Fethullah Gülen'den Cemaate ilginç rica
Fethullah Gülen son sohbetinde, cemaatinden “arkadaşlarımdan bunu rica ediyorum” diyerek dikkat çeken bir istekte bulundu.
Fethullah Gülen, "Kurbet Yolunun Dört Esası" başlıklı yeni Bamteli
sohbetinde 'arkadaşlarımdan bir şey rica ediyorum' diyerek şu
istekte bulundu:
"Evet, fakir kalalım bizler. Vefat ettiğimiz zaman, Ebu
Zerri’l-Gıfâri gibi, “Acaba bir kefen bulabilir miyiz buna?”
desinler. Ben arkadaşlarımdan bunu rica ediyorum. İtibarımızın
korunması buna bağlıdır. O türlü şeylere gönül kaptırmayalım. Allah
adamı Allah varken başka şeye gönlünü kaptırmaz. O işi ikâmeye
gönül vermiş insan başka şeylerle meşgul olmaz."
TERK MESLEĞİ
"Mizaç, meşrep ve zamanın ilcaatına göre –temel esas ve disiplinler
mahfuz– insanı Allah’a ulaştıran yollar farklılaşabilir. Meselâ
Muhammed Bahâeddin Nakşibendî Hazretlerinin yolu anlatılırken,
bildiğiniz üzere şu dört esasa dikkat çekilir:
“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”
Yani Nakşibendî tarikatına göre dört şeyi terk etmek gerekir. Terk
edilmesi gereken bu esaslardan birisi, terk-i dünyadır. Dünyayı
terk etmek, hiç kazanmamak, mal mülk sahibi olmamak demek değildir.
Elbette ki mü’min çok iyi çalışır, çabalar, kazanır; ama çalışıp
kazanmasını sadece kendi rahatına, kendi yeme içmesine, dünyevî
arzu ve hevesine bağlamaz ve hele elde ettiği imkânlardan dolayı
asla gurura girmez, şımarıp küstahlaşmaz, servetinin altında ezilip
kalmaz. Öyle ki o, yeri geldiğinde, elinde avucunda ne varsa
hepsini Rabbisinin rızası istikametinde harcamaktan çekinmez.
Dünyayı terk mevzuunda Hazreti Pîr’in verdiği ölçü dikkat
çekicidir. O, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek gerektiğinden
bahseder. Buna göre, mal mülk mevzuunda esas önemli olan, çalışıp
kazanan bir insanın, kazandığı şeylerin kalbinde yer etmemesidir.
Hazreti Üstad, dünyayı kalbe koymamanın ölçüsünü mealen şu şekilde
verir: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına
mesrur ne de kaybettiği şeye mahzun olur.” Evet, o, dünyalık bir
şey kazandığı zaman, Allah’a hamd eder ve kazandığı o şeyin hakkını
nasıl vereceğini, onun şükrünü nasıl eda edebileceğini düşünür.
Kaybettiği zaman da yine Allah’a tevekkül eder ve “Rabbime hamd
olsun ki, dünyalık bu yükü benden aldı götürdü. Çok şükür ki, bu
vesileyle o yükün altından sıyrıldık.” der.
Terk-i dünyadan sonra terk-i ukbâ geliyor. Terk-i ukbâ ise, insanın
yaptığı ibadet u taati uhrevî bir mükâfat ve bedele bağlamaması
demektir. Allah’a kullukta bulunan, O’nun yolunda koşturan bir
insanın, “Allah’ım ben bu kadar namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dine
hizmet adına koşturuyorum. Benim bu kadar koşturmama karşılık Sen
de Cennet’ini bana ver!” demesi, kendi konumunu bilmemesi, bir
gaflet ve küstahlık içine düşmesi demektir. Zira Cennet Allah’ın
fazlıyla insana lütfedeceği bir nimettir. Hazreti Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü tahiyyat) bu hakikati ifade etme adına
şöyle buyurur: “Hiç kimse ameliyle Cennet’e giremez.” Sahabe-i
kiram efendilerimiz: “Siz de mi ya Resûlallah?” diye sorunca da
şöyle cevap verir: “Allah rahmet ve fazlıyla sarıp sarmalamazsa ben
de giremem.” (Buhari, Merdâ 19) Evet, Cennet Allah’ın fazlının
neticesidir. Kulluk ve ubûdiyet Allah’ın hakkı, bizim ise
vazifemizdir. Ukbâyı terk meselesi işte bu açıdan ele alınmalıdır.
Yoksa ukbâyı terk, insan için, Cennet’i istememek ve Cehennem’den
sakınmamak demek değildir."
İNSANIN BENLİĞİNİ DE TERK ETMESİ
"Nakşîlerin üçüncü düsturu terk-i hestîdir. Bunun mânâsı, insanın
kendini nefyetmesi, kendini düşünmemesi demektir. Meselâ namazda,
Allah huzurunda kullukta bulunurken, insanın kendinden sıyrılmaya
talip olması, kendini bütün bütün silmesi terk-i hestîdir. Öyle ki,
o insan, namaza durduğu esnada, âdeta “Acaba ben var mıyım, yok
muyum? Şayet yoksam, nasıl oluyor da, dudaklarımdan niyete dair bu
lafızlar dökülüyor. Demek ki varım. Hâlbuki O’nun var olduğu yerde
ben nasıl var olabilirim ki? Bir yerde sonsuz varsa, onun
karşısında sadece sıfır vardır. O hâlde bana düşen sadece sıfır
olmaktır.” diyecek kadar, kendisinden sıyrılma gayreti içinde
olmalıdır. Evet, terk-i hestî, insanın kendisini bütün bütün yok
farz etmesi demektir. Bizim varlığımız O’nun varlığının ancak
gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinden ibarettir.
Kendisini/nefsini terk edebilmiş insanları Allah Teâlâ kimseye
nasip olmayan işlere muvaffak kılar; sadece kendi varlığını gören
kibirlileri de alçalttıkça alçaltır. Bu cümleden olarak, Napolyon,
Bilal-i Habeşî hazretlerinin yaptıklarının onda birini
yapamamıştır. Son olarak terk-i terk geliyor. Bunun mânâsı ise,
dünyayı terk eden, mülâhazalarını ukbaya da bağlamayan ve kendisini
de terk eden bir insanın, “İşte ben böyle bir târikim” mülâhazasına
da kapılarını kapatması, böyle bir mülâhazanın bir kir hâlinde
hayaline gelip konmasına dahi meydan vermemesi ve bütün bu terkleri
de terk etmesi demektir. Yani terk-i terk, insanın, aklının
köşesinden dahi: “Maşaallah, ben dünyayı da, ukbayı da, kendimi de
terk ettim!” şeklinde bir düşüncenin geçmesine fırsat vermemesidir.
Öyle ki, birisi gelip ona: “Sen şunu terk ettin, bunu terk ettin!”
dediğinde, o, “hatırlamıyorum” diyecek kadar, bu terkleri
düşünmekten uzak, onları unutmuş ve zihninden silmiş
olmalıdır."
ACZ, FAKR, ŞEVK VE ŞÜKÜR YOLU
"Fakat günümüzde, özgüven mülâhazasıyla benlik, enaniyet ve ego öne
çıkarılmış ve bu durum sâri ve öldürücü bir hastalık gibi
yayılmıştır. Bu sebeple, Hazreti Pîr, günümüzün bu realitesini göz
önünde bulundurup meseleyi mâkul bir mesnede dayandırdıktan sonra
çağın insanına şöyle seslenir:
'Der tarik-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz.
'Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey
aziz.'
"Evet, enaniyetin çok ileri gittiği, kabarıp köpürerek âdeta damla
iken derya hâline geldiği günümüzde, mâkul mesnetlerini ortaya
koymadan, bütün bütün enaniyeti terk oldukça zordur. Bundan dolayı
Üstad Hazretleri, mesnet ve gerekçelerini ifade ve izah etmek
suretiyle günümüz insanını acz u fakr, şevk u şükür yoluna
çağırmaktadır. Bu yolda, ilk olarak insanın acz u fakrını kabul ve
itiraf etmesi gerekir. Çünkü insanın kendisini muktedir gördüğü
yeme, içme gibi en basit hareket ve davranışlarda bile, kendi
payına düşen iktidar yok denecek kadar azdır. Zira daha başta,
mükemmel bir sistem hâlinde işleyen vücudu insana veren Allah’tır.
Evet, bu baş döndürücü sistemi başta O kurmuş, O bahşetmiştir. Aynı
zamanda, bu mükemmel sistemin işleyişi de, O’nun kudret, irade,
tasarruf, inayet ve riayeti altında cereyan etmektedir. Bu kadar
aciz ve muhtaç durumda olan insanoğlunun diğer taraftan hayat,
sıhhat, ebediyet, Cennet… gibi sınırsız ve sonsuzluğa uzanan arzu
ve emelleri vardır. İşte insan, varlığı itibarıyla, bu kadar
acizdir. Onun hamuru âdeta aczden yoğrulmuş gibidir. Aynı zamanda
o, muhtaç olduğu şeylerin yüzde birine sahip olamayacak kadar da
fakirdir. İşte Üstad Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak”
diyerek bize bu hakikati anlatmış ve bu hakikatle ortaya çıkan yolu
göstermiştir."
ARKADAŞLARIMDAN RİCA EDİYORUM
"Cenâb-ı Hak, alın teriyle kazanan zengin fedakârların
civanmertliği ve hizmet erlerinin de ona mukabil istiğnalarıyla
dünyanın 160 ülkesinde size müesseseler açıp hizmet etme imkânı
vermiştir. Allah’ın lütfettiği bu güven kredisinin devam etmesi
için o müesseselerde vazife gören adanmış ruhların fakir kalmaları
elzemdir. Evet, fakir kalalım bizler. Vefat ettiğimiz zaman, Ebu
Zerri’l-Gıfâri gibi, “Acaba bir kefen bulabilir miyiz buna?”
desinler. Ben arkadaşlarımdan bunu rica ediyorum. İtibarımızın
korunması buna bağlıdır. O türlü şeylere gönül kaptırmayalım. Allah
adamı Allah varken başka şeye gönlünü kaptırmaz. O işi ikâmeye
gönül vermiş insan başka şeylerle meşgul olmaz."
Diğer taraftan acz u fakr şuuruyla bezeli bir mü’min için, Cenâb-ı
Hakk’ın öyle teveccühleri olur ki, bakarsınız Allah (celle
celâluhu), hiç olmayacak şeyleri ona yaptırtır. Her şey öyle yerli
yerindedir ki, dehrin hâdiseleri karşısında birilerinin onu
kurtarmak için müdahale edip by-pass yapmasına ihtiyaç kalmaz. Bu
durumu gören fert, olup bitenler karşısında “Ümitsizlik ve yeise
düşecek ne var?” diyerek şevkle hareket eder. “Niçin şükür
duyguları içinde O’nun yolunda koşturup durmayayım ki!” der, şevkle
şahlanır. Daha sonra da sağanak sağanak başından aşağıya yağan
nimetler karşısında sürekli tahdis-i nimet mülâhazasıyla gerilime
geçer ve bir ömür boyu hız kesmeksizin yoluna devam eder.
Üstad Hazretlerinin, insanı şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlaka
ulaştıran acz u fakr mülâhazası kısaca budur. Yoksa buradaki
fakirlik ve acziyetten kasıt, maddî fakirlik, insanın dünya adına
hiçbir şeye malik olmaması demek değildir. Evet, Hazreti Pîr’in
ortaya koyup anlatmak istediği acziyet ve fakirlik, insanın, insanî
realiteler içinde neye malik olduğunu ve ne kadar aciz olduğunu
görüp idrak etmesi demektir. İşte bu yapılabildiği takdirde
kalbdeki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat tam duyulup
hissedilecek ve böylece insan, kendini Hakk’a ulaştıran, Allah’la
münasebetini derinleştiren kestirme bir yola girmiş
bulacaktır."
"Bediüzzaman Hazretleri ortaya koyduğu alternatif yolun dört
esasına ilave ve tekmile olarak şefkat ve tefekkür disiplinlerini
de saymıştır. Zira diğerlerinin tam anlaşılıp uygulanabilmesi için
bu iki dinamik de lazımdır."