GAZETECİ AĞABEYDEN ÖLEN KARDEŞE ''AĞIT SENFONİSİ!''
Söyle Atillam, ateşbazım, iyi yürekli ejderham! Bu dünya ruhuna dar mı geliyordu da gittin?
Yıldızsız, çorak gecenin ortasında uçsuz bucaksız bir orak gıcırtısı… Şahlanan şimşek, kişneyen gökyüzü… Zamanın damarlarından çağlayarak, çağlar atlayarak akıp gelen oraklı bir şövalye… Alnı da; tıpkı bir çiftçinin dölsüz ve susuz, kısır ve dahi zürriyetsiz toprakları gibi çatlaklarla dolu. Ve yorgunluktan neredeyse çatlayacak atını dizginleyerek bakıyor, rüyasından uyandıracağı maktulüne…
Maktulün yüzünde bir Joker gülümsemesi var, belli belirsiz. Müstehzi ve fakat ne acıklı bir tebessüm… Öyle ki, kahkahalarla mukabele edesi geliyor insanın. Kahkahalarla ağlayası geliyor. Ama erken, henüz erken… Nasılsa az ötede ağıtları kudretli, şalvarlı, şişman kadınların arasına düşecek ve onların etten rahimleriyle ördüğü konser salonundaki uzun ağıt senfonisinde orkestra şefliği yapacaksın, filarmonik bir şehvetle. Şehvetle acı çekecek, hırsla ağlayacaksın. İlk defa ağlayacaksın, bir erkek olduğundan beri. Öyle ya, ne demiş ağabeyin,
büyük biraderin: “Sadece çocukluklarında ağlar erkekler ve o zaman da bir erkek değildirler henüz ve zaten gelecekte hiç ağla(ya)mayacaklarını bildikleri için en çok o zaman ağlarlar.”
Ağlarlar mı ölüler kendi ölümlerine. Kim bilir… Kim bilir, senin, yeryüzünde milyarlarca maktulü olduğu halde bir seri katil olarak portresi hiç yazılmamış Azrail’i ansızın karşında görünce neler hissettiğini. Yalnızca, yaralanmış ağzınla Joker gibi gülümsediğini biliyoruz, bir cenaze olarak portreni gördüğümüz için. Bir cenaze olarak portreni gördüğüm için biçilecek buğday çiftçiye nasıl görünüyorsa ruhlarımız da Azrail’e demek öyle görünüyor diyorum. Çiftçi için buğday, Azrail için ruhlarımız diyorum, için için ağlayarak.
Ağır ağır biniyorsun şövalye Azrail’in atının terkisine. Söyle, diktatörce mi kaçırılıyorsun, yoksa kendi isteğinle mi yola çıkıyorsun, sırtında bohçasıyla âşığına kaçan genç kızlar gibi ürkek, ama yüreklice. Derken zamanının gerisinde kalmış yorgun bir saat gibi duruyor, ölüm uykusuna yatmış bir zaman gibi sessiz sedasız gidiyorsun. Kanla geliriz dünyaya ve kanla gideriz ya, sen de ağzındaki ve boğazındaki kanı kalbimize damlatıp gidiyorsun. Şimdilik sanki bir gün hiç durmayacakmış gibi kusursuz bir ahenkle şımarıkça atıp duran kalplerimize kan oluyorsun ve damarlarımızda akıyorsun.
Sonra “gottik” Adana şehrinden “gotik” bir cenaze merasimi ile uğurlanıyorsun. Mezarını, evladını gurbete yollayan bir Anadolu fukarasının yolları suladığı gibi suluyoruz ardın sıra. Annem mezarına sarılıp ağlıyor. Sıcakta kavrulmuş kuru toprak, annemin göz pınarlarından doğup da, yanaklarından aşağı serin köpüklü akarsular gibi gümbürdeyerek ilerleyen, çenesinin şelalelerinden düşüp denizini, deltasını bulan gözyaşlarıyla sulanıyor. Ağlıyor asırlarca, ağlıyorsun, ağlıyorum, ağlıyoruz ve ağlaya ağlaya senin mimarı olduğun çamur mezarlar inşa ediyoruz hep birlikte. Derken sen -yalnızca ve yalnızca sen- çamurdan bir heykel olarak ayağa kalkıyor ve uzaklara, çokk uzaklara koşuyorsun. Bir başka hayata halk edilmiş bir adam, bir âdem olarak… Böylece anlıyoruz aman vermez Azrail’in hasadının ne yaman olduğunu. Milyonlarca yılın deneyimiyle sanki sünnetlik oğlanın fazlalığını keser gibi ruh biçtiğini…
Doğduğun evin, doğduğumuz evin salonunda nasıl sünnet edildiğimizi hatırlıyorum. Sen de hatırlıyor musun, biz bacaklarımızı doğurdu doğuracak kadınlar gibi açıp, yaşlı fenni sünnetçinin bin yıllık usturasıyla yapacağı hokus pokus hareketini beklerken, insanlar sıra sıra dizilmiş, mahşerde, sırat köprüsünde lobut çevirerek yürüyen bir jonglörü izliyormuşçasına keyifle bizi seyrediyorlardı. Bir şölen vardı. Büyük, tuhaf bir şölen… Şölen bizim için yapılıyordu ama biz bir Dostoyevski karakteri gibi şölenin dışında tutulmuştuk. İnsanlar yiyip içiyor, gülüyor ve eğleniyorlardı. Bizse acı çekmek için oradaydık. Birer ızdırap neferi olarak orada bekliyorduk. Hayat da bir şölendi. Şölenin içindeydik ve de dışındaydık aynı zamanda. Şölenin içindeydin ve dışındaydın aynı zamanda ve sen -kardeşim- “Olmaz olsun böyle şölen” deyip ölüm uykusuna yattın.
Ölümü, üzeri yaşam içgüdüsüyle zar zor kapatılmış, derin, kuvvetli bir aşkla severdin, biliyorum. Ölüm senin magmandı, çekirdeğindi. Zaman zaman derinlerinden yüzeye çıkan bir lav kütlesi, bir alev topu gibi ağzından kustuğun… Boşuna değildi, içinde yanan ateşi Efes’teki gösterilerde, yaklaşık 2 bin 500 yıl önce Herakleitos’un, hayatı ve daha çok da ölümü düşünerek dolaştığı yerlerde kudretli ve fakat mülayim Doğu ejderhaları gibi üflemen…
Atillam, ateşbazım, iyi yürekli ejderham! Bir ejderha fosilini andıran omuriliklerimize 60 milyon yıl önce dinozorların neslinin tükendiği eski zamanlardan gelip kurulmuş gibiydin sanki. İçimde, içimizde yatan ehlileştirilmiş libidoydun, kolektif bilinçdışımızdaki ortak ölüm arzusu idin. Bir yaşam anarşisti, bir ölüm gurusuydun. Sarp kayalıklarla örülü bir dağın zirvesinde tahta bacakla yürüyüp üzeri güneşte parıldayan karlarla örtülü ıssız yeryüzüne gösteri yapan bir şövalyeydin. Öyle ya, jonglörler modern hayatın şövalyeleridir. Doğru, belki biraz anakroniktirler, zamanımıza büsbütün uyum sağlamayı reddettikleri için… Herkesin birbirini üzdüğü bu lanet dünyada her daim insanları eğlendirdikleri için biraz garipsenir, şüpheyle karşılanırlar. Bununla birlikte gözler, nazarlar hep onların üzerindedir. Alkışlanırlar. Cenazesi kalkan bir ölü nasıl alkışlanırsa öyle alkışlanırlar. Seni de işte böyle alkışladılar, cenazesi kalkacak ölüyü peşin peşin alkışlar gibi…
Söyle Atillam, ateşbazım, iyi yürekli ejderham! Bu dünya ruhuna dar mı geliyordu da gittin. Giderken canın yandı mı, gönülsüz müydün? Yoksa… Yoksa İbrahim’in bıçağı altında kurban edilmeyi büyük bir cesaret ve hatta akıl almaz bir arzuyla bekleyen İsmail gibi aşkla mı koştun ölüme? İhtimaldir ki sen -Atilla, kardeşim- aşkla koştun ölüme ve biz ölüm üzerine dahi yeterince konuşamadan çekip gittin bu fani dünyadan. Damarlarında kan dolaşan aşağılık heykellerin etrafta gezinmeye devam ettiği bu fani dünyadan, anne rahminden, çivili tabuttan çekip gittin. Bilirim ki, artık ehemmiyeti yok coşkulu ağıtların, hicranlı kahkahaların, gösterişli sözlerin ve de ritmik cümlelerin… Gelgelelim gene de yazıyorum işte ne yapayım. Çünkü ancak yazarak çoğalıyorum kelimelerimle, ancak yazarak çoğaltıyorum seni ve içimde his namına ne varsa o güzel, geniş omuzlarına yüklüyorum senin, sen Allahaısmarladık derken…
Allahaısmarladık derken seni sevenlerin alkışlarını işittin mi kardeşim? Alkışlanmaktan hoşlanırdın biliyorum. Çok alkışladılar seni. Birlikte birkaç kez izlediğimiz (Yarbay Tall’ın “phallus”u simgelediğini iddia ettiğin bir çubuk ile ağaçları göstererek, “Doğa zalimdir Staros” dediği sahneyi hatırla) Terrence Malick başyapıtı “The Thin Red Line”ın müziğinin, “Journey to the Line”ın sonunda orkestrayı alkışlayanlar gibi avuçları kanayana dek alkışladılar.
Sahi ya, bir Piemonte Nebbiolosu’nu koca bir Bordeaux kadehte tiyatral bir snoplukla alaya alarak koklaya koklaya izlemiştin o filmi. Hâlbuki bilirim ki, sen iyi şaraptan o kadar da hazzetmezdin. Hatta “Efes Güneşi” gibi köpeköldüren şaraplarının gurmesiydin. Ve yine bilirim ki, sen bütün ruhlarından balçık balçık dünya sevgisi akan, sanki var olan bir şeymiş gibi “iyi yaşam”ın peşinde koşan hayat müptelalarından da değildin. Dedim ya, aksine ölüme tutkuluydun sen. Nasılsa bir gün, erkenden seni bulacağını gizemli bir sezgiyle önceden bildiğin için ona hep yakın durdun, kim bilir. Ve hatta ona sevdalanmıştın bile. Neydi bu bilmiyorum, bir çeşit Stockholm Sendromu mu? Koleksiyoncu’nun Mirandası, kendisini kaçıran Caliban’ından nefret ediyordu. Sense oraklı Azrail’e bağlanmıştın. O Azrail ki, seni edebi bir gülümseyişle dünyaya veda ettiğin ebedi istirahatgâhına gönderdi.
Ölüler nasıl istirahat eder, bilmem. İstirahat ederken bizim bildiğimiz manada huzurlu ve mutlu da olurlar mı onu da bilmem. Bildiğim şu ki, ben ancak yaşamaktan vakit bulup da -ekseriya geceleyin- senin fotoğraflarına bakıp sesini dinlediğimde dinleniyor ve mutlu oluyorum. Vaktiyle ağabeyimin kaydettiği “Duvarların üstü pürüzlenmiş,” diye okumaya başladığın Rasim Abi “Ricat”ını dinlerken hem mutlu oluyor, hem de kederden coşuyorum mesela. Yaşamdan vakit buldukça coşkuyla sana geliyorum, seninle ölüyorum.
Bazen, hiçbir telekulağın erişemeyeceği frekanslardan sesini duyar gibi oluyorum. Sesin, benim tarafımdan dinleniyor. Sen istirahatgâhında dinlenirken sesin de dinleniyor bilesin. Ama bazen de senin bize, bizlere dair ne varsa her şeyi gördüğünü ve işittiğini; bizimse seni, ölmedikçe hiçbir zaman göremeyeceğimizi, işitemeyeceğimizi hissediyorum. İşte böyle zamanlarda
-canım kardeşim- benden, bizlerden, bütün yaşayanlardan kıdemli ve üstün olduğunu anlıyorum ve önünde saygıyla eğilmek, diz çökmek, ayaklarına kapanmak gibi benzersiz, önüne geçilemez arzular duyuyorum. Böylece birini sevmek için, birini sevmeye devam etmek için ille de ona dokunmak, ona sarılmak ya da onun elini sıkmak gerekmediğini bir kez daha anlayabiliyorum.
Bir mezarın, bazen bir mezarın, objektife acı çeke çeke, mütereddit bir gülümseyişle baktığın eski püskü bir sünnet fotoğrafının, ölümden korkmayanlara özgü, erkekçe, ama çocuksu bakışını fırlattığın bir karenin, abartılı, dramatik bir kahkaha efektinin, hatta ve hatta bazen de tetanos mikrobu saçan küçük bir toprağın, zaten kirli olan bu dünyaya ait herhangi bir pasaklı şeyin seni sevmeye devam etmek için kâfi olduğunu da biliyor ve anlıyorum. Bunlar, bütün bunlar; ister benim kendi öz mirasım, isterse haydutlar gibi gasbettiğim şeyler olsun yine de benimdirler ve helaldirler biliyorum. Ve müflis bir mirasyedi ya da haramın zamanla fukaralaştırdığı bir harami de olsam bana ait olmaya devam edeceklerini de biliyorum. Değil mi ki, doğduğumuz küçük, şirin oda, beş sene arayla dünyaya gözlerimizi açtığımız o ev -tapusu hâlâ bizde olmasa da- bize ait, senden kalanlar da bize ait olmaya devam edecek.
Bunu bildiğim için karını, 29 yıl önce doğduğun eve götürdüm. Doğumundan 29 yıl 248 gün 1 saat 30 dakika sonra girdi, dünyaya geldiğin odaya. Bir zamanlar doğduğun yatağın bulunduğu yerde oturdu, bebekken baktığın duvarlara baktı ve mutlulukla ağladı karın. Evi birkaç yıl önce satın alan genç karı-koca, ancak keder zengini insanlarda görülebilecek bir bonkörlükle açtı kapılarını bize ve yatak odalarını gezdirdi. Doğduğum, doğduğumuz odaya baktım, yıllardır rüyalarımda belki de hemen her ay gelip de bir türlü giremediğim odayı doya doya izledim. İyi ki buralar gelişmemiş dedim. İyi ki yeni kent başka yere kurulmuş. İyi ki zamanla kuzeye, hali vakti yerinde olan insanların oturduğu yerlere göçsek de doğup büyüdüğümüz mahalle aynı kalmış ve ben bu sayede doğduğumuz odaya yıllar sonra yeniden girebildim.
Fakir büyümenin bazen de işe yaradığını anladım böylece. Sonra Atilla -benim canım kardeşim- henüz yarım saatlik bir bebekken eski evimizin odasında yanağından öpüp yanına uzandığım bedenini 29 yıl sonra Ege Tıp’ın o soğuk morgunda boylu boyunca uzanmış yatarken yeniden gördüm. Yarım saatlik bir ceset ve 29 yıllık bir bebekken gördüm seni ve tıpkı doğarken olduğu gibi yanına uzanıp seni yanağından öpmek istedim.
Ama buna bile vaktim olmadı. Olmadı, çünkü artık bir çocuk değildim ve yapılacak çok iş vardı. Sen ölmüştün, annem bilmiyordu, karın bilmiyordu, babam, ağabeylerim ve ablam benden haber bekliyorlardı. Ve ben, kardeşini hayatının baharında trafik kazasında kaybetmiş bir adam olarak ölüm bürokrasisinin lanetli gereklerini yerine getirmek ve sıcak bir memleketten bir başka sıcak memlekete götürülmeyi bekleyen naaşını defnetmek zorundaydım.
Şükürler olsun, bütün işleri hallettikten sonra çok kazıp az bulan altın madencilerinin hırsıyla kazdım mezarını ve 80 kiloluk, devasa, atletik bir altın külçeyi andıran o güzelim bedenini toprağa gömdüm. Tıpkı iki yıl önce tuhaf bir sezgiyle rüyamda seni toprağa verdiğim gibi toprağın koynuna koydum seni. Artık üzerini, seni bizden alan o 12 tonluk silindirin ağırlığınca toprakla da örtseler bilirim ki, mezarın sonsuza dek pırıl pırıl parlayacak. Gözlerim hep kamaşacak ne zaman mezarına baksam. Seni sünnet ettiren kirvenin (ki belki gittiğin yerde onunla karşılaşmışsındır) kuyumcu dükkânının parıldayan vitrinini izleyen fukaralarınki gibi kamaşacak gözlerim ve nurla, katışıksız ışıkla dolacak. “Journey to the Line”ın ortalarında bir yerde, senin gibi ölmekte olanların, gittikleri yerin ışıklarını görmeye başladıklarını hissettiğimiz bölümdeki gibi bütün sesler parlayacak ve sen ışığa karışacaksın. Sen kaybolacaksın ve bizler de yüce yaratıcının olağanüstü illüzyonuna kanacağız bir kez daha. İnsanlığın varoluşundan bu yana milyarlarca kez yapılmış ve her gün defaatle tekrarlanan bu tuhaf numaraya yeniden, bir kez daha inanacağız.
Sonra sana, söyle sihirbaz diyeceğiz. Bu numaranın sırrı ne? Senin gösterilerde kaybettiğin tavşanlar geri geliyorlardı. Sen de geri gelecek misin ya da biz senin olduğun yere gidebilecek miyiz? Yoksa ölümünden çok değil, tam 10 gün önce ishal olduğunu anlayınca “Bu hayvan çok değil, bir haftaya kadar ölecek” dediğin gösteri tavşanlarından biri için sanki kendi ölümünü önceden görmüşçesine tuttuğun tuhaf, gizemli yası biz de senin için mi tutmalıyız. Henüz cennet yaşına bile varamadan öldüğün için ağlamalı mıyız söyle. Yıllar önce “Oğlum ben ölünce ağlar mısın?” diye sorduğunda, anneme “Anne sen bana ağlayacaksın” demişsin. Söyle nereden bildin, en son sen geldiğin halde en önce gideceğini? Bu kadar cesur ve güzel öleceğini nasıl bilebildin?
Erken ve güzel öldün, evet. Öyle güzel öldün ki kardeşim, alnından öpmek geldi içimden. Bilirim özeleştiriyi severdin, değil iğneyi, çuvaldızı kendine batırmaktan imtina etmezdin. Gene çuvaldızı kendine batırdın ve bize büyük bir ders verdin. Güzel yaşadın, güzel öldün. Çalıştın, didindin ve geleceğe şerefli bir isim bıraktın. Sen alın terinden tuzlu okyanuslar yarattın ey Atilla! Canım kardeşim benim. Büyük iş başardın. Lakin başarı bir şeytanı laindir. Hep daha fazlasını yapmaya zorlar insanı. Hep daha fazla ter akıtman gerekir, okyanusu doldurmak için… Terledikçe alkışlanırsın Atilla, terledikçe kırbaçlanırsın.
Gittiğin yerde de çalışacaksın belki. Bize yol göstereceksin. Bir gün oraya cahil turistler gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya geldiğimizde bir rehberin tecrübe ve nezaketiyle bize eşlik edeceksin. Sen üzerine düşeni yaptın. Bizlere ise bir süre daha yaşamak düşüyor. Yaşayacağız, bir başka deyişle ölümü bekleyeceğiz. Bir casusun otomatik refleksleriyle sinsi sinsi zamanı takip edeceğiz. Ve zaman, bir gün gelip kucağımıza bırakacak nur topu gibi bir ölümü…
Yani zamanla her şey yoluna girecek. Bilirsin zaman bazen bir tanrıdır, bazen de bir şeytan. Ara sıra içimizi ısıtır. Bakireliğine sığındığımız masum bir beden gibi… Oysa zaman bekâreti bozulmamış bir fahişedir ancak. Evet, zaman ruhlarımızın bekâretini bozan bir fahişedir ancak ve bütün yasalarını kendisinin belirlediği kötücül bir oyun oynar bize sürekli. Uçsuz bucaksız bir şelaleden düşmektir zamanı izlemek. Zamanı izlemek -kardeşim- türlü türlü acıyla dolu şu hayatta bir gözyaşı şelalesinden düşmektir belki. Bazen donar o gözyaşı şelalesi, bazen de buharlaşır. Belki de damarlarımızda akan bir kan şelalesidir yaşam
-benim güzel kardeşim- ve biz eninde sonunda kanımızı buharlaştıracak olan zamanı izleriz. Ve böylece bitiririz bir ömrü. Sen de zamanın damarlarından çağlayarak, çağlar atlayarak gelen bir şelaleyi izleyerek bitirdin ömrünü.
Şelaleden düştükten sonra ahir zamanda Efes’te, zamanın buharlaştığı sıcak bir yaz öğleden sonrası gördüm seni. Deniz çekileli bin 500 yıl olmuştu. Antik tiyatronun sahnesinde durmuş seyircilere bakıyordun. Belki yüzyıllar önce ölmüştün de biz bilmiyorduk. İdeal vücut ölçülerinle İonia döneminden kalma bir plastik şaheser olarak orada, öylece durmuştun yüzyıllarca. Nabzı atan bir heykel gibi… Güneş sırtını kırbaçlıyordu. Terlemiştin. Terleye terleye alın terinden tuzlu okyanuslar yaratmıştın. Sayende Efes yeniden denizine kavuşmuştu. Terledikçe alkışlanmıştın. Halen de alkışlanıyordun. Yer gök alkışla inliyordu. Kent, ülke, gezegen sehven kendi zamanlarından kopup seni izlemeye gelmiş bütün antik ruhların avuçlarının yankısıyla dolup taşmıştı. Gelmiş geçmiş bütün ruhlar seni alkışlıyor, alkışlarıyla kırbaçlıyorlardı seni.
Ve sen ağlıyordun ve gözyaşların terine karışıyordu. Şehvetli bir mutluluk içindeydin. Terliyordun kardeşim, vücudun hüngür hüngür ağlıyordu. Ve sen mutluydun işte. Güneşte pırıl pırıl parlayan bir okyanusta yüzüyordun ve terin, gözyaşlarına karışıp okyanus oluyordu. Okyanus oluyordun alın terinle ve güneşin battığı yere doğru yüzüyordun. Devasa, gerçeküstü kulaçlarla yüzüyordun hem de. Her yer parlıyordu. Işık, şimşekler gibi çakıyordu her yerden. Işıklar şahlanıyordu. Ve sen -prensim- ışıktan mamul beyaz atına binerek alın terinin üzerinden kızaran güneşe doğru gidiyordun. Sema, suyu döven atının nallarının şakırtısıyla inliyordu. Okyanuslar seni alkışlıyordu. Her yer parlıyordu ve ışık seni alkışlıyordu. Parlıyordu ışık ve parlıyordun her yerde ve alkışlanıyordun.
17 Ağustos 2010
ATİLLA ÜNLÜ (doğumu 16 Kasım 1980-ölümü 21 Temmuz 2010).
Gösteri ve tiyatro sanatçısı. Adana’da doğdu. 1998 yılında Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’ne girdi. Aynı yıldan itibaren İzmir’de muhtelif tiyatrolarda oynamaya başladı. İzmir Sanat Tiyatrosu, Kredi ve Yurtlar Kurumu Tiyatro Topluluğu, Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu, Ege Sanat Topluluğu, Hürriyet Çocuk Kulübü ve Üç Duvar Oyuncuları tiyatro kulübünde çeşitli roller aldı. Hayattaki en büyük hayali kalabalık, çok kalabalık bir insan topluluğu önünde herkes tarafından alkışlanmaktı.
2006 yılında jonglörlük ve ateşbazlık yapmaya başladı. Turizm fuarları, açılışlar, organizasyonlar, festivaller ve Ramazan eğlencelerinde alev üfleme, ateşten lobut ve top çevirme, tahta bacakla yürüme gibi gösteriler yaptı. Dört yıl boyunca her hafta antik Efes kentinde yerli ve yabancı turistlere Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın göstericisi rolünde “show”lar yaptı. Alkışlandı.
2009 yılında sihirbazlığa başladı. Kısa sürede özellikle yakın plan illüzyon ve kart numaralarında başarı kaydetti. 19 Ekim 2009 tarihinde Aslı Özgen ile evlendi. 21 Temmuz 2010’da İzmir’de geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu 29 yaşında hayata gözlerini yumdu. Alkışlandı.
Ferhat ÜNLÜ / DERGİBİ