerinde 3,5 yıl oturdular. 2010 yılında AİHM kararı çıktıktan sonra bu soruşturma başlamıştı. O dosyayı bir adım ileri götürmediler ve dosyanın üzerine yattılar. Nedeni de şuydu: Hrant Dink cinayetinin arkasında çok ciddi şekilde cemaat polislerinin rolleri var. Zaten iddianame bunu bize gösterecek. Neden Hrant Dink öldürüldü? Neden göz yumdular? Neden bu cinayete katkıda bulundular derseniz onu da Ergenekon soruşturmalarında arayacağız. Ergenekon operasyonu 2000’li yılların başında aslında Veli Küçük ve grubu diye adlandırılan bir operasyonun içeriğini oluşturuyordu. Tuncay Güney’in o tarihte verdiği ifadelere bağlı olarak. Ama Türkiye’de askeri vesayeti yıkacağız diye yola çıkanlar onu askeri darbe teşebbüsleri planlarını ve varsayımlarını bu çete ile birleştirip yeni bir dava haline getirdiler. Ama bunun için Türkiye’de Hrant Dink cinayeti gibi Rahip Santoro cinayeti gibi, Alman rahiplerin öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı gibi provokatif eylemlerin olması gerekiyordu. Yakında Hrant Dink iddianamesi çıktığı zaman göreceğiz. Bu üç cinayetin de bütün takibinin bir masa içinde yapıldığını, bu masa içinde aynı zamanda Ergenekon takibinin yapıldığını ve bu masadaki görevlilerin göz göre göre bu kişileri korumadıklarını aksine ölümüne göz yumduklarını okuyacağız. Bu provokatif eylemler de Ergenekon operasyonuna meşruiyet sağlaması için göz yumulan iştirak edilen eylemler olarak tarihteki yerini alacak.
Deutsche Welle Türkçe
Söyleşi: Başak Özay
DW Türkçe: Almanya’nın saygın basın özgürlüğü ödüllerinden birine layık görüldünüz bu yıl. Neler hissediyorsunuz?
Nedim Şener: Benim için çok heyecan verici, üç nedenden ötürü heyecan verici. Ben 1966 yılında Almanya’da bir işçi çocuğu olarak dünyaya geldim ve 2 yaşındayken büyüklerimin yanına gönderildim ailem tarafından. Neredeyse 50 yıl sonra bu ülkeye gazeteci olarak bir gazetecilik ödülü almaya geliyorum, yanımda eşim ve 12 yaşındaki kızım da var. Hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyorum diyebilirim. İkincisi tabii ki basın özgürlüğü konusunda bir ödül verilmesi. Benim için çok büyük bir sorumluluk doğuran bir olay. Çünkü gazeteciler için her bir ödül yeni sorumluluklar, ifade özgürlüğü yolunda yeni sorumluluklar demektir. Ama asıl önemli bir boyutuysa Hrant Dink cinayeti ile ilgili yaptığım araştırmalar. Daha önce de Hrant Dink araştırmalarım nedeniyle ödüllendirilmiştim, ama bir kez daha, hem de böyle bir ortamda, hem de bu yılda anlaşılmış olması, Almanya’daki meslektaşlarım tarafından takdir edilmiş olması benim çok daha önemli.
DW Türkçe: Türkiye’de son dönemde gazetecilere yönelik baskıların arttığına meslek örgütleri ve uluslararası kuruluşlar da dikkat çekiyor. Gazeteler ve gazeteciler saldırıya uğruyor, gazeteciler işten çıkarılıyor. Bütün bu gelişmeler ışığında basın özürlüğünün Türkiye’deki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nedim Şener: Biz cezaevindeyken, yani 2011 yılında aşağı yukarı 102 tane gazeteci cezaevindeydi. Bu tarihi bir rekordu, dünyada en çok gazeteci hapseden ülke haline gelmiştik. Daha sonra yasalardaki bir takım değişiklikler olmasa da uygulamalar nedeniyle tahliyeler oldu, gazeteciler serbest bırakıldı, bugün 25 civarında yine de çok yüksek oranda gazeteci cezaevinde. Bu olayın bir yönü. Ama Türkiye’de hapishanede olmasanız da gazeteciliğin çok baskı altında olduğu, gazeteciliğin yapılamaz noktaya getirilmek istendiğine dair çok somut örnekler son dönemlerde özellikler artıyor. Korkunç olan şu, iktidarın hoşgörüsüzlüğü, yasaların acımasızca uygulanması yanında acı veren, herkesin de dikkat çekmesi gereken şu: Türkiye’de gazetecilere saldıran gazeteciler türedi, üredi, üretildi, desteklendi. İktidara yakın gazeteciler tarafından yapılıyor bunlar. Ve bunlar meslektaşlarını açık açık hedef alabiliyorlar, açık açık tehdit ediyorlar. Zaten onların oluşturduğu bu ortamda da hükümete şirin görünmeye çalışan veya bir takım kirli amaçları olan insanlar da gazete binalarına saldırıyor, gazetecilere saldırıyorlar, gazetecilerin canlarına bile kast edebilecek sözleri edebiliyorlar rahatlıkla. Bunun ileriki yansıması maalesef gazetecilere bir şey olmasından korkuyoruz. Türkiye gazeteciler için bir baskı sembolü, dünyada gazetecilere yönelik en ağır ihlallerin olduğu bir ülke haline getirilmeye çalışılıyor. Buna karşı gazeteciler de aynı güçte var olmaya, özgür ve bağımsız gazeteciliğini yapmaya çalışıyor.
DW Türkçe: “Gazetecilere saldıran gazeteciler var” dediniz. Siz de 2001 yılında meslektaşınız Ahmet Şık ile birlikte Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanmış ve yazdığınız kitaplardan ötürü Gülen grubu ile karşı karşıya gelmiştiniz. Şimdi aynı kesim Türkiye’de basın özgürlüğünün ihlal edildiğini savunuyor. Türk basınındaki bu bölünmüşlüğü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nedim Şener: Gülen cemaatinin gazetecilerinin basın özgürlüğü konusundaki şikayetleri bence yapmacık, sahte ve ikiyüzlüce. Benim ve birçok gazetecinin tutuklanmasında, KCK operasyonlarında Kürt gazetecilerin tutuklanmasında Gülen cemaatinin ve Gülen cemaatine tetikçilik yapan gazetecilerin çok büyük rolü vardır. Onların 2013 Aralık’tan sonra basın özgürlüğü ihlalleri konusundaki şikayetleri tamamen hükümetin cemaate yönelik operasyonları kapsamında değerlendirmek lazım. Gülen cemaati mensupları 17 Aralık’tan sonra yolsuzluk konusunda sesleri çıkan bir grup gibi kendisini gösteriyor.
Ama ben Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden, 90’lı yıllardan başlayarak 2002’de AKP hükümetinin kurulduğu ilk günden beri sürekli yolsuzluk haberi yapan bir gazeteci olarak şuna şahidim: O tarihlerde, yani hükümetle cemaatin çok yakın oldukları tarihlerde, balayı yaşadıkları 10 yıllık süreç içinde, yolsuzluktan hiç şikayet ettiklerini görmedim. Aksine bizler yolsuzluk haberleri yaparken, bizleri darbe girişiminde bulunmakla suçluyorlardı, terörist diye suçlayabiliyorlardı ve tasfiye edilebilecek gazeteciler diye bir takım örneklemeler yapabiliyorlardı ve nihayetinde hakikaten bazılarımız da hapse düşüyorduk. Bugün nasıl kendi otoriter amaçları için demokrasi kavramını kullanan siyasetçiler varsa, Gülen Cemaati de demokrasiyi, yolsuzlukla mücadeleyi ve basın özgürlüğünü tamamen kendi cemaatinin pozisyonunu kurtarmak, kendisini uluslararası anlamda ‘ben bunlarla mücadele ediyorken başıma bunlar geldi’ diye bir reklam aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Kendilerini eleştiren gazetecileri de şöyle suçluyorlar: “Hırsızlarla darbeciler elele” Yarın devlet içindeki çetesi güçlendiği zaman aynı ihlalleri fazlasıyla yapabileceğinin işaretlerini alabiliyorsunuz. Gülen cemaati eleştiriye kendisinden başlarsa, kendi hatalarından başlarsa ben buna gazetecilik derim. Çünkü biz bir yere bağlı olmayan gazeteciler herkesi eleştirebiliriz, gücümüz de buradan geliyor zaten.
DW Türkçe: Türkiye’de bu kutuplaşmış ortamda erken seçim yaklaşıyor. Seçimin Türkiye’deki atmosferi değiştireceğine inanıyor musunuz?
Nedim Şener: Hayır, hemen hemen birbirine benzer bir fotoğraf çıkacak. Hatta her şeye hayır diyen MHP, AKP ile dahi hükümet kurabileceğine dair işaretler veriyor. Seçimin sonucu aşağı yukarı benzer çıkacak. Bugün tartışılan konu Türkiye’de kimle kim koalisyon yapacak? Muhtemelen AKP-CHP zor bir ihtimal ama AKP-MHP güçlü bir ihtimal olarak gündemde tutulmaya çalışılıyor.
DW Türkçe: Siz Hrant Dink cinayetini de uzun süre araştırdınız ve bu konuyu hem “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” ve “Kırmızı Cuma” isimli kitaplarınızda ele aldınız. Dink cinayetinin “polis, MİT, jandarma ile Ergenekon ayağı”nın aydınlatılması gerektiğini savunuyorsunuz. Son olarak cinayete ilişkin 5 emniyet görevlisi hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Şimdi soruşturmada gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Nedim Şener: Bu çok önemli bir adım. Daha önce zaten bu cinayete göz yuman, bunun planlanmasında, organizasyonunda görev yapan ve bile bile Hrant Dink’i ölüme götüren ekipler olarak Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer gibi önemli isimler tutuklanmıştı. Şimdi onların etrafında görev yapan, yani bu olayla ilgili olarak alt birimlerde çalışan, onlara yardımcı elemanlık yapan kişiler tutuklanıyor. Bu polis ayağı. Bunun İstanbul ayağı var, Trabzon ayağı var. Hala bu tür hukuki işlemlerle karşılaşması gereken insanlar var ve muhtemelen onlar da mahkemelere çıkacaklardır. Zaten iddianame yakında çıkacak. Çoğu kişinin sanık olduğunu göreceğiz. Ama öte yandan MİT ayağı hala aydınlanmış değil. Hrant Dink’in ilk tehdit edilmesi olayı MİT tarafından 2004 yılında gerçekleşmiştir, valiliğin odasında. Oysa vali yardımcısı, valinin görevi, İstanbul Emniyet Müdürü’nün görevi saldırıya uğrayan Hrant Dink’i korumak iken, korunmasını sağlamak iken onun tehdit edilmesine göz yummuşlardır. Dolayısıyla o kısmın mutlaka aydınlanması gerekiyor. Jandarmayla ilgili bölüm Trabzon’da bir mahkemede hala sürmekte ama ben Ergenekon sanıklarının adı geçtiği ve Yasin Hayal ve grubunu yönlendirmede etkili olduğunu düşündüğüm Trabzon’daki bu yapılanmayla ilgili ciddi soruşturmanın yapılması gerektiğini düşünüyorum. Onun jandarma ve polisle bağlantılarını çözdüğünüz zaman Hrant Dink cinayetinin etrafında ismi geçen 30 kişinin üzerine en az iki kat daha isim ortaya çıkar ki bunun aslında nasıl büyük bir kumpas olduğunu, nasıl büyük bir cinayet olduğunu, aslında Türkiye’deki derin devlet yapısının ne olduğunu biz bu cinayet üzerinden görüyoruz. 2007-2008’den beri bunları anlatmaya çalışıyoruz. Bugün yaşanan, bu araştırmaların sonucudur.
DW Türkçe: Dink cinayetinin geçen bu kadar süreye rağmen aydınlatılamamış olmasını neye bağlıyorsunuz?
Nedim Şener: Türkiye’de bir savcı 1,5 yıldır bu konuyu soruşturuyor ve şu ana kadar yaptığı tutuklamaları görüyorsunuz. Nasıl bir fotoğraf elde etti. Oysa cemaatin savcıları bu dosyanın üzerinde 3,5 yıl oturdular. 2010 yılında AİHM kararı çıktıktan sonra bu soruşturma başlamıştı. O dosyayı bir adım ileri götürmediler ve dosyanın üzerine yattılar. Nedeni de şuydu: Hrant Dink cinayetinin arkasında çok ciddi şekilde cemaat polislerinin rolleri var. Zaten iddianame bunu bize gösterecek. Neden Hrant Dink öldürüldü? Neden göz yumdular? Neden bu cinayete katkıda bulundular derseniz onu da Ergenekon soruşturmalarında arayacağız. Ergenekon operasyonu 2000’li yılların başında aslında Veli Küçük ve grubu diye adlandırılan bir operasyonun içeriğini oluşturuyordu. Tuncay Güney’in o tarihte verdiği ifadelere bağlı olarak. Ama Türkiye’de askeri vesayeti yıkacağız diye yola çıkanlar onu askeri darbe teşebbüsleri planlarını ve varsayımlarını bu çete ile birleştirip yeni bir dava haline getirdiler. Ama bunun için Türkiye’de Hrant Dink cinayeti gibi Rahip Santoro cinayeti gibi, Alman rahiplerin öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı gibi provokatif eylemlerin olması gerekiyordu. Yakında Hrant Dink iddianamesi çıktığı zaman göreceğiz. Bu üç cinayetin de bütün takibinin bir masa içinde yapıldığını, bu masa içinde aynı zamanda Ergenekon takibinin yapıldığını ve bu masadaki görevlilerin göz göre göre bu kişileri korumadıklarını aksine ölümüne göz yumduklarını okuyacağız. Bu provokatif eylemler de Ergenekon operasyonuna meşruiyet sağlaması için göz yumulan iştirak edilen eylemler olarak tarihteki yerini alacak.
Deutsche Welle Türkçe
Söyleşi: Başak Özay