Fethullah Gülen, Erdoğan’ın ABD’ye gittiği gün Washington Post’a yazdı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump’la görüşmeye gittiği gün, FETÖ lideri Fethullah Gülen Washington Post’a yazdı.
Fethullah Gülen “Artık tanıyamadığım ülke Türkiye” başlıklı
yazısında NATO’ya çağrıda bulunarak Türkiye üzerinde baskı
oluşturmasını talep etti.
İşte Gülen’in Washington Post’ta yayımlanan yazısının tamamı:
“Yaklaşık yirmi yıldır sakini olduğum ABD’nin başkanı ile
memleketim Türkiye’nin cumhurbaşkanı bugün Beyaz Saray’da
görüşecekler. ABD ile Türkiye’nin IŞİD ile mücadele, Suriye’nin
geleceği ve mülteci krizi de dahil olmak üzere çok sayıda ortak
meselesi var.
Ne var ki bir zamanlar demokrasisini tekmil ve mutedil bir laiklik
anlayışını oturtma yolunda ümit vadeden Türkiye, bütün gücü elinde
toplamak ve muhaliflere boyun eğdirmek için elinden gelen her şeyi
yapan bir cumhurbaşkanının elinde tanınmaz hale geldi.
Batı, Türkiye’nin demokrasi rotasına geri dönmesine yardım etmeli.
Bugünkü görüşme ve önümüzdeki hafta yapılacak olan NATO Zirvesi bu
maksada matuf bir fırsat olarak değerlendirilmeli.
Erdoğan, geçtiğimiz yıl 15 Temmuz’da gerçekleştirilen menfur askeri
darbe girişimini müteakip masum insanlara karşı sistematik bir
zulüm kampanyası başlattı. Kürtler, Aleviler, laikler, solcular,
gazeteciler, akademisyenler ya da irtibatlı olduğum barışçı bir
insani hareket olan Hizmet camiası katılımcıları dahil 300.000’den
fazla Türkiye vatandaşının hayatı gözaltılar, tutuklamalar, işten
çıkarmalar ve başka yollarla mahvedildi.
Darbe teşebbüsü ortaya çıktığında onu şiddetle kınadım ve bana
isnat edilmesini net bir dille reddettim. Ayrıca, darbeye
katılanların ideallerime ihanet etmiş olduklarını ifade ettim. Yine
de delil olmaksızın, Erdoğan beni 5.000 mil uzaktan darbeyi
planlamakla suçladı.
Ertesi gün hükümet, bir bankada hesap açmaları, bir okulda
öğretmenlik yapmaları veya bir gazeteye haber yapmaları gibi
sebeplerle Hizmet’le irtibatlandırdıkları binlerce kişinin
listelerini hazırladı. Bu tür bir irtibat sanki suçmuş gibi muamele
yaptılar ve bu insanların hayatlarını karartmaya başladılar.
Listelerinde, aylarca evvel vefat etmiş isimler ve o sırada
NATO’nun Avrupa’daki karargahında görev yapan isimler vardı.
Uluslararası gözlemciler tarafından birçok kaçırma, gözaltında
işkence ve ölüm vakaları rapor edildi. Erdoğan hükümeti, başka
ülkelerde de masum insanları takibe aldı. Mesela, Malezya’ya
aralarında 15 senedir orada görev yapan bir okul müdürü dahil olmak
üzere üç Hizmet sempatizanını sınır dışı etmesi için baskı yaptılar
ki bu kişilerin Türkiye’ye iade edildiğinde hapis ve muhtemelen
işkenceyle karşılaşacaklarını söylemek kehanet olmayacaktır.
Nisan ayında cumhurbaşkanı, ciddi usulsüzlük iddialarının gündeme
geldiği bir referandumu az farkla kazanarak devletin üç kolunu da
kontrol etmesini sağlayan bir başkanlık sistemi kurdu. Aslında
tasfiye ve yolsuzlukla bu güçleri zaten büyük ölçüde elinde
tutuyordu. Otoriterlik girdabınının bu yeni aşamasında Türk halkı
için ciddi endişeler taşıyorum.
Halbuki böyle başlamamışlardı. AKP 2002 yılında, Avrupa Birliği
üyeliği hedefine matuf demokratik reformlar vaat ederek iktidara
geldi. Fakat zaman geçtikçe Erdoğan giderek muhalif düşünceye karşı
tahammülsüz hale gelmeye başladı. Birçok medya organının devletin
denetleme kurumları vasıtasıyla kendi yandaşlarına intikalini
sağladı. 2013 yazında Gezi parkı eylemlerini şiddetle bastırdı.
Kabine üyelerinin adları Aralık ayında büyük çaplı bir rüşvet
soruşturmasına karışınca, yargıyı ve medyayı boyunduruk altına
alarak karşılık verdi. Geçen yıl 15 Temmuz’dan sonra ilan edilen
“geçici” olağanüstü hal hala yürürlükte. Uluslararası Af Örgütü
dünyada hapsedilen tüm gazetecilerin üçte birinin Türkiye
hapislerinde olduğunu rapor etti.
Erdoğan’ın kendi halkına zulmetmesi artık sadece bir içişleri
meselesi olmaktan çıkmıştır. Sivil toplum, gazeteci, akademisyen ve
Kürt vatandaşlara karşı sürmekte olan zulüm ülkenin uzun vadede
istikrarını tehdit eder hale gelmiştir. Toplumda hali hazırda AKP
rejimi etrafında derin bir kutuplaşma meydana gelmiştir.
Türkiye’nin şiddeti meşru gören radikallere kucak acarken Kürt
vatandaşlarını ümitsizliğe sevk eden diktatöryel bir rejim haline
gelmesi Orta Doğu güvenliği için bir kabus olacaktır.
Türkiye halkının demokrasilerini tekrar ayağa kaldırmak için
Avrupalı müttefikleri ve ABD’nin desteklerine ihtiyaçları var.
Türkiye 1950’de NATO’ya girebilmek için gerçek manada çok partili
seçimleri başlattı. NATO, üyeliğinin gereği olarak Türkiye’nin
ittifakın demokratik normlarına sadik kalmasını talep edebilir ve
etmelidir.
Türkiye’nin demokrasi yolunda yaşadığı geriye gidişi tersine
çevirmek için iki önemli konuda girişime ihtiyaç var.
Birincisi, toplumun tüm kesimlerinin katkısıyla, uluslararası
hukuki ve insani normları gözetecek şekilde ve batinin başarılı
uzun vadeli demokrasilerinden alınan derslerden istifade edilen
demokratik bir süreçle yeni bir sivil anayasa
geliştirilmelidir.
İkincisi, demokratik ve çoğulcu değerleri tartışan ve kritik
düşünmeyi teşvik eden bir eğitim müfredatı geliştirilmelidir. Her
öğrenci, devlet gücünün bireysel haklarla dengelenmesinin, güçler
ayrımının, bağımsız yargının, özgür basının önemini, aşırı
milliyetçilik, dinin siyasallaştırılması ve devletin ya da herhangi
bir liderinin kutsallaştırılmasının tehlikelerini öğrenmelidir.
Fakat, bunlar yapılmadan evvel Türk hükümetinin kendi halkına
yönelik baskı ve hak ihlallerine son vermesi ve mağdur edilen
vatandaşların haklarını telafi etmesi gerekiyor.
İhtimal, Türkiye’nin dünyada parmakla gösterilen bir demokrasi
haline geldiğini görmeye ömrüm vefa etmeyecek ama niyazım odur ki
şu an içinde bulunduğu otoriterlik girdabından çok geç olmadan
kurtulsun.”