13 Kas 2011 12:09 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:59

GAZETECİ ÇOCUKLAR ÖLDÜ; BASIN'IZ SAĞOLSUN! YILMAZ ÖZDİL'İN BU YAZISI ÇOK KONUŞULACAK!

Hürriyet Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz'ın ölümü üzerine çarpıcı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Basın’ız sağ olsun

Gazeteci çocuklar öldü.

Basın’ız sağ olsun.

30’unda da 50’sinde de 70’inde de olsa, gazeteci çocuktur onlar... Nüfus kâğıtlarında ne yazarsa yazsın, egoları büyümez, heyecanları yaşlanmaz.

Profesyonel serseri’dirler.

İlk günkü ruhla koşturur, ömrünü tükettiğinin farkına varmaz, varsa da zaten umurunda olmaz. Çünkü, haber yapamadığında ölür asıl... Bu virüs dolaşır damarlarında, kemirir için için, yer bitirir... O nedenle hayatını tehlikeye atar. Sen tapu biriktirirsin, onlar manşet biriktirir. Torunlarına banka cüzdanı gibi miras bırakacağı kupürleriyle yaşar.

Bunlarla evli olmak, çekilecek kahır değildir. “Gazetenin yanında metres’im” duygusuyla nikâhlıdır gazeteci eşleri... Karı-koca olamayacaklarını anlarlar zamanla... Veya, taaa en başından bilmek zorundadırlar. Arkadaş olur. Sevgili olur. Koca olmaz.

Kadın gazetecileri tenzih ediyorum; hakikaten “en zor meslek”tir gazeteci eşi olmak... Okulu yoktur. Maceranın bizatihi kendisidir. Çocuğunun doğumuna bile yetişemez çoğu... Kendi düğününe geç kalanı biliyorum. Kayalara çarpa çarpa, fırtınalarda boğuşa boğuşa öğrenilir.

(Burak Ersemiz mesela... Hani şu, kameramanı Deniz Pirinççiler’le birlikte 5.6’lık depremden sonra çatır çatır çatlamış doğum hastanesine dalıp, etrafta doktor-hemşire olmadığı için, kuvözdeki bebeleri tek tek çıkaran Show Haber’deki gazeteci çocuk... Bir kızı var, bir de oğlu Burak’ın... Kızı 15, oğlu 5 yaşında henüz... “Benimkilere ne olur” diye düşünmedi, “bunlar ne olacak” diye düşünüp, hatta düşünmeyip, içeri daldı... Biz ekrandan seyredenler için, üç dakikalık haberdi alt tarafı... Ya eşi Serpil için?)

En baba gazetede çalışan gazeteci çocuklar, depreme mepreme gittiklerinde, kahvaltı, öğle, akşam yemeği, günlük 60 lira harcırah alır. Küçük tirajlı gazeteler, 30 lirayı öpsün başına koysun. E her yer, yerle bir... Fiş alamaz. Dönünce maaşından kesilir. Güya harcırah’tır, olur sana kişisel harcama! Anlatamazsın, hayatı plaza’lardan ibaret sanan muhasebe elemanına.

Tecrübeli olanlar, sırt çantalarını bisküvi, çikolata ve su’yla doldurur giderken... Restoran mestoran bulamazsın felaket bölgesinde... Çömez muhabirler, su’dan otlanır. Çikolatalar çadırdaki bebelere dağıtılır.

Değerli ağabeyim Uğur Dündar’la beraber Star’dan ayrılmadan, en son görev... Gözünü budaktan sakınmayan şövalyelerimiz Turgut Erat’la Mustafa Şap’ı göndermiştik Van’a... İlk beş gün bisküvi yediler. Ahali elinde tasla çorba beklerken, şirin görünmek için gazetecilere torpil yapan Kızılay’ın yemek sırasına girmeye utanırlar. İstisnasız, hepsi böyledir.

Beş gün sonra, işler biraz rayına girince, girdiler anca Kızılay kuyruğuna... İlk yemek, imamın aptes suyu kıvamında mercimek çorbasıydı. Ve, nihayet ekmek... Çökmüş binanın önünde, sekiz olmuş kaldırım taşında kaşıkladılar. İstanbul’dan telefon tam o sırada geldi... Televizyon kanalımız satılmış, Mustafa Şap işinden atılmıştı. Bilmiyorum gari, işsiz kaldığına mı üzüleyim, işine devam edip Bayram Oteli’nin enkazının altında kalmadığına mı sevineyim.

Neyse, büyük gazetelerin ekipleri otomobil kiralar. Bi yerden bi yere gitmek için filan değil, sığınıp, uyumak için... Küçük gazetelerin ekipleri, ya birleşip ortak kiralar, ya da mecburen kriz merkezinin çadırında, sandalyede uyuklar.

Bi gece idare edersin de, bi hafta otomobilde uyumak, Ramses gibi mumyalanıp, tabuta konmak gibidir. Her tarafın tutulur. Dizlerin uyuşur. Gözkapakların kurşun gibi ağırlaşıp, başın öne düştüğünde, enkazdan çıkan bir kol rüyana girer, suratına dokunur adeta... Veya kopuk bi bacak dürter, hoplarsın. Sen hoplayınca, otomobil sallanır, bu sefer kameraman hoplar, deprem oluyor diye... İrkilirsin. Uyku sersemi, yanındaki ceset dirildi sanırsın.

Gece buz. Kulağını keser adamın. Eşofman giyersin içine... Üstüne de, THY battaniyesi örtersin. Sırt çantasına sığmadığı için, yolda gelirken araklarsın uçağın battaniyesini...

Zehirlenmeyi göze alıp, otomobili sürekli çalışır vaziyette tutarsın ki, kalorifer ısıtsın. İstanbul’a döndüğünde “az kilometre yapmışsın ama, fazla benzin fişi almışsın, bizi mi kazıklıyorsun” diye, dolandırıcı muamelesi görürsün. Dedim ya... Anlatamazsın.

Üşütüp hastalanmaya karşı, leblebi gibi vitamin yutarsın, cebinde taşıdığın ilaçların parasını kendi cebinden ödersin. Para önemli değil de, hastalanırsan, geri çekerler, haber yapamazsın, o fena... Haber yapamadıktan sonra, turp gibi olsan ne yazar... Ateşin 40’a bile çıksa, telefonda eşine, annene söylemezsin ki, müdürü arayıp hastalandığını ispiyonlamasın.

Ölüm siner üstüne... Leş gibi kokarsın. Yıkanmak zaten yok da... Tuvalet yok asıl... Erkek muhabirsen, dağa bayıra gidersin. Kadın muhabirsen, hayatında felaket bölgesinde görev yapmadığı için, felaket bölgesine kadın muhabir gönderen, tepeden inme kazma yöneticilerin kurbanı olursun. (Yürekli kızlardır ama... Ha yıkıldı ha yıkılacak diye titreyerek, tavanlara baka baka, hasarlı binaların tuvaletlerine girmek zorunda kalırlar.)

Dünyanın en kısa ömürlü ürünüdür gazete... Piyasaya çıkar, yarım saat sonra bayatlar. Hemen yenisini bulmak zorundasındır. Haber müdürleri ise, dünyanın en iştahlı insanlarıdır. En lezzetli haberi bul, biraz sonra arar, “başka ne var?” diye sorar. İki dakka gecik, fırça yersin. Bu arada, depremzededen de dayak yersin... Kadının biri çıktı mesela, abuk sabuk laflar söyledi ekrandan, o televizyonun muhabirinin burnunu kırdılar. Kırık burunla çalıştı.

Ve, insanüstü çalışırlar ama, neticede insandırlar. Sokaklarda yatmaktan dirençleri düşer. Sağlam denilen ilk otele kapağı atarlar. Otel çöker. Müdür arar. Ulaşamaz. Nerde bu diye hayıflanır. Halbuki, haber’dedir gazeteci çocuk... Haberin tam içindedir. Basın’ız sağ olsun.

Yılmaz Özdil/Hürriyet