Fehmi Koru Habertürk'ten ayrılışını anlattı: Maaşını al ama yazı yazma!
Fehmi Koru Habertürk'ten ayırlma sürecini anlattı: Genel yayın yönetmeni, “Buradaki odanız kalsın, maaşınızı almaya devam edin ama yazmayın” dedi...
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile olan dostluğu 1970'li yılların
Milli Türk Talebe Birliği'ne dayanan gazeteci Fehmi
Koru, Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a verdiği yazılı
söyleşide Habertürk'ten ayrılma sürecini de anlattı.
Koru Genel Yayın Yönetmeni'nin çağırıp yeni dönemde yazı
yazmamasını istediğini, "odanız kalsın, maaşınızı almaya devam edin
ama yazmayın" dediğini anlattı.
Koru, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın 17-25 Aralık
operasyonundan hemen önce Fethullah Gülen'i iki kere ziyaret
ettiğini de anlattı. Koru, Hakan Fidan'ın ziyaretini Gülen'den
öğrendiğini belirtip "Tarihlerini bilmiyorum. Ama benden evvel
gittiği belli. Ben 2013’ün aralık ayında gittiğime göre 17-25
Aralık’tan önce gittiği belli. İki kez gitmiş, görüşmüşler,
konuşmuşlar ama ne konuştuklarını bilmiyorum" diye konuştu.
İşte Cumhuriyet'teki o röportajın dikkat çeken bölümleri:
- Habertürk'te ayrılık kararı size nasıl tebliğ
edilmişti?
Çok basit bir şekilde. Genel yayın yönetmeni görüşmek istediğini
söyledi, gittim. “Yeni yayın döneminde sizinle yollarımızı
ayıracağız” dedi. “Bir baskı var mı” diyerek sebebini sordum. “Bana
direkt yok” dedi. O gün bügündür ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorum,
halen öğrenemedim. Bu arada Habertürk'e ya da “ayrılıyoruz”
kararını tebliğ eden genel yayın yönetmenine kızmıyorum. O konuşma
esnasında ayrılık kararını olumlamadıkları niyetini kendilerince
ortaya koydular.
- O ne demek?
O konuşmada yayın yönetmeni, “Buradaki odanız kalsın, maaşınızı
almaya devam edin ama yazmayın” dedi.
- Siz ne dediniz?
Yazmayacaksam bu dediklerinize sahip olma durumunda olamam,
dedim.
- Ve artık kendi sitenizde yazıyorsunuz. Hayırlı
olsun.
Sağolun.
- Gazeteden güzel bir yanı var mı?
Yazıyı yayımladığınız anda okurların refleksini anında görmek, işte
o sahiden keyifli.
- Anında okur refleksi dışında bir şey daha oldu: İlk
yazınızdan hemen sonra Twitter hesabınıza saldırıldı.
Evet, ilk yazımı Twitter'dan takipçilerime duyurmamın ardından
hesabıma Ay Yıldız adında bir grup korsan el koydu. Hesabımı geri
almam üç günlük mücadele gerektirdi. Twitter adresimi ele geçirmek
için 15 ayrı hesaptan saldırı yapılmış. Ve biri başarılı olmuş.
Halen uğraşanlar var. Ama ilave tedbirler aldığımız için
başaramıyorlar. Yapılan organize saldırılardan anlaşılıyor ki, yine
de yazı yazmamı istemeyen birileri var.
- Saldırıya uğramanıza vesile olan yazınızdan hemen
alıntılayalım: “İslam diye diye İslam elden gidiyor”
dediniz.
Mesele Türkiye ile sınırlı değil, İslam coğrafyasının tamamında iyi
şeyler olmuyor. Avrupa'yı kasıp kavuran mülteci dalgası önce sadece
Suriye kaynaklı zannedildi. Yunanistan kamplarına ya da Almanya
sınırına ulaşanlara bakıldığında görüldü ki sadece Suriye değil,
tüm İslam coğrafyasından gelenler var. Ve gidenler arasında daha
önce hiç yaşanmamış bir olayın gerçekleştiği ortaya çıktı: İlhad
yani dinden çıkma. Kısa süre önceki Berlin seyahatimde İslam ve
Müslüman karşıtı havanın iyice yayıldığını gözlemlemiştim. Ama
Guardian ve Washington Post gibi iki önemli gazetede çıkan o
haberleri okuyana dek Hıristiyanlığa geçişteki artıştan haberdar
değildim. Müslüman mültecilerin kitleler halinde Hıristiyanlığı
kabul ettiğini yazdılar. Bu, belirli ölçüde propaganda ya da can
pazarından çıkarak vardığı Avrupa ülkesinde “mülteci” statüsünü
elde etmek isteyenlerin tercihi olabilir. Ama bir gerçek var: Ne
pahasına olursa olsun dinini hiçbir şeye değişmeyen insanların
coğrafyasıydı burası. İlk kez böyle bir şey oluyor.
- Berlin ve Hamburg’daki kiliselerde toplu din değiştirme
(vaftiz) için belediyenin yüzme havuzları kullanılmış…
Evet, yine Berlin'in kenar mahallerinden Stegltiz'deki bir
kilisenin cemaati iki yılda 150'den 700'e fırlamış. Yeni gelenler
Müslüman iken Hıristiyanlığa geçenlermiş. Avusturya'daki Katolik
kilisesi üç ayda 300 dine kabul başvurusu almış. Bunların üzerinde
ciddi biçimde düşünmek gerek.
- Yazınızda “Türkiye de İslam hakkında yayılan olumsuz imajı
pekiştiren katkılarda bulunuyor” diyordunuz. Nedir o katkılar?
Hiç uzağa gitmeden ramazan münasebetiyle patlayan son tartışmaları
hatırlayın. “Falanca grup İslam ahlakımızla bağdaşmıyor, onlar yok
olsunlar”, “Namaz kılmayan hayvandır” vs. Bütün bunlar büyük ve
köklü bir yanlışlığa işaret ediyor. Ümit Kıvanç'ın birkaç ay önce
yazdıkları beni çok etkilemişti. Kendini dindar olarak tanımlayan
insanların yaptığı yanlışlara bakarak hani İslamiyet insanları
doğruya, adaletsiz davranmamaya sevk eden bir dindi, bu insanlar
Müslüman olduklarını iddia ediyorlar da neden böyle yapıyorlar,
diyerek soruyordu.
"Kaybeden siyaset değil kaybeden din"
- Türkiye’de de “İslam diye diye İslam elden gidiyor”
mu?
Gidebilir. Bu, şu anda belki Türkiye'nin gündeminde büyük bir sorun
değil ama eğer tedbir alınmazsa geleceğin gündemini belirleyecek
bir konu. İmam hatip okullarını çoğaltmak, ibadethanelerin sayısını
artırmak, kutlu doğum haftaları düzenlemek, hepsi güzel ama dinin
özünün bir karakter haline dönüşmesi çok daha farklı çabaları
gerektiriyor. Bu olmadan diğer yapılanların anlam kazanabilmesi
mümkün değil. Neyseniz öyle olun. Siyaset yapacaksanız, siyaset
yapın. Bunu hiçbir şekilde İslamiyet adına yapmayın. Siyasetin
kendine göre kuralları olabilir. Siyasette belki yalan
söyleyebilirsiniz. Birtakım yanlış işler yapan insanları kendi
bünyenizde barındırabilirsiniz. Ama bunu bir din adına yaptığınızı
iddia ederseniz kaybeden siyaset değil, kaybeden din oluyor. Aynı
şey siyaset içerisine giren ama siyaset içerisinde bulunmaması
gereken dini gruplar için de geçerli. İnsanlar sizin siyasilerden
daha fazla dini kurallara uymanızı bekliyordu ama uymadınız.
Dolayısıyla söylediklerim sadece siyasilere yönelik değil, cemaate
yönelik de bir eleştiri.
- Biri siyasi parti, diğeri dini bir cemaat vurgusuyla
hemen soralım: “Erdoğan’dan sonra AK Parti, Gülen’den sonra cemaat
ne olur” sorularının ortak yönü nedir?
Tek adamla algılanmak. Her ne kadar Bülent Arınç, AK Parti
Tayyip’in partisi değildir, dese de bugün AK Parti Tayyip
Erdoğan’ın partisi. Cemaatte de benzer bir görüntü var. Gülen’den
sonra kim liderlik sergiler, sorusuna 10 yıl önce cemaati de
yakından tanıyan bir isim olarak verebileceğim birkaç isim vardı.
Bunlardan biri Latif Erdoğan'dı. O da bugün cemaat içinde değil
cemaatin en büyük eleştirmenlerinden biri. Dolayısıyla bu önemli
soruların bugün AK Parti de cemaat de somut bir yanıtı yok.
- Davutoğlu giderken “Benim tercihim değildir” dedi. 28
Şubat’ta Erbakan istifa ederken onun tercihi miydi?
Elbette kendi tercihi değildi, o tercihe gelmesi çok zor oldu. Ama
arada çok büyük farklar var. Şunu anlamazsak hata yaparız, Tayyip
Erdoğan kendisini ülkenin geleceğinin en önemli belirleyicisi ve
bunu da en büyük hakkı olarak görüyor. Aldığı bütün kararlarda bu
tespitin payı var. Davutoğlu'nun yerine Binali Yıldırım’ın geldiği
süreç tamamen kendisi ile ilgili bu tasarımına dayanıyor. Diyor ki,
“İçinden çıktığım, beni cumhurbaşkanlığına getiren parti Davutoğlu
ile olmuyordu. Ülkenin, partinin hayrı için onun yerine başkasının
gelmesi gerekliydi. Ben de bunu Binali Yıldırım olarak tercih
ediyorum.”
- “Şunu anlamazsak hata yaparız” dediğiniz kısım eşliğinde
soralım. Asker de 28 Şubat’ta “ülkesinin hayrına” diye düşünmüyor
muydu? Bu bakış açısında ortaklık yok mu?
Davutoğlu'nunki ile Erbakan'ın 28 Şubat’taki gidişi arasında
benzerlik kurulması bence hatalı. Bir konu daha var. Toplum o zaman
askerin yaptığına yanlış diyordu. Bugün yapılana öyle güçlü bir
şekilde yanlış demiyor.
- Hangi toplum demiyor, Erdoğancılar demiyor olabilir
mi?
Kendi tabanı dışında da ben buna yükselen kuvvetli bir itiraz
görmüyorum.
- İtiraz dediniz, konuyu güzel yere getirdiniz. “Anayasa
Mahkemesi kararına saygı duymuyorum” diyen bir Cumhurbaşkanı,
fiilen rejimin değiştiğinin ilan edilmesi, anayasayı askıya alan
pek çok örnek sayabiliriz. İtirazlardan bahsederken sadece partinin
kurucusu değil devlet başkanlığı da yapmış bir Abdullah Gül var,
neden sessiz?
Bu kadronun en önemli özelliği kol kırılır yen içinde kalır
anlayışına sahip olmaları. Bir şey söylersem, bir çıkış yaparsam
gelecekle ilgili bir beklentim olduğu düşünülür, diyerek
itirazlarını dile getirmekten kaçınan insanlar bunlar.
Gül’ün şu anda sergilediği tavır siyasete uygun
değil
- Tam tersini düşünenler de çok: “Gül, şu anda yapacağı
çıkışın karşılığı olmadığını biliyor, gelecekle ilgili beklentisi
ve planı olduğu için sessiz?”
Ben buna katılmıyorum. Siyasette sessiz kalarak sonuç almak mümkün
değildir. Abdullah Gül’ün şu anda sergilediği tavır siyasete uygun
bir tavır değil. Siyasiden ne beklenir? Eğer cumhurbaşkanlığından
sonra başbakan olmak istiyordu ise “ben olacağım” demesi gerekirdi.
Partiyi şimdi Tayyip Erdoğan çeşitli yönlere doğru nasıl
yönlendiriyor ise Abdullah Gül de cumhurbaşkanı iken bunu
sağlayacak çıkışlar yaparak bunu elde edebilirdi. Bunu
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında 2007’de yapmıştı. Aday olarak
başka bir ismin (Vecdi Gönül- S.O) ortaya döküldüğü bir ortamda
Abdullah Gül, “Doğru olan öyle bir kişinin değil benim olmamdır”
diyebildi. Cumhurbaşkanı adayı olmayı başardı. Siyaset böyle
davranmayı gerektirir. Ama Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı
sonrasında öyle davranmadı. Hala davranmıyor. Dolayısıyla davranışı
siyasi bir davranış değil. Eğer siyasi bir niyet ile sessiz kalıyor
ise bu zaten siyaseten yanlıştır. Eğer bir hevesi, beklentisi
varsa, ki ben olmadığı kanaatindeyim, “bugün sessiz kalırsam
ileride bana bir görev düşer” gibi bir düşüncesi varsa siyaset ona
böyle bir şeyi vermez. Gelecek ile ilgili bir iddianız varsa
siyaset sizin kendinizi ortaya koymanızı, kendinizi bir kadro
hareketine dönüştürmenizi bekler. Gül'ün ise siyasi bir hesabı
yok.
- Siyasi bir hesabı olmadığı halde bu gidişata dönük bir
kayıtsızlık ve sessizlik içinde ise, bu ne manaya
gelecek?
Çok yakından tanıdığım için söylüyorum. Abdullah Gül'ün karakteri
kendini meydanlara atıp itiraz listesi sunmaya müsait değil.
Kendisine cumhurbaşkanlığı, başbakanlığı, bakanlığı yani devlete
hizmet görevi vermiş olan siyasi partinin yara almasını istemiyor.
Buna yol açabileceğini düşündüğü her türlü davranıştan kaçınıp
çekiniyor.
- Parti yara almasın, ülke yara alsın mı?
Öyle bir sonuç çıkarmanız da mümkün tabii. Mesela benim beklentim
zaman zaman konuşarak, hatta yazılar yazarak, medyada açıklamalar
yaparak görüşlerini toplumla paylaşmasıdır. Bu, kurucusu olduğu
parti için de yararlıdır. Bunu şimdilik yapmıyor. Belki ilerideki
dönemde yapabilir. Siyasetin başka bir kuralı daha var. Bir şeyi
zamanında yapmazsanız zamanında yaptığınızda alabileceğiniz etkiyi,
zamanı dışında yaptığınız davranışlarınızla elde edemeyebilirsiniz.
Dolayısıyla Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığındayken başbakanlığa
dönmek gibi bir hevesi olsaydı, o hamleyi o gün yapmalıydı. Ki ben
hevesi olmadığını zannediyorum. Bildiğimi size söyleyeyim.
Cumhurbaşkanlığı süresinin bitmesinden epey önce, o zaman başbakan
olan Tayyip Erdoğan'la kendisinden sonra Tayyip Bey’in
cumhurbaşkanı olacağı konusunda bir konuşma yaptılar. Kendisi ile
ilgili herhangi bir beklentiyi o konuşmada ya da sonrakilerde dile
getirmedi. O konuşmada ya da daha sonraki konuşmalarında “parti ne
olacak, başbakan kim olacak” konusunu gündeme getirseydi istediği
bir sonuç varsa onu alırdı. Kanaatime göre Abdullah Gül “benim
böyle bir niyetim var, partinin başına geçmeyi istiyorum” demediği
için Tayyip Erdoğan kendisini bu konuda serbest hissetti. İstediği
gibi davrandı.
- Bu tezinizle, Gül’ün cumhurbaşkanlığı görev süresini
tamamlamasından hemen önce vurkaç yapar gibi kongre tarihinin
değiştirilmesine, buna itiraz eden Sadullah Ergin’in aldığı
cevaplara gideriz?
Evet, bunların hepsi oldu. Ben diyorum ki Tayyip Erdoğan kendisine
Abdullah Gül tarafından “Ben başbakan olacağım, partinin başına
geçeceğim” denseydi, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçiminde söylediği
şekilde söyleseydi, Erdoğan bunların hiçbirini yapmazdı.
- 2007’de Gül, Erdoğan’a ne söyledi?
Biliyorsunuz 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçiminden önce arada genel
seçim yapıldı. “Halkın önüne çıktığımızda, ben cumhurbaşkanı adayı
olarak konuştum. Şimdi eğer benden başka birisi aday olarak
gösterilecekse ben buna karşıyım” dedi. Orada Bülent Arınç’ın da
bir rol oynadığı biliniyor. Bülent Arınç da “Abdullah Bey dışında
bir isim aday olarak gösterilecekse ben de adaylığımı koyacağım”
dedi. Neticede diyorum ki, Abdullah Gül “Cumhurbaşkanı Erdoğan,
başbakan Gül” formülünü düşünseydi bunun çaresini bulurdu
diyorum.
- Kendi niye öyle düşünmedi?
Kendi görüşümü söyleyeyim. Bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı
yapmış bir insan. Hala bir şey istiyormuş gibi algılanmasını
istememiştir, bunu kendisine yakıştırmamıştır. Bu teklifin
kendisine gelmesini beklemiştir. O dönemde de böyle bir şey
olmadı.
- Çok kısa süre önce Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün 7
Haziran’da Erdoğan’ın vekil listesini değiştirdiği haberleri
çıktı?
Böyle bir şey mümkün mü? Dahasını söyleyeyim size. Değil seçim
listelerinde kimin milletvekili olacağının sorulması, kendisini
siyasete yakın olmasını sağlamış olan Abdullah Gül, Davutoğlu’nun
başbakanlığı döneminde hiç aranmadı. Davutoğlu başbakanlığı
döneminde kendisi ile Gül arasına mesafe koydu. Dolayısıyla
işbirliği vs. bunların hiçbiri akıl karı değil.
- Davutoğlu niye mesafe koydu?
Anlamakta zorlanıyorum. Geçmişte kendisine siyasetin yollarını
açtığı için değil, siyaseten önemli olduğu için, toplumun bir şey
söyler mi diye ağzına baktığı bir figür olarak Abdullah Gül’e
başbakanlığı sırasında yakın durmayı yeğleseydi belki bugün halen
başbakan olabilirdi. Hem dış politikada hem içeride birtakım
yanlışların yapılmasını, Abdullah Gül'ün vereceği birtakım
fikirlerle belki de engelleyebilirdi. Daha verimli bir başbakanlık
olabilirdi.
- Pelikan?
Yaranma amaçlı birtakım insanların durumdan vazife çıkararak
yazdıkları bir hadise.
Hakan Fidan iki defa Gülen'e gitmiş, görüşmüş,
konuşmuşlar
- “Ben Böyle Gördüm” kitabınızdan bir alıntıyla devam edelim.
Aralık 2013, Pensilvanya’dasınız, Fethullah Gülen size “Fehmi Bey,
Hakan Bey’in (Fidan) kendisi de zaten buradaydı”
diyor.
Evet, iki defa oraya gitmiş.
- Ne zaman gitmiş?
Tarihlerini bilmiyorum. Ama benden evvel gittiği belli. Ben 2013’ün
aralık ayında gittiğime göre 17-25 Aralık’tan önce gittiği belli.
İki kez gitmiş, görüşmüşler, konuşmuşlar ama ne konuştuklarını
bilmiyorum.
- Size Gülen bunu Aralık 2013’te söylüyor.
Evet, sonrasında benim Hakan Bey ile görüşme fırsatım olmadı.
Görüşseydim mutlaka ne zaman gittiğini sorardım.
- Gazeteci saikiyle ne düşündürdü size?
Şu da gerçek, o günlerde herkes görüşüyor, gidiyordu.
- MİT Müsteşarı, bir sene öncesinde ifadeye çağrılma
hadisesi var, 7 Şubat yaşanmış?
7 Şubat 2012’den evvel mi gitti, onu bilemiyorum. Ne zaman
gittiğini bilmediğim için de spekülasyon yapamam. Dışişleri
bakanıyken eşini de yanına alarak Ahmet Davutoğlu da gitti. Onu da
söyledi Gülen. “Buradaydı, eşi ile birlikte geldiler” dedi. Bülent
Arınç görevlendirilerek gittiğini kendisi açıkladı.
- Ahmet Davutoğlu’nun gidişinde Abdullah Gül çok
sinirlenmiş?
Birleşmiş Milletler'in her yıl eylül ayında yapılan açılış
toplantısına katılmak üzere Abdullah Gül New York’taydı, Dışişleri
Bakanı olarak Ahmet Davutoğlu da yanındaydı. Oradan yanına eşini
alarak gitmiş Ahmet Bey. Zannediyorum, Davutoğlu kendisini oraya
götüren kişilerin Cumhurbaşkanı’na da “Efendim biz kendisini
götürüyoruz” diye bilgi verdiklerini sandı. Kendisi söylemedi
Abdullah Gül’e. Ama o insanlar da Cumhurbaşkanı’na bunu
söylemediler. Bunu günler sonra öğrendiğinde pek hoşuna gitmediğini
biliyorum.
- Ama sonrasındaki açıklaması ile Davutoğlu, Gül’ü
yalanladı adeta.
“Ben haber verdim” dedi ama haber vermemişti. O götüren kişilerin
haber verdiğini düşünerek bunu söyledi herhalde.
- Onu götüren kişiler kim?
Kimler götürdü ise bilemiyorum. Oraya el kol sallanarak gidilmiyor;
birileri aracı oluyor. Ben de gideceğim zaman, aracılık yapması
için Alaaddin Kaya'nın kapısını çaldım.
- MİT Müsteşarı’nın Pensilvanya’ya gidişine dönerek
soracağız. Cemaatin Hakan Fidan'ı “İrancı” olmakla itham ettiği
konuşulurken, bu ziyareti nasıl okudunuz?
Benim anlamadığım nokta da o. Akil insanların ilk toplantısına
Hakan Fidan da katılmıştı. 2013'ün nisan ayıydı. Toplantıya verilen
arada yanına oturdum. Ve lafı eğip bükmeden sordum: “Sizinle ilgili
İran yanlısı saplantısı nereden çıkıyor?” “Ben başbakan,
cumhurbaşkanı tarafından bana verilen talimatları yerine getirmekle
mükellefim. Daha önce Başbakanlık müsteşar yardımcısıydım. O
dönemde başbakan beni çeşitli ülkelere gönderdi. Görevle ABD'ye,
Almanya'ya, İsrail'e nasıl gidiyorsam İran'a da öyle gidiyorum.
Hiçbir ülke ile özel olarak bir ilişkim yok” dedi bana. Ben de
bunları Gülen’e söyledim.
- Gülen de bunun üzerine “Hakan Bey'in kendisi de
buradaydı” diyor.
Hakan Fidan dediğimiz kişi uzaydan gelmedi. Bu ülkede AK Parti’ye
yakın neredeyse herkesin cemaatle bir biçimde irtibatlı olduğu bir
dönemde, herhalde onun da yolu cemaatten pek çok insanla
kesişmiştir.
- Erdoğan, cemaat için size “Beyinleri yıkanmış zombiler
gibi davranıyorlar” sözünü ne zaman söyledi?
Çok sonraları dedi. Biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan 2013 yılında
İstanbul’da yapılan Türkçe olimpiyatlarına katıldı ve Gülen'e “Bu
hasret bitsin” dedi. 17-25 Aralık'a darbe tespitini koyduktan sonra
da, bu darbeyi kimler yaptı, sorusuna da “paralel yapı-Pensilvanya”
dedikten sonra her şeyi söyledi Tayyip Bey.
- Yine kitaptan devam edelim: “Cemaatin Meclis'ten çıkacak
yasalara katkısı olduğu biliniyor. Özellikle yan etkileri
özgürlükleri daraltıcı olduğu düşünülen bir yasa çıkacağında,
Meclis'ten ham hali elde edilen tasarı veya teklifler cemaate yakın
hukukçular tarafından incelenip mahzurlu yerleri konusunda düzeltme
talepleri gerekli yerlere iletiliyordu.” Neresi bu gerekli
yerler?
Bakanlık. Bakanlık bir tasarı hazırlıyor. Onu Meclis’e sevk edecek.
Bunu haber alır almaz derhal o tasarıyla ilgili metni ele
geçirdiler. Metin üzerinde cemaate yakın hukukçular çalıştı.
Ardından kendilerinin mahzurlu gördükleri noktalara işaret eden bir
rapor hazırlayıp yine bakanlığa bunu verdiler. Ve onların istediği
istikamette daha tasarı halindeyken, Meclis'e sunulmuş veya
komisyonda görüşülmüşken o değişiklikler yapıldı. Bunlar bilinen
ilişki tarzları.
- Hangi bakanlık, hangi tasarı bunlar? O kadar çok ki hangi
birini söyleyeyim, mi dersiniz?
2010'daki referandum öncesinde pek çok yasa çıkartıldı. Sivil
toplumun çalışmalarını daraltabilecek olan Terörle Mücadele Yasası
gibi yasalar yapıldı. O yasalar söz ettiğim.
- Sıfırlama tapesinin cemaatten değil farklı bir kaynaktan
geldiğini düşünüyorsunuz. Size bunu söyleyen kim?
Cemaat konusunu soruşturan savcıya ifade vermiştim. O ifade
sırasında böyle bir konu gündeme geldi. Savcı Bey, “Biz bu
soruşturmaya başladığımızda cemaatle irtibatlı olduğu düşünülen
bütün polislerin, emniyet sorumlularının, yargıdaki kişilerin
kullandıkları bilgisayarlara el koyduk. Bazılarının hardiskleri vs.
silinmiş olsa da hepsinin üzerinden yeniden canlandırma imkanı
bulduk. Gizli dinlemelerin hepsi ele geçti. Ama içinde 'sıfırlama'
sözcüğünün geçtiği o konuşmanın kaydı hariç” dedi. Takibinde
Amerika ve Almanya’nın Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı
ülkelerde büyük çaplı dinleme faaliyetleri yaptığı ve özellikle
siyasileri dinledikleri ortaya çıktı. Bu ikisini birleştirerek,
diğer tapelerin kayıtları bulunduğu halde o bulunmadıysa bunun
Türkiye’yi dinleyen daha büyük kulakların eseri olabileceğini
düşünüyorum.
AK Parti’nin cemaatin yerini dolduracak bir kadrosu yok
- Tam burada soralım; Rıza Sarraf'ın Amerika güncesi?
Kapanmış görünen dosyalar muhtemelen tekrar açılır. Burada
açılmazsa Rıza Sarraf Amerika’ya gider orada açılır. İlk
tutuklandığında Amerikalılarla anlaşarak gitti, denildi ancak bence
yönlendirilerek gitmiştir.
- Yönlendirilerek ne demek?
Rıza Sarraf’ın kefalet talebinin reddedilmesiyle de görüldü ki
olaylar Sarraf’ın beklentileri eşliğinde gelişmiyor. Bir anlaşma
olduysa o anlaşmanın şartlarına Amerika uyar. Aralarında bir
anlaşma yapılmamış gibi görünüyor. Amerikalıların eli bu işte var
ise sadece vize vermede kolaylık göstererek ya da oraya gitmeyi
teşvik etmişler gibi. Sarraf'larla irtibatı olan birileri de
“Amerika'ya gidin” telkininde bulunmuş olabilir.
- Sarraf’ın tutuklanması iktidar için de sürpriz oldu
sanki?
Ama Amerikalılar için olmadı. Amerika onun oraya gideceğini
biliyordu ve tedbirlerini aldılar.
- Taha Kıvanç yazabilirdi; Sarraf’ın Amerika güncesi 17-25
Ankara'sını nasıl etkiler?
Yazabilirim, kendi sitem var. (Gülümsüyor) Ben şöyle düşünüyorum.
Bu iş özellikle siyasi iktidarı hedef alacak gibi geliyor bana.
Amerikalıların son zamanlarda Tayyip Erdoğan ve AK Parti
iktidarından fazla mutlu olmadıklarını ve bu hislerin karşılıklı
olduğunu düşünüyorum. Amerikalıların burayı zora düşürmek gibi
niyetleri olabilir bunu da Sarraf’ın yargılanması üzerinden
yapabilirler. Yargılama süreci çok ilginç olabilir.
- Yargılama süreci yeni ABD başkanına göre değişir
mi?
Sanmıyorum, yargılama süreci rayına oturmuş olarak gözüküyor. Tabii
arada pazarlıklar olursa, bu tür siyasi davalarda siyasete de söz
hakkı bir biçimde tanınır. Taha Kıvanç olarak şu anda gördüğüm,
önümüzdeki yargılama süreci çok renkli geçeceği ve bunun bizdeki
siyaseti rahatsız edeceği.
- Gülen Cemaati'nden boşalan yerlere diğer İslami
cemaatlerin değil, Erdoğan'ların geçtiği resim, Türkiye'de nasıl
bir İslami hareket fotoğrafı çıkarır?
AK Parti’nin cemaatin yerini dolduracak bir kadrosu yok. Bu 14 yıl
içinde de öyle bir kadro yetişmedi. Yeter ki cemaatçi olmasın, şu
anda kimi bulurlarsa onlar yerleştiriliyor. Buradan bir İslami
hareket vs. çıkmaz. Zaten başta konuştuğumuz gibi İslami hareket
ile siyaset arasındaki aks giderek açıldı. Böyle bir şey yok artık.
Sadece görüntü var. Siyaset var İslami hareket yok. Ara sıra dini
motifler kullanıldığı için ona böyle bir şey atfedilebiliyor.
Dolayısıyla oradan İslami sıfatını hak edecek bir hareket çıkarmak
mümkün değil.
- Buradan ne çıkar o zaman?
Neticede cemaatçilerin boşalttığı yerlere cemaatçi de AK Parti'li
de olmayan kadrolar geliyorsa, belki sağlıklı bir şey çıkar. Cemaat
40 yıl boyunca o kadroları yetiştirdi. AK Parti kendi kadrosu
olmadığı için onları hazır buldu ve onları kullandı. Ve geldiği
noktada o kadroların kendisine değil başka bir yere bağlı olduğunu
fark etti. Ama onların varlığı sebebiyle 12 yıl boyunca kendi
kadrosunu yetiştirmek için de çaba göstermemişti. Onları tasfiye
edince yerine koyacak kadro bulamadı. Şimdi bulduğunu atıyor.
Paralel olmaması yeterli sayılıyor.
- Bu zeminden nasıl bir AK Parti çıkar?
7 Haziran'daki yüzde 40, 1 Kasım'da değişmeseydi AK Parti dönüşüp
değişebilirdi. Yüzde 50 oy alan bir siyasi parti kendini neden
değiştirsin? Onu değiştirecek güç muhalefetten gelecek reflekstir.
Onu değişime zorlayacak bir muhalefete ihtiyaç var. Yazık ki o da
yok.