Fatih Altaylı'ya Niçin Bu Kadar Saldırıldı? Asıl Hesap ’’başka’’ Olabilir Mi
İnsan bir kez topa girince sektirmeye devam ediyor demek ki! Olsun… Rüzgârın yönü değişmeye başlayınca tavır koyanlardan olmadım neyse ki! Bir şeyi söylemek kadar o şeyi “zamanında” ve “harbice” söylemek gerektiğine de inanırım. Yoksa “havayı koklayıp” gidişata göre “politika” saptayanlardan nefret ederim. Onlardan olmadım çok şükür! Şimdi birazda o “toz duman atmosferi” aşıp, ilk tavrımın yüklediği zorunlu/kendiliğinden “misyon” gereği, “durumdan vazife çıkartarak” kafama “üşüşen” kimi soruları daha “yüksek sesle” dillendirmeye çalışabilirim…
Anladık, Fatih Altaylı’ya yönelik adeta bir “kampanya”ya dönüşen karşı çıkışlar “medya ilkeleri”, “medya etiği”, vb adına yapılıyormuş gibi görünüyor. Hakikaten kısmen de öyle. Fakat bu tümüyle ne kadar geçerli? Ya da “herkes” için geçerli mi? Daha doğrusu şöyle sorayım; O manşeti atan/attıran Fatih Altaylı değil başka biri olsaydı acaba bu kadar “hedef tahtası”na konulur muydu? Hiç sanmıyorum. Belki birkaç sitem, birkaç kinayeli dokunduruş, “ayıp olmasın” diye belki birkaç “mırın kırın”, “olmadı ama şimdi” itirazı yapılırdı o kadar. Esas olarak bu kadar “fırtına“ kopmaz, kazanlar devrilip kelle istenmezdi. Kırılan fayın adının “Altaylı” ve HABERTÜRK olması depremin şiddetini de arttırdı herhalde…
ALTAYLI’YA SALDIRMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ!
Altaylı, medya camiasında kimlerin “tavuğuna kış dedi” bilemiyorum. (Bunun “muhasebesi”ni elbette ben tutacak değilim. Tutanlar tutuyor belli ki zaten!) O yüzden bu olayda “etik gerekçe”lerin “ilkeler”in yanında, hatta onlara rağmen, başka faktörlerinde (Haklı veya haksız) rol oynamış olabileceğini düşünüyorum. Bunlar medyadaki siyasi tutumlar, kişisel düşmanlık ve kinler, hesaplar, planlar, ekipleşme psikolojisi, vb şeklinde olabilir. Bu anlamda asıl amacın “üzüm yemek mi bağcıyı dövmek” mi olduğuna dair ciddi kuşkularım belirdi. Herkese dair değil ama bazılarına dair bir “samimiyet şüphesi” doğdu içimde. Huyum kurusun, bazı hallerde bir miktar “paranoya” yaparım üzerinize afiyet!
Tam bu noktada çoktandır pusuya yatıp önlerine böyle bir “fırsat”ın çıkmasını bekleyenler olma ihtimalini de hesaba katmak lâzım. Hani “şu adam bir açık verse de harekete geçsek”, “bir yanlış yapsa da ipini çeksek”, “ters bir adım atsa da ayağını kaydırsak” türünden durumlar yani. Çünkü iş çoktan bir “manşet tartışması”nı aştı doğrudan Altaylı’nın “kişiliği” veya “geçmiş günahları” tartışmasına döndü. (Hatta “özür dilesin” talebi bile kısa sürede gündemden düştü doğrudan “çekil” baskıları oluştu. “HABERTÜRK’ü boykot” çağrıları ise gazetenin kendisinden çok belli ki Altaylı’yı zor duruma düşürmek içindi.) O yüzden medyadaki dengeleri, iktidar kapışmalarını, saflaşmalarını neredeyse 30 senedir gözleyen biri olarak akıl sır erdirememişimdir bu tarz ayak oyunlarına. İnsan denen mahlukatın nefsinin nelerin “hesabını tuttuğu”nu, nelerin konjonktürünü beklediğini oldum olası anlayamamışımdır!..
BİR MANŞETİN ORTAYA ÇIKARDIĞI PROFİL!
Her neyse!.. Elbette ki bu çapta bir “manşet”in tartışma ve farklılaşma yaratması belli ölçülerde normal. Şaşacak bir durum yok. Fakat sanırım bazı eğilimleri de “su yüzüne” çıkardı. Bir “turnusol kâğıdı” işlevi de gördü. Ancak burada “homojen” ya da “yekpare” bir kitleden söz etmiyorum. Farklı neden ve etkilerle Altaylı’ya –kendi gazetesi dahil- tavır alanlar var. (Hatta ağırlıklı “ana gövde”nin “samimiyeti”nden hiç kuşku duymuyorum bile.) Kendi içlerinde geniş ve renkli bir yelpazeye sahipler. Ancak bunlar da kendi aralarında muhtelif “fraksiyonlar”a ayrılıyorlar. Şimdi bu “profil”i “dışa yansıdığı” kadarıyla açımlamaya çalışalım.
Radikal Altaylı Karşıtları: Bunlar “doğru” da yapsa “yanlış” da yapsa her halükârda Altaylı’ya karşı çıkanlar veya çıkma “potansiyeli” taşıyanlardan oluşuyor. Rasim Ozan Kütahyalı bu grubun “lideri” gibi davranıyor. Fıtratındaki “agresifizm” eğilimi ile birlikte zaten demediğini bırakmıyor. Açıkça hakaret ve küfür ediyor. “Çekil git”çi, “İstifa et”çi kampanyada başı çekiyor. Onu eşi Nagehan Alçı takip ediyor. Son yazısındaki “imalı yüklemeler”le bu gruba Fehmi Koru da yanaşmış bulunuyor. İngiltere’de Murdoch’ın kapanan gazetesini –her ne kadar bağlamı başka olsa da- örnek gösteren Koru adeta bunu “temenni” ya da “işaret eder” gibi konuşmuş bulunuyor. Gerçekte onu istediğini sanmıyorum ama kurduğu “paralellik” bence yanlış oluyor. (Fehmi Bey, “Pop Sosyolog”la uğraşmayı bırakıp Altaylı’ya saracak gibi görünüyor!) Bu arada “Anti-Fatih Altaylı” literatüre “Genel Odun Yönetmenliği” gibi bir tabiri sokma başarısı gösteren TARAF’tan Ayça Şen’i de unutmamak gerek! Bu grup yer yer daha çok “politik tutum” sergiler gibi. ( Bunlar nedense hep AKP “yandaşı” ve “liberal” kanattan daha ziyade.) En “militan tavır” bunlardan geliyor. Arada “Yeni medya düzeni”nden, “hesap sormak”tan filânda söz ediyorlar. O kadar ki bu hızla özellikle Rasim Ozan, Altaylı’yı da yakında “Ergenekoncu” ilan ederse hiç şaşırmam!
Samimi İlkeseller: Anladığım kadarıyla bunların tavır alışları bir “Fatih Altaylı nefreti” ya da “düşmanlığı” üzerine oturmuyor. Başta Balçiçek İlter olmak üzere (Ki, kendisiyle tanışıklığım vardır, İki kez programına katıldım. Bende bıraktığı izlenim son derece “pozitif” bir hanımefendi olduğu yönündedir.) Nihal Bengisu Karaca (Tanımam ama yazılarından, konuşmalarından ve “duruşu”ndan aldığım “elektrik” olumlu yönde.) Umur Talu, (Genel yaklaşımlarıyla “tutarlı” bir tepkide bulundu bence.) Rahşan Gülşan (Ki, “Dengeli” ama sonuçta “karşı çıkan” bir yazıydı onunki.) ve Ayşenur Arslan’ı (Biraz “sert” gibi görünebilir) sayabilirim. Hatta bazı çekincelerim olsa da Hasan Cemal’i de “son tahlilde” bu gruba dahil edebilirim. Bu grupta “kadın ağırlığı” ön planda olduğu için “kadınca hassasiyetler” bir miktar daha baskındı haklı olarak.
“Nefret Kulübü” Üyeleri: Medyada bunların kimlikleri “net” olarak bilinmiyor. Ancak besbelli kendi çaplarında bir “etki alanları” var. Daha ziyade “illegal” çalışmayı seviyorlar. Şu veya bu nedenle Altaylı’ya “gıcık” olanlardan, bir şekilde –haklı veya haksız- Fatih Altaylı’nın geçmişte “ayağına bastıkları”ndan oluşuyor. Tavır alışları “kişisel” nedenlere dayanıyor. Tahminim bunlar Altaylı’nın iş vermediği ya da işten çıkardığı, “rica”larını reddettiği, bir şekilde “sürtüştüğü”, "kızdırdığı", “yıldızının barışık olmadığı”, vb geniş bir “Skala”dan oluşuyorlar. Bunların Fatih Altaylı’nın düştüğü her zor durumdan dolayı bayram edecekleri ve ayrı bir haz alacakları aşikâr.
Gaza Gelenler/Getirilenler: Bunların genelde “kendilerine ait” bir “bakış açıları” yok gibidir. Her şeyden, özellikle de “dominant” yaklaşımlardan çok etkilenirler. “Genele uyma” ana karakterleridir. Son olayda da bu “dürtü”leri belirleyici olmuşa benziyor. Manşet tartışması konusunda da önce kendi kendilerini sonra da birbirlerini gaza getirdikleri anlaşılıyor. “Klişe” cümleleri sık sık kullanıyorlar. Farklı bakabilme alışkanlık ve yetileri yok. Genelde birbirlerini kopyalıyorlar. Özgün bir fikirleri olmadığı için yazılarında derinlik, “tez” de namevcut. Çoğu kez ne dedikleri anlaşılmıyor. “Madem karşı çıkılıyor o halde bende karşı çıkayım” tavrı çok açık.
Bunların dışında başka “damarlar” da olabilir, bulunabilir. Ancak benim ilk elde gördüğüm bunlar. (Altaylı’ya hak veren veya daha “anlayışlı” yorum yapanları ise elbette saymadım.) Karşı çıkanlarda “temel eğilim” bu dört ana gruptan oluşuyor. Tabii arada “geçişler” veya “ortada “duranlar olabilir. Bu “Dört eğilim” (Tonlama ve tarzları farklı olsa da) belki daha “sağlıklı” tartışılıp “gerekli dersler”in çıkartılabileceği bir tartışmayı adeta “linç çağrısı”na çevirerek ya da ona malzeme sunarak –öznel niyet ne olursa olsun- birbiriyle çakıştı. İster istemez “Anti-Fatih Altaylı” bir “sinerji” alanı oluşturdular.
ŞİMDİ İSTER İSTEMEZ SORUYORUM…
Evet, belki o “manşet tercihi”ni yaparak bu silahı onların ellerine bizzat Fatih Altaylı vermiş oldu. (Bu anlamda “komplo” yok yani!) Ancak belli ki silah –en azından şimdilik- geri tepmiş oldu. Altaylı bu “ihtimali” hesaba kattı mı yoksa “göze aldı” mı bilmiyorum. Ama ben onun yerinde olsam en azından durup düşünürdüm. (Niçin “bu kadar nefret kazandım” dahil!) Belki de henüz ne atlattığının farkında değildir! Düşünün, “istifa” hele de özellikle “boykot” çağrıları tutsaydı sonuç ne olurdu? “Medya linç”i bir “medya darbesi”ne dönüşür müydü acaba?
Şimdi ister istemez aklıma şu sorular geliyor. Acaba tartışmanın bu şiddette ve bu boyutta sürmesinden “nemalanmayı” ümit edenler mi vardı? (İllâ ki “tuzakçılık yapıldı” diyemem ama kendilerine göre “yeşil ışık” görmüş olabilirler!) Fırsat bu fırsat deyip, Fatih Altaylı aleyhine hırçın bir kamuoyu oluşturup, “istifa et”, “terk et” çağrılarıyla onu “koltuğundan edip” oraya “kendilerinden birini” (Kimse o “biri” ya da “birileri”?) kondurmayı ümit edenler mi oldu? Yaratılan “karambol”dan gol atmayı mı beklediler? Bütün bu bağrış çağrış onun için miydi? “Samimi ilkeseller” ise farkında olmadan bu değirmene su mu taşıdılar? Eğer böyleyse durum göründüğünden “vahim” demektir. Yok, değilse o zaman sadece bir miktar “hezeyanlı” olabilen “Altaylı düşmanlığı” ile soslanmış bir gazetecilik tartışması yaşadık denebilir.
Öte yandan, elbette ki Fatih Altaylı “eleştirilmez” değildir. Gün gelir bende eleştiririm. Hem de gerekirse en sert biçimde. Ancak eleştiri ile “küfür” ve “hakaret”i, “kanaat belirtmek”le “damgalama”yı, “kızmak”la “ipe çekmeyi”, “sorgulama” ile “yargılama”yı, “samimiyet” ile “hesapçılığı” -hiç kimse için- karıştırmayacağımdan emin olabilirsiniz…
Atilla AKAR
[email protected]